Demirhan Baylan Röportajı

"YAŞLANDIKÇA DAHA CESUR OLMAK GEREKİR"


(Milliyet Sanat dergisi Ekim 2018 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergide yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)

Uzun zaman önce verdiği bir röportajda “Bir gün bir Demirhan Baylan şarkısı kitlelere mal olursa çok şaşırırım,” demiş. Bunu sormazsam olmaz: “Neden?”

DEMİRHAN BAYLAN: Valla onu kitlelere sormak lazım. Birkaç tane kendimi koruma mekanizmam var açıkçası. Bir kere ‘hit’ şarkı beni çok korkutan bir şey. Yirmi yaşında bir ‘hit’ şarkı sahibi olup da altmış yaşında hâlâ o şarkıyı söylemek zorunda kalmak benim için o zaman da çok korkutucuydu, hâlâ korkutucu. Artık bu yaştan sonra korkmasam iyi ederim aslında. Çok da vakit kalmadı, belki yirmi sene daha ne yapacaksak yapacağız. Ama o zamana kıyasla şimdi öyle bir şeyin açabileceği kapıların farkındayım. Ben işin o tarafını kaçırdım galiba.


Bir dönem Bulutsuzluk Özlemi’nin bas gitaristi olarak tanıdığımız, sonrasında hem solo işleri hem de içinde yer aldığı kolektif çalışmalarla adından söz ettiren Demirhan Baylan memleketin nevi şahsına münhasır müzisyenlerinden. İkiz çocuk sahibi olduktan sonra müziğe dört yıllık bir “babalık molası” veren Baylan, geçtiğimiz günlerde kendi hesabına yayınladığı yeni albümü “Yapayanlış Şarkılar”la tekrar sahaya döndü. Demirhan Baylan’la yeni albümünü ve daha fazlasını konuşmak için sonbahara selam duran bir Kuzguncuk öğleden sonrasında bir araya geldik.     


YAVUZ HAKAN TOK: Bildiğim kadarıyla bu albümde yeni bir şarkı yok, değil mi?

DB: Aslında çok da albüm yapma niyetim yoktu benim. Ama bir yandan da aranıyorum yeniden ringe nasıl ısınacağım diye. Bu şarkıların çoğu zaten uzun süredir internette dolaşımdaydı. Bazı elden geçirdiklerim de oldu. Ama evet, içlerinde yeni bir şarkı yok. Üzerinde çalıştığım yeni şarkılar var ama onları bu albüme koymadım. Bu albüm bir toplama olsun istedim. Kendimi biraz hatırlatmak babında. Aslında beni biraz da kapağa koyduğum o fotoğraf gaza getirdi. Kendi kişisel tarihimde önem verdiğim konserlerden birinin kulisinde çekilmiş bir fotoğraf o. Elimde bir kırmızı kart tutuyorum. O günlerden bugünlere kendimi hep kırmızı kart görmüş biri gibi hisseden bir müzisyen olarak o fotoğraf çok manidardı ve bu albümün çıkış noktası oldu.


YHT: Dinleyici tarafından nasıl karşılandı albüm?

DB: ‘Sound’ olarak iddialı bir albüm değildi. Zaten iddialı bir şey yapmakla eskisi kadar ilgilenmiyorum. Artık ‘alet işler el övünür’ durumundayız. Bir şarkıyı dinlerken müzisyenin neyi kendisinin yaptığını, neyi hazır satın aldığını bilemiyoruz. Bu albüm için elimden geldiğince kimseye benzemeyen, yeni bir şey söylemeye çalışan şarkıları seçmeye çalıştım. Beklemediğim şarkılar daha çok ilgi çekti. Kesin bunu çok severler diye düşündüklerim o kadar da fark edilmedi. Mesela çok gülerek yaptığım “Salla Malını” diye bir şarkı var. Yerlere yattım gülmekten onu yaparken. “Niye böyle bir şey yapıyorum ben abi?” diyerek yaptım ama çok eğlendim. Ben öyle şeyleri dinliyorum çünkü. Weird Al Yankoviç vardı zamanında, böyle şeyler yapardı. Fikret Kızılok da yapmıştı. Çok da hoşuma giderek dinlerdim. Öyle bir şeydi o şarkı. Türkçe popla dalga geçme hali gibi. Ama o kadar da ilgi çekmedi. Onun yerine mesela “Her Kesimden Kurtulan Adam” daha çok ilgi çekti. Senelerden beri internette duran bir şarkıydı. Her şeyin bir zamanı var demek ki.


YHT: Albümün neredeyse tamamında bütün enstrümanları siz çalmışsınız, söz ve müzikler, düzenlemeler de size ait. Bunu tercih eden müzisyenlerden birisiniz. Bu bir tercih mi sahiden yoksa zorunluluk mu bir yandan da?

DB: Çünkü vaktin olmuyor. O anda bir fikir gelmiş oluyor, onunla uğraşman lazım. Ama davulcuyu arayıp bir stüdyo ayarlayıp gel şunu yapalım diyecek vaktin yok. O anda yaptın yaptın. Bahsettiğim şey tamamen süreçte aldığın zevkle ilgili. Bu duyguları birçok sanatçı yaşıyor zaten. Bir ressam kesinlikle yaşıyordur mesela. Ressamlar bizden çok daha avantajlı bu konuda çünkü en azından üç beş kişi toplanıp resim yapmıyorlar. Benim bu işte sanatsal anlayışımı oluşturan en önemli kavramlar yalnızlık, tekrar, yaptığın şeyin içinde hem fiziksel hem de mental olarak erimek ve kaybolmak… Sonunda bitiyorsun, yapamaz hale geliyorsun zaten ve iki gün uyuyorsun. Ama çok zarar verici bir şey bu tabii. Kimse o süreci bilmiyor ki. Herkes sonuca bakıyor. Sen üç gün kendini heder etmişsin, kimsenin haberi yok. Onun yerine bilmem ne ‘loop’ firmasından bir ‘loop’ alıp onun yerine koymak da mümkün oysa.


YHT: Uzun süredir yaptığınız işleri kendi hesabınıza yayınlıyorsunuz. Keza bu albümü de öyle. Daha geriye gittiğimizde, daha başından itibaren sektördeki geleneksel pazarlama yöntemlerine karşı hep bir alternatif arayışınız oldu.

DB: Açıkçası ben onları alternatif olayım ya da yeni bir şey önereyim mantığıyla yapmadım. Hemen hemen hepsi çaresizlikten yapılmış şeyler. Elinde bir ürün var, onu paylaşmak istiyorsun ama olmuyor. İlk yaptığım albümü mesela kimse basmazdı. Ben olsam ben de basmazdım ne yalan söyleyeyim. Bayağı uçuk bir şeydi. Ses enstalasyonları gibi bir şeydi; şarkı bazlı değildi. İlk şarkım “Yangın” diye bir şarkıydı ve tamamen kablo cızırtılarıyla yaptığım bir şeydi o mesela. Kimse basmazdı ama ben paylaşmak istiyordum. O yüzden evde kasetten kasete çekip çoğalttım, sonra Akmar Pasajında elden sattım. Piyasaya öyle girmiştim. Yine de o zamanlar daha değişik bir müzik piyasası varmış. Mesela Hades Müzik’ten teklif gelmişti bize de böyle bir albüm yapar mısın diye. Şu anda öyle bir şey olmaz. Ondan sonra da Ada Müzik’e geçmiştim.


YHT: Kitlelere mal olmak değilse bile beğenildiğini bilmek, alkış duymak asıl itici güç değil midir bu işleri yaparken? Bundan özellikle kaçındığınızı düşünmüyor değilim. 

DB: Yola niye çıktın, o çok önemli. En başta bu işi yapma sebebin neydi? Benim o sebebim şimdiye kadar hiç değişmedi. Müzik yapmayı çok seviyordum. Başka hiçbir sebebim yoktu. Bizzat onu yaparken aldığım zevk belki biraz hedonist, belki çok bencilce ama o şarkıları yazarken öyle noktalara geliyorsun ki, kendi kendini kandırıyor da olabilirsin ama fark etmez, kendi yalanının içinde, kendi kendini bir şeylere inandırıyorsun ve bir yere yükseliyorsun. Orada yaşadığım duyguları bana verebilecek başka bir şey olmadı. Eskiden daha acımasızdım çalışma konusunda. Üç gece hiç uyumadan sürekli çalıştığım zamanları biliyorum. O kadar o ruhun içine girmiş durumdasın ki artık senin o sosyal mekanizmaların, korunma mekanizmaların çökmüş oluyor, düşünce yapın tamamen kontrolden çıkmış oluyor. Ne doğru ne yanlış bilemiyorsun. Ne çıkıyorsa çıkıyor. Benim için çok içsel bir deneyim bu. Ve eski şarkıların bazılarını dinlediğimde o anki duygularımı yeniden yaşıyorum. Bunu ben kimseye tarif edemem.


YHT: Peki bu sadece stüdyoda yaşadığınız bir şey mi? Sahnede de oluyor mu mesela?

DB: Sahnede hiç yaşamadım onu. Serbest doğaçlama yaptığım zamanlar bunun benzeri bir iki bir şey yaşamışlığım var ama çok daha azı. Onun dışında zaten şarkı formatında çaldığın zaman bir noktadan sonra memuriyete giriyor o iş. Ben aslında şu anda politik olarak yanlış şeyler söylüyorum. “Ey dinleyici, siz benim umurumda değilsiniz,” gibi bir imaj oluyor. “Umurumda değilsiniz,” de diyemem aslında, elbette ki umurumdalar ama “Kusura bakmayın, sizden daha önemli bir şey var,” diyebilirim. Her ne iş yapıyorsan yap, yaptığın işin içinde kendini kaybediyorsan, benim şu anda neden bahsettiğimi çok iyi anlıyorsundur zaten. Bu bir yazar içinde geçerlidir, bir bahçıvan için de. Çok insani bir durum yani. Çok olağanüstü, acayip bir şeyden bahsetmiyorum aslında.


YHT: Yine de insan bir şey üretirken o ürünü sunacağı insanların beğenip beğenmeyeceği sorusunu hiç aklına getirmez mi?

DB: Yok değil. Bende o olmadı. Ve hatta beğenilmemek benim için daha gaza getirici bir şeydir. O zaman size ispatlayacağım diyerek daha çok gaza gelirim ama beğeni o kadar etkilemiyor beni. O kadar alkış bağımlısı değilim. Belki de o sebeple koşamadım o işlerin peşinden. Hoşuma gider mi? Gider tabii canım. Reddetmiyorum. Ama yeteri kadar sevmiyormuşum demek ki.


YHT: Yani sizin için işin haz kısmı üretim safhası.

DB: İki şey: Bir onu yaparken yükselebildiğim nokta. Meditatif bir şey bu. Kendimi zorladığım bazı şeyler var. Mesela bir şeyi tekrar etme. Ne kadar fazla tekrar edebilirim? Meditatif çalışmalarda, ibadetle ilgili ritüellerde de hep bu tekrar mekanizması vardır. Mesela bir ‘riff’ alıyorum ya da bir melodi parçası ve ben bunu altı saat çalacağım diyorum. Her yerin ağrıyor; korkunç bir deneyim o. İlk yirmi dakika dehşet verici bir acıdır o. Ondan sonra yavaş yavaş uyuşmaya başlıyorsun. Bir buçuk saatten sonra filan yeniden korkunç ağrılar geliyor ve bir süre sonra da hiçbir şey hissetmemeye başlıyorsun. Ve repetetif bir şeyin içine giriyorsun. O seni yükseltiyor yükseltiyor ve bir yerlere getiriyor. O geldiğin yer reel bir yer midir yoksa tamamen kendi kendini kandırdığın bir yer midir orasını bilemiyorum ama o seni bir tatmine ulaştırıyor. Ve benim için oraya başka türlü ulaşmanın yolu yok.


YHT: Ülkede hüküm süren diğer müzik türleriyle ne kadar ilgilisiniz?

DB: Popu mecburen duyuyorsun orada burada. Zaten bir kere duyduğunda anlayabileceğin kıvamda oldukları için rahat rahat takip edebiliyorsun. Ben pop da severim üstüne üstlük. Dünya popunu da çok severim, yerli popta da “Vay be, bu iş de böyle yapılır,” dediğim şeyler oluyor. Ama arabeskle hiçbir zaman yıldızım barışmadı. O dünya görüşü bana çok yanlış geliyor. Bir fayda göremiyorum orada açıkçası. Orhan Gencebay bir dönem çok cesur işler yaptı. O işlere Türkiye’nin ihtiyacı vardı. Keşke devam etseydi diyorum bazen. Müzikal cesaret benim için çok önemli bir kavram. Risk almak… Dünya starı dediğimiz çoğu isminin çok cesur olduklarını görürsünüz. Risk alır ve yapar. Dylan için de geçerlidir bu, Beatles için de hatta Madonna için de… Tek bir formülü yakalayıp da hayatını buna vakfetmiş tipler değillerdir. Mesela Sezen Aksu hiç benim dünyamda olan bir isim değil. Dinlemişliğim filan da fazla yoktur ama gördüğüm kadarıyla o cesarete sahip bir yapısı var. Bu yüzden belki de bu kadar önemli. Kendi müzikal dünyamdan arkadaşlarımın da daha cesur olmalarını isterdim. Çok cesur değiller. Belli bir formüle yapışıp kalmayı tercih ediyorlar çoğu zaman. Yaşlandıkça iş daha da zorlaşıyor. Oysa yaşlandıkça daha cesur olmak gerekir. Kızılok öyleydi mesela. Yeri gelir saçma sapan bir şey de yapabilirsin. Kimse de seni onunla yargılamayacak. “Hayatının bir döneminde de bunu yapmış,” derler en fazla. Benim beklediğim şey o.


YHT: Peki ya “alternatif” tabir ettiğimiz müzik türü? Bir dolu genç isim var o kulvarda.

DB: Onları çok seviyorum. Hatta o tuhaf isimli gruplar furyası benim çok hoşuma gidiyor. Bence müthiş bir şey. Zaten tuhaf isimli gruplar demek de saçma. Bulutsuzluk Özlemi çok mu normal bir isimdi yani? Belli bir ekolün devamı olabilir o. Bir kere çok müzisyen çocuklar bunlar. Bir tek eleştirim, bazen çok karanlık, umutsuz olabiliyorlar. Bizim millette de o var ya. Herkes ağlar ama işler her zaman da kötüye gitmez. Hep öyledir yani. Ama hep beraber ağlayalım gibi bir durum var. Böyle bir mutabakat var sanki. Hani her şey kötüye gidiyordu? E her taraf festival ve hepsi tıka basa dolu. Kaç tane festival oldu bu sene? Kötü giden hali buysa o zaman ben ‘90’ları yaşamadım yani.


YHT: Biraz hikâyenin başına dönecek olursak… Nasıl başladı müzikle yakınlığınız?

DB: Sivas’ta doğdum çünkü babam o dönem Divriği kaymakamıydı. Sol görüşlü bir adamdı. Bağlama hastasıydı, öyle böyle değil. Hep benim de bağlama çalmamı istedi. Dört yaşında filan başladım ben çalmaya. Bir de elim de yatkındı, becerebiliyordum. Çocukluğum hep taşrada geçti. Sivas’tan sonra Çorum, Siirt, Mersin… Her yere gittik. Bir tek Karadeniz’e yolumuz düşmedi. O dönemde bağlama çalarak büyüdüm. Orta okula geçtiğimde Ankara’ya taşındık. Herhalde televizyonda görmüştüm, sebebini hiç hatırlamıyorum ama ben trompet çalacağım diye tutturdum. Takmıştım. Ben barok müzik çalacağım ve trompet istiyorum. Ekrem Akkerman vardı, Ankara Devlet Operasının baş trompetçisiydi o zamanlar. Ondan ders almaya başladım. Ama gençlik dönemi tabii ve bir yandan da “rock’n roll”u keşfediyorsunuz. Jimi Hendrix diye bir adamı keşfettim mesela. İstanbul’a taşınınca tabii barok müzik de trompet de rafa kalktı ve ben bu sefer bas gitar çalacağım diye tutturdum. “Oğlum gitar çal bari,” diyor babam “Ben bas gitarın ne çaldığını bile duymuyorum!” Neyse, ikna ettim bir şekilde ve lisede fanatik bir şekilde bas gitar çalmaya başladım. Ders filan çalışmıyorum, günde on saat filan bas çalıyorum.


YHT: Bulutsuzluk Özlemi’ne nasıl girdiniz?

DB: Benim Hush diye bir metal grubum vardı. Fenerbahçe’de bir konserde çalacaktık, iptal oldu. Nejat Yavaşoğulları da hasbelkader gelmiş oraya. Ben zaten takip ediyordum onun yaptıklarını. Nejat’la orada bir tartışmaya girdim nedense. Sizin jenerasyon şöyledir de böyledir de… Saydırıyorum. Nejat’ın da hoşuna gitmiş. Sonra bir iki bir yerden de araştırmış, çalabiliyor muyum diye. Basçıya ihtiyaçları varmış. Çağırdı beni. Önce naz yaptım çünkü bir yanda da üniversitede mimarlık okuyorum ve ikisine birden yetişemeyeceğimi düşünüyorum. Zaten sonra yetişemedim ve mimarlığı bıraktım.


YHT: Amerika’ya gidip Berklee’de ses kayıt mühendisliği eğitimi almışsınız sonra. Niye ses kayıt mühendisliği?

DB: Kayıt yapmaya çok takıntılıydım. Ekonomik gücümün yettiği kadar ufak tefek aletlerim vardı. Oradan buradan ödünç aletler bulup onlarla kayıt yapıyordum ve o zamanki aklımla kayıt teknolojisiyle ortaya çıkan eserin değerinin besteyle eşit olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden de kayıt yapmak çok çok önemliydi benim için. Bir biçimde zaman beni haklı çıkardı. O zamanlar kayıt teknolojileri Türkiye’de çok zayıftı. Enteresandır, ’80 öncesinde çok çok iyi kayıtlar yapılmıştır ama ne olduysa ‘80’den sonra bozulmuştur. ‘80’de dünyada elektronik enstrümanlar ön plana çıkmaya başlıyor. Ama biz bizzat üreticisi olmadığımız için o cihazların, onun estetiğini yakalayamadık galiba. Barış Manço’nun ’79 albümünü dinleyin, ‘70’lerin estetiği ile harika bir iştir. ’81 albümünü dinleyin, “Abi ne yaptın?” dersiniz. Çünkü daha anlamamışız onu. Ve ‘90’ların ortasına kadar filan da o öğrenme süreci devam etmiş.

Mesela Bulutsuzluk Özlemi’nin “Güneşimden Kaç” albümünü Uğur Başar’ın Ulus’taki stüdyosunda yaptık. Davul kaydetmeyi bilmediğimizden dolayı, “Elimizde yeni bir alet var, biz bu davulları yazalım,” dediler. Hakikaten de davullar yazıldı ve bize de iyi geldi o zaman o “sound”. Ama şimdi dinliyorum… Karton da olsa, davulcu çalsaymış keşke. Çok çok da kötü yapmamışız belki ama “rock’n roll”a biraz ihanet etmişiz.

İşte bu kayıt takıntısı sebebiyle Berklee’de ses kayıt mühendisliği okudum. Ama orada okumuş olmanın faydasından çok zararını gördüm.


YHT: Neden?

DB: İnsanların beklentisi yükselmişti çünkü. Sanılıyordu ki orada okudun geldin ve Chick Korea oldun. Öyle bir şey yok tabii. Bu beklentinin içinde biraz kıskançlık da vardır, “Çıtayı sen yükselttin, hadi bakalım şimdi uğraş,” demek de vardır. Vardır da vardır… Hatta giderken referans mektubu almak için başvurduğum, aynı bölümden mezun bir ağabeyimiz “Emin misin?” diye sordu bana. “Çok şey umut ediyorsun, seni başka bir noktaya getireceğini düşünüyorsun ama emin misin?” Hatta “Gideceksen gelme,” bile dedi. Haklı da çıktı.

Şu anda bana soranlara da ben kabaca aynı şeyi söylüyorum. Çünkü sanat işi fizik profesörü olmaya benzemiyor. Sanat işinin temelinde yetenek, fikir, bilmem ne yok. İşin temelinde hırs var. Her zaman böyleydi. Bununla barışmanın bir mahzuru yok. Kim daha hırslıysa, o başarılı oluyor. Bu iş bu. Ama tabii çok çirkin noktalara gidebiliyor o hırs. Hele dünyanın şu andaki haliyle. O kadar “rantable” bir iş ki çünkü.

Amerika’dan döndüğümde başka bir Türkiye vardı zaten. ’95 ile ’99 arasında ne olduysa, Türkiye’de ‘rock’ patlamış herkesin karakteri değişmişti. Bütün piyasa değişmişti. Benim için bir afallama dönemi oldu aslında. Ben öyle ‘rock star’ materyalli bir adam değilim çünkü; o zaman da değildim. Onun için bir adaptasyon sıkıntım oldu.


YHT: Aslında bir yandan da sizin gibi ana akımın dışında müzik yapanlar için kapılar açılmıştı. O fırsatı değerlendirmek istemediniz mi?

DB: İstedim. Uğraşmadım da değil aslında. Ama benim anladığım prodüksiyon mantığından çok farklı işliyordu sistem ve ben o treni kaçırmıştım. O dönem kişisel sebeplerden dolayı tatile bile gelmedim ben Türkiye’ye. Sadece telefonla konuşuyordum. Bir şeyler dönüyor biliyorum, bir yandan da aklım burada. O dönüşümün Türkiye’de ‘rock’ müziğin keşfedilmesi ile ilgili bir şey olduğunu düşünmüyorum sadece; ekonomik sebepler de vardı muhakkak. Bizimkiler mevzuya uyanmıştı. Çünkü o dönem meşhur olanların neredeyse hepsi üç beş sene geriye sardığında “Türkçe ‘rock’ olmaz,” diyen tiplerdi. Meğer Türkçe ‘rock’ oluyormuş, hem de nasıl… Elebaşı da onlar oldu.

YHT: Siz de “Türkçe ‘rock’ olmaz diyenlerden miydiniz peki?

DB: Yok. Ben zaten Bulutsuzluk Özlemi’nde çaldım. Tam tersine Türkiye’de “rock” olacaksa Türkçe olacak diyenlerin içindeydim. Hatta Amerika’daki okulumdan bile Türkçe şarkılarla mezun oldum.


YHT: Yeri gelmişken… Enteresan şarkı sözleriniz var, şarkılarınıza ve albümlerinize verdiğiniz isimler de enteresan çoğu zaman. Bunun üzerine konuşalım mı biraz?

DB: Açıkçası benim için şarkı sözleri bir düşünce ortamı gibi. Şiirsel bir yaklaşımdan çok, birer deneme gibi. Hepsinin arkasında mutlaka bir alt metin vardır, bir hikâye vardır, bir yerlere gönderme vardır. İlla ki bir şeylerden bahsediyorumdur orada. Ama bazı şeylerden direkt bahsedemezsin ve onları gizlemek istersin. O zaman kelime oyunlarına girişiyorum. Bir de söz yazarken kelimeleri hem anlamsal olarak hem de müzikal olarak analiz etmeye çalışıyorum. Bazen tutturabiliyorum, bazen tutturamıyorum ama yapmaya çalıştığım şey bir matriks gibi onları organize etmeye çalışmak. Onun için de bir şaire pek benzemiyorum. Yazdığım sözler düz metinlere daha çok benziyor olabilir. Ama kelimelerin iki ya da üç anlamlı olma özelliklerinden çok faydalandığımı söyleyebilirim. Bir de kelimeleri hecelere bölüp öyle kullanma çabası var.

Aslında şöyle de bir denge var. Bir tablo yaptın, içinde bin bir türlü renk var, bir manzara var filan. Ama orada senin asıl göstermek istediğin neyse ona odaklanırsın. Ve insanlar üç tane fikri satın alamazlar. Bir tane fikri satın alırlar. Onun için üretirken senin önem verdiğin şey ne ise geri kalanını biraz bulanık bırakman lazım. Mesela Bob Dylan çok güzel bir örnektir. Onun en önemli özelliği anlattığı hikâyelerdir. Onun için vokal önemli değil. Hatta biraz çirkin olması onun için faydalı oluyor. Grup o kadar önemli değil. Biraz salaş çalmaları filan işe yarıyor çünkü senin sözlere konsantre olmanı sağlıyor. Bunun tam tersi olarak da eğer sen müziği ön plana çıkarmak istiyorsan sözlerden birazcık uzak durmanda fayda oluyor. Ben bunu yapabiliyor muyum? Her zaman yapabildiğimi söyleyemem. Mesela elinde çok iyi bir beste oluyor, bunun üzerine söz yazmaya başladığında bir fikir geliyor aklına ve atamıyorsun çöpe. Müzik de iyi. İkisini birleştiriyorsun ve ortaya çıkan sonuç total kötü oluyor. Sinemacıların öyle bir lafı vardır, “kill your darling,” derler. Çok beğeniyorsun sahneyi ama filmde olmadı. Mecbursun, öldüreceksin orayı. O, o kadar acı verici bir şey ki. Benim pozisyonumda onu yapmıyorsun işte. Ama profesyonel bir prodüktörle çalışıyor olsaydım gözümün yaşına bakmazdı. Ben de başkasıyla çalıştığım zaman yapıyorum çünkü.    


YHT: Artık şarkılar videolarından ayrı düşünülemez hale geldi neredeyse. Müziğin görselleşmesi nereye kadar gidecek sizce?

DB: Belki duvara toslamışızdır bile. Bir kırılma yaşanacak ama nerede yaşanacak onu bilmiyorum. Ben her zaman görselden uzak durmaya çalışanlardan biriydim. Tarihimde bir tane video-klip denemem var. Görüntü olarak da kendimden çok hazzeden bir adam değilim. Belki daha yakışıklı bir adam olsam daha severdim kendimi. Onun üzerine çok eğilmedim ama ‘80’lerden itibaren “video killed the radio star” durumu var. Bazıları bununla çok barışıktı. Barış Manço barışıktı mesela ve çok da iyi bilirdi bu işleri. Rahmetli sistemin nasıl ilerlediğini görmüş. Ama bir noktadan sonra müziğin içi boşalıyor tabii. Yine de çok eleştirmesem olur aslında. Adama derler ki “Sen bu kadar sadece müzikle ilgileniyorsan, o zaman ortaya güzel bir yüz koy ve onun arkasında bu işleri yapmaya devam et.” Aslında bu da çok mantıklı. Niye olmasın ki? Niye yapmadım öyle ben? Bilmiyorum. Ama bir duvara tosladık. Hem müzikal olarak hem görsel olarak şu anda bir kırılma noktasındayız.


YHT: Müzik bedelsiz servis edilen, dağıtılan ve paylaşılan bir şey mi olacak ileride?

DB: Bülent Forta “İlerleyen yıllarda müziğin bir belediye hizmeti gibi dağıtılacağını düşünüyorum,” demişti. Olabilir. Ama o zaman üreticileri çok küstürmüş oluyorsunuz. Bu işin en temelindeki kreatif gücü öldürmüş oluyorsunuz. Öyle olunca halihazırda yapılmış şeylerin “reissue”ları ön plana çıkıyor. “Remix” dünyası zaten daha da büyüyecek. Bunlar iyice katlandığı zaman bu defa peygamberleştirme durumları ortaya çıkacak. Zaten var şu anda. John Lennon peygamber şu anda. Pink Floyd bilmem ne… Çünkü yerlerine yenileri ikame edilmiyor. Onun için diyorum ya belki yeni jenerasyon bu oyuna hiç girmeyecek. Müziği kaydetmeyi tamamen reddedecekler. Ben böyle bir şey bekliyorum açıkçası.

Nasıl şimdi sosyal medyayı takip etmeme gibi yeni trendler başladı… Belki gerçekten de yeni müzisyenler kaydetmeyecek. Çünkü kaydettiğin anda o Kızılderili sözüne dönüyoruz. Fotoğrafını çekince ruhunu hapsediyorsun. Belki gerçekten kayda alınmaması lazım. Kayıt müziğe göre çok yeni bir teknoloji. Müziğin kayıtla alakası yok. Hatta sesle bile alakası yok. Müzik beyninde duyduğun bir fikir. Sağırlar için müzik deneyenler var şimdi. Niye olmasın ki? Müziği hep sesle ilgili bir kavram olarak biliyoruz. Oysa ses denen fenomen hava ortamındaki titreşimlerin bizim tarafımızdan algılanması ve yorumlanması. Oysa beyinde hava filan yok. Demek ki müzik başka bir şey ve ses müziğin bir aracı. Belki önümüzdeki yıllarda yeni kavramlar türeyecek ve müzikal algımızı bambaşka bir yöne çekecek. Belki yeni jenerasyon ürettiklerini duyurmayı da reddedecek. Sen arayıp bulmak zorunda kalacaksın.


YHT: Bugünün genç müzik dinleyicisi de kendisine geleneksel medya vasıtasıyla dayatılandan ziyade kendi kendine internetten keşfetmeyi ve kendi arasında paylaşmayı tercih ediyor gibi aslında.

DB: Zamanında da öyle değil miydi? Biz de kendi karışık kasetlerimizi yapardık. O bir iletişim sistemi aslında. O iletişim sisteminde bütün güç birisinin eline geçiyorsa diğer tarafta buna reaksiyon veriyor ister istemez. “Underground” dediğimiz şey de öyle çıkıyor zaten. Benim mesela kişisel tecrübemde şöyle bir şey. Kendimce mükemmel kaydettiğimi düşündüklerim… İşte balanslar doğru, entonasyon doğru, “mix” doğru filan diye inandıklarım değil o anda kaba saba kaydetmiş olduğum şey daha fazla ilgi çekiyor. Onu daha dürüst buluyorlar. Benim “samimiyet notaları” dediğim bir şey var; detone notalar. Bence öyle bir kavram olabilir. Tamamen ton içinde çok mükemmel söylenmiş notalardan ziyade, hafif kırık, yer yer bozuk sesler samimi geliyor insanlara. Bunu kültürel bir gerileme olarak da analiz etmek gayet mümkün. Eskiden iyi şarkıcı iyi bir şeydi. Şu anda iyi şarkıcı kimsenin umurunda değil. İlginç şarkıcı arıyor herkes. Dünyada da öyle. Bir yığın prematüre doğmuş bebek sesi gibi sesi sahip şarkıcı var etrafta.

Sırf şarkı söylemek meselesi de değil. Enstrüman çalma anlamında da öyle bir kırılma yaşandı ‘90’ların ortasında. ‘80’ler mesela virtüöz gitarcı yıllarıdır. Şöyle bir örnek vereyim. Mesela Fender gitarlar Amerikan üretimidir. Üretim miktarı bellidir, satabileceğin miktar bellidir ve virtüöz gitarcı önemlidir. ‘90’ların ortası ile birlikte NAFTA anlaşması imzalanıyor. Fender firmasını direkt Meksika’ya taşıyor. Üretim herhalde iki katına filan artmıştır. Ve o dönem Nirvana ile aynı döneme denk geliyor. Nirvana ile beraber artık virtüöz gitarcı istenmiyor. Üç beş akor bilsin yeter. Böyle olunca bir anda senin müşteri kitlen, on tane deli gibi gitar çalışan yerine yüz bin tane fazla da gitar çalışmayan kitleye dönüşüyor. Ticaretle o kadar örtüşüyor ki bu müzik tavırları. Onun için ‘90’ların ortasından itibaren virtüöz gitarcıların küçümsendiği bir dönem başladı ‘90’ların ortasından itibaren. Bir açıdan da rasyonel. Bir çocuğu niye eve kapatıp da bütün gün gitar çalıştırasın ki? Böyle de düşünebilirsin.

Bunların hepsi dünya nüfusu ile ilgili şeyler. Belli bir pasta var. O pasta büyüyemiyor ama ondan pay almak isteyenlerin sayısı giderek artıyor. Buna yapacak bir şey yok. Demek ki bizim artık yeni bir Bach’a, yeni bir Dede Efendi’ye filan ihtiyacımız yok artık. O başka bir dünyaydı. Şimdi biz önümüzdeki maçlara bakmak durumundayız.


YHT: Sektörde saygın bir müzisyensiniz. Siz kime ya da kimlere saygı duyarsınız peki?

DB: İsim vermeyeyim ama çok isim var, onu söyleyebilirim. Aslında kendime idol olarak aldığım kimse olmadı. Ama belli yeteneklerine saygı duyduğum çok insan var. “Şu işi de bu müthiş kıvırıyor,” dediğim çok isim var. Hatta müzikal olarak hiç beğenmeme, hiç aynı kulvarda olmamamıza rağmen “Herkes onun gibi davransa ne güzel olurdu,” dediğim isimler de var.

YHT: Ülkenin gidişatı endişelendiriyor mu sizi?

DB: Hayır. Çok net söyleyeyim. Sadece ülkeden yola çıkıp analiz yaptığın zaman çok kötü sonuçlara varabilirsin ama bu ülke dünyanın bir parçası ve dünya gidişatı içinde bir analiz yapmak lazım. Şu anda dünya yerinden oynuyor. Bütün dengeler değişiyor. Ve bu, tek başına bu ülkenin suçu filan değil. Ben mecburiyetten dolayı Türkiye’de yaşıyor değilim. Bilerek, isteyerek ve severek buradayım. Bir dönem taşınmayı düşünmedim değil. Şu anda öyle görmüyorum. Çocuklarımın burada büyümesini istiyorum. Seviyorum burayı. Bir de ülkenin her yerinde geçti benim hayatım. Aslında ben safkan Anadolu çocuğuyum yani. Şarkılarımdan anlaşılmıyor olabilir ama… Ben şarkılarımdan niye anlaşılmadığını da anlamıyorum.

EYLÜL 2018

1 yorum:

  1. Şu ana kadar okuduğum, izlediğim ve dinlediğim en iyi röportaj olmuş... Demirhan Baylan'la güzel bir frekans yakalamış, bir düet yapmışsınız. Tebrikler...

    YanıtlaSil