Yeter ki Müzik Olsun
  • Seninle Üç Dakika
  • _Giriş
  • _1975
  • _1976
  • _1977
  • _1978
  • _1979
  • _1980
  • _1981
  • Röportajlar
  • Konser Yazıları
  • _2019 Konserleri
  • _2018 Konserleri
  • _2017 Konserleri
  • _2015 Konserleri
  • _2016 Konserleri
  • _2014 Konserleri
  • Günün Şarkısı
  • Albüm / Şarkı Eleştirileri
  • Güncel
  • Yıldızlar
  • Klasikler
  • Ses Dergisi
  • Günlükler
  • _Eurovision 2011 Günlüğü
  • _Eurovision 2010 Günlüğü
  • _Nasıl TV Programı Yaptık?

 TARKAN - "KUANTUM 51"


Tarkan'ı öncelikle günün avam tarz ve türlerinden uzak durduğu, "rap"çilerle filan iş birliği yapmadığı, "sound"unu güncellerken kendi tarzının dışına çıkmadığı için alkışlamamız gerekiyor. Gerisini sonra konuşuruz.

Böyle bir şey yazdım X’e. Yeni Tarkan albümünü ilk dinlediğimde, edindiğim ilk izlenimlerden biriydi bu. Başka izlenimler de vardı kuşkusuz ama onlardan emin olmak için albümü uzun uzun dinlemem gerekiyordu. Zaten sosyal medyada albüm/şarkı eleştirisi yapmaktan mümkün olduğunca kaçınmıştım yıllardır. Zamanın ruhu her şeyi alabildiğine çabuk ve kısa yoldan söylemeye mecbur ederken bizi, okuduğunu anlama yetisini almıştı elimizden ve kısa olsun diye önü arkası kurulmamış fikir cümleleri çoğunlukla yanlış anlaşılıyordu.


Nitekim Tarkan’ın yeni albümü hakkındaki bu bir cümlelik ilk izlenimim de aldı yürüdü. Doğru anlayan kaç kişiydi bilmiyorum. Beğenenler, paylaşanlar sahiden kurduğum cümleyi mi beğenmişti yoksa Tarkan’ın yeni albümünü övdüğüme mi kanaat getirmişti ona emin değilim ama verip veriştiren, laf sokanlar kesinlikle öyle düşünüyordu, o belliydi. Çünkü herkes fikirleri kalın cümlelerle duymak ve fikrin sahibini kendi tarafında görmek istiyordu. Neredeyse yirmi beş yıldır sayısı bini aşkın müzik eleştirisi (fikir yazısı) yazmış (ve hep uzun uzun, ince ince yazmaktan hiç vazgeçmemiş) benden bile beklenen buydu.


Ben Tarkan’ın albümünü övmedim. Öve de bilirim, o ayrı. Ben Tarkan’ın albümünü yaparken tuttuğu yolu övdüm. Çünkü evet, 50 yaşını devirmiş, devirirken de ülkede son 30 yılın popüler müziğine damga vurmuş ve hayatı boyunca “hip hop” sularına hiç yakın olmamış birinin Z kuşağına yaranmak adına “rap”çilerle iş birliği yapması sadece acizlik ve çaresizlik göstergesi olurdu bence. “Rap”in bu kadar popüler ve dejenere olmadığı dönemde Burcu Güneş, Candan Erçetin ve Sezen Aksu’nun Ceza’yla yaptığı harikulade şarkılar hiç öyle olmamıştı mesela. Orada yenilikçi bir tavır ve çemberin dışına çıkma cesareti vardı çünkü. O gün çemberin dışına çıkmak sayılabilecek şey bugün içine girmeye çalışmak anlamı taşıyor ne çare.


“Rap”in gerçekten bir alt kültür olduğu, yaşadığımız kentlerin arka sokaklarını, o sokakların çoğunlukla bilmediğimiz, haberdar olmadığımız dünyasıyla, diliyle bizi tanıştırdığı, bir tepki, bir çığlık, hatta bir direniş ve karşı duruşu simgelediği zamanlardan bugüne çok şey değişti. Sürekli lüks arabalardan, nasıl kazanıldığı belirsiz paralardan, ne maksatla yapıldığı aşikar gece gezmelerinden bahseden, alabildiğine cinsiyetçi bir dille kadını aşağılayan, kadına kalçalarınca değer veren, sevmeyi “manita”cılığa ve fütursuz sekse indirgeyen, madde kullanımını üstü örtülü ya da apaçık bir biçimde öven ve öfkeyi, şiddeti, kavgayı telkin eden, üstelik tüm bunları asla Türkçe’ye ait olmayan bir dilbilgisi, telaffuz ve diksiyonla, bolca küfür ve edepsiz kelimeyle dillendiren “rap” şarkıları (yani bugünün listelerden düşmeyen “rap işleri) ayan beyan ortadayken bizim bildiğimiz “rap kültürü”nden bahsetmek imkânsız. Çünkü o kültür bu kültür değil. En azından bu ülkede değil.  

Her şeye rağmen, hâlâ gerçek “rap” yapanları tenzih ederek söylüyorum tüm bunları. Her genellemenin içinde mutlaka istisna payı saklıdır.


Yazının başında alıntıladığım cümle nedeniyle Tarkan’a “şakşakçılık” yaptığımı söyleyenler de oldu. Bilen bilir ama bilmeyenler için hatırlatmak gerekiyor demek ki. Bunca yıldır yazılarım nedeniyle sektörde kazandığım tanınırlığın özel hayatımda hiçbir karşılığı olmadı. Olmasını bizzat ben istemedim çünkü. Müzik ortak paydası dışında ahbaplığım olan ve sayısı beşi bile bulmayan kişi dışında hiçbir ünlü şarkıcıyla, aynı masada oturup yemiş içmişliğim, onu bırakın, bir kahve içmişliğim, aynı fotoğraf karesinde samimiyet pozları vermişliğim yok. Kimseyle enseye tokat olmadım, olmaya da heves etmedim. Hem müziğini hem de kendisini çok sevdiklerimi, yakın hissettiklerimi bile hep belli bir mesafeden takip ettim.


Yıllardır davet edilen lansman, basın toplantısı, konser gibi etkinliklere hep seçerek, hakkında yazmak niyetimi göz önünde tutarak gitmişimdir. Gittiklerim davet edildiklerimin beşte biri bile değildir.

Hâlâ bir müzisyenle röportaj yapmak istediğimde kendisini değil basın danışmanını arıyorum. Bir tek kişi de çıkıp “Yavuz Hakan Tok beni iş için, röportaj için ya da bir program için değil, sadece muhabbet etmek için aradı,” diyemez ki zaten yakın çevrem bilir, telefonla konuşmaktan çok sıkılırım.  

Son bir buçuk yıldır yaptığım radyo programına konuk ettiğim isimler sayesinde müzik çevrelerinde kredimin benim zannettiğimin çok daha üstünde olduğunu fark ettim. O krediyi hiç kullanmadığım için bunca yıldır farkında değilmişim. Hâlâ kullanmıyorum. Hiçbir zaman “ünlülerin yakın arkadaşı” o kişi olmadım, bu saatten sonra olmak niyetinde de değilim.            


Dolayısıyla birini ya da birinin yaptığı işi överek, gereğinden fazla yücelterek varacağım bir yer yok. Ha şunu da söyleyeyim. Yıllar içerisinde yaptığım bunca iş arasında bana en az maddi getirisi olan müzik eleştirmenliği oldu. Yazılarımın büyük kısmını zaten kendi hesabımdan (“blog”umda) yayımladım. Gazete ve dergilerin telif ücretlerinin sembolikliğini zaten bilen bilir. Bir fenomen eskisinin zamanında yaptığı gibi üç ünlüyle tanışıp, şöyle veya böyle çevrelerinde dolanıp, sonra o zavallı hikâyeleri derme çatma bir kitaba dönüştürmeyi ise aklımın ucundan bile geçirmedim.

Tabii ki yazılarımda objektiflik kadar öznellik de vardır. Eleştiri tam da böyle bir şeydir. Tarafsız olmak adına dümdüz, yorumsuz yazılan yazı eleştiri değil, haber olur. “Fikir yazısı” ise, adı üstünde öznellik içerir. Yazanın bilgi, birikim, deneyim, beğeni ve algısının bir tezahürüdür. “Acaba bu konu hakkında ne düşünmüş?” diye merak eder, öyle okursunuz. Yazdıklarına katılırsınız, katılmazsınız, haklı bulur ya da bulmaz, değer verir ya da vermezsiniz, o sizin bileceğiniz iş. Sonuçta kimin fikirleri mutlak doğruyu gösterebilir ki? Mutlak doğru var mıdır? 

Uzun lafın kısası “şakşakçılık” lafı beni öldürmek için kullanılabilecek en yanlış silah. Sıradakine geçelim.


Yazının en başındaki cümleyi kurmamın üzerinden birkaç gün geçti. Ben bu sırada Tarkan albümü biraz daha dinledim. Kaleme alınacak başka cümleler birikmeye başladı yavaş yavaş. Sonra aklıma Tarkan’ın “Geççek” şarkısı için yazdığım yazının korkunçluğundan bahseden o yorum geldi. İddiaya göre Tarkan’ın son dönemlerinde beklentilerini karşılayamamasının sebebi ben ve benim gibilerin yaptığı böylesi olumlu yorumlarmış. Yanlış mı hatırlıyorum diye açtım yazıyı tekrar okudum. Ve ne oldu biliyor musunuz? “Geççek” yazısında Tarkan ve şarkı hakkında takıldığım detayları, yazdığım olumlu ya da olumsuz eleştiri cümlelerini yeni albümü için de büyük yüzdeyle birebir kurabileceğimi gördüm.


Mesela yazının başlangıç paragrafları:

Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu? Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.

Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert, uydurmasan ayrı dert.

Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni şarkısını.

Bu cümlelerdeki “şarkı” kelimesinin yerine “albüm” kelimesini koyarsanız, pekâlâ yeni albüm yazısının da girişi olabilir. 


Şimdi yine “şarkı” yerine “albüm” koyarak devam edelim.

Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.

“Kötü…”

“Çok kötü…”

“Tarkan bunu senden beklemezdim.”

“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”

“Tarkan vurdu gol oldu!”

“Tarkan farkı.”

E birebir aynı cümleler olmasa da albümün çıktığı gece de benzer yorumlar yapılmadı mı? Yapıldı.


Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın. Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler, “retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.

“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.

O zaman bu zaman Twitter X oldu ama bahsettiğim delilik hali azalmadı, aksine arttı. Hatta o kadar arttı ki üreten, besteleyen, yazan, çizen, şarkı söyleyen herkesin hevesi kaçtı. Deriniz ne kadar kalın olursa olsun (ki insanız sonuçta) hakkınızda ya da ürettiğiniz şey hakkında sosyal medyada yapılan şuursuz, akıl dışı, mantık dışı, cahilce ve hakaretamiz yorumlar bir yerden sonra neyi, ne için, kimin için yaptığınızı sorgulatıyor size. Üzerine ince ince düşünüp, bin bir emek verdiğiniz ama daha da önemlisi o kadar ince düşünebilmek ve o emeği sarf edebilmek için upuzun yollardan, yıllardan, düşmelerden kalkmalardan geçtiğiniz üretiminiz beş dakika içinde üzeri çizilip, karalanıp, tu kaka edilebiliyor. Çoğunlukla da bunu o geçtiğiniz yollardan, yıllardan hiç geçmemiş, sizin ceketinizi hiç giymemiş birileri yapıyor. Geçse/giyse zaten yapmaz. Bu kadarı yetmezmiş gibi bir de anlamlandıramadığınız bir öfkenin hedefi haline geliyorsunuz.  

Sonra yeni bir şey yapmak istediğinizde buna ne derler, bunun burasına ne tepki gösterirler, şuna bir laf ederler mi derken bir bakıyorsunuz, yeni bir şey yapmak gelmiyor içinizden. Ben yazı yazmak istemiyorum, beriki şarkı yazmak istemiyor, ötekinin içinden bir fotoğraf çektirmek bile gelmiyor.


Neyse… “Geççek” yazısından alıntılara devam edeyim.

Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için geç bile kalmıştı.

Evet, hâlâ aynı şekilde düşünüyorum. Sonra da demişim ki:

Cilve yapmıyor, nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.

Şimdi hemen açın albümden “Enseyi Karartma”yı dinleyin. “Geççek”deki Tarkan’ı orada da bulacaksınız. Albümün en cilveli şarkısı “Olay”da bile “Bizden geçti bu işler mirim,” diye düşünen, son ana kadar gemi azıya aldıktan sonra “Atın ölümü arpadan olsun,” diyen yani genç yaşların gözü karalığında değil orta yaşların temkinliliğinde bir adam var. Bu adam “Yakalarsam…” diyen o delikanlı değil artık. “Yo” da yürekten sevmenin teminatını veren adam da “Seviş Benimle” diyen genç adamdan daha ağır, daha oturaklı. Hatta “İllallah” ve “Sorma Gitsin”de “Batsın Bu Dünya” türevi bir ‘70’ler Orhan Gencebay abiliği bulmak bile mümkün.  

Ve evet bu albümde de en alaturka şarkıda bile o meşhur “vibrato”larının altını epeyce kısmış bir Tarkan var. Hatta belki de “eskisi gibi değil” diyenler farkında olmadan en çok bunun eksikliğini hissediyor da olabilirler.  


Dikkat edin, ne demişim? (“Şunu demek istedim”li cümleler kurmak zorunda kalmak da ne tuhaf!) Demişim ki “Bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle konumu ya da donanımı gereği.” E ben daha ne diyeyim? Mealen “Daha ince, daha derin sözler yazmaya Tarkan’ın donanımı yetmiyor,” demişim işte. Yetse bile konumu gereği o riski almaya cesaret edemiyor. Çünkü yüzebildiği sular belli. Oralarda yüzmüş yıllar yılı. Daha derine atlarsa boğulacağını düşünüyor. Bu bir eleştiridir. Övgü değildir.


Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele’inki gibi “old school” bir “sound” bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece “rap”, “trap”, “R&B”, “hiphop”tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah’tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.   

Bakın bu paragrafta yazdıklarım da birebir bu albüm için yazılabilir. Ozan Çolakoğlu’ndan başka aranjörler de var albümde ama hepsi Tarkan müziği sınırları dahilinde, yani olması gerektiği gibi yapmışlar işlerini. Ben kendi tarzı, meşrebi içinde gayet iyi düzenlemeler duyuyorum albümde. Teknik olarak da son derece temiz. Ev stüdyolarından çıkmış kötü mikslenmiş, ucuz işlere mi alıştı kulaklar, ne oldu? Beyonce “country” albümü yaptı arkadaşlar. Bir nevi türkü albümü yani. En modern, en yeni “sound” diye bir şey yok. Kaldı ki bugünlerin yenisi ‘80’lerin eskisi mesela, onu ne yapacağız?


Ve “Geççek” yazısının son paragrafı:

Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu. Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı.

Evet, hatırlayanlar çok iyi bilir ki “Hepsi Senin mi?” de “Şımarık” da zamanında sevildiği kadar tepki de görmüş şarkılardı. Hele “Kıl Oldum Abi” yerden yere vurulmuştu. Çünkü o zamanın ruhunda toplumun büyük kesimi tarafından basit ve ucuz bulunmuş şarkılardı onlar. Bugün onları “iyi şarkı” diye anıyor olmamız bu gerçeği değiştirmiyor. Yani iyilik kötülük yargıları da zaman içerisinde değişebiliyor, onu demek istiyorum. (Bu lafı kullanmaktan nefret ediyorum ama mecbur kullanacağım) Anladınız mı?


Peki biz nicedir moraller bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının çatından vursun mu? Nasıl yapalım?

Evet yine soruyorum: Nasıl yapalım? Herkesin albüm yapmaktan öcü gibi korktuğu, zamanını, emeğini ve parasını boşa harcamak istemediği, dahası herkesin pop yapmaktan öcü gibi korktuğu, demode damgasını yemek istemediği bir dönemde önümüze şıkır şıkır, on yeni şarkıdan oluşan bir albüm konmuş. İçinde herkesin kendince sevdiği de olabilir sevmediği de. Sahiden demode kaçan şarkı da vardır, belki yeni bir öneri sunan da. Önce dinlesek mi biraz? Sonra mı deşsek, eleştirsek? Boşuna “gerisini sonra konuşuruz,” demedim. Konuşacağız elbet. Hatta hadi gelin şimdi konuşalım.


Popüler müzikte adınızı yeni duyurmaya başladığınızda aynı işi yapan herkesten farklı, benzersiz biri olmak büyük bir avantajdır. Ne var ki bu sonsuza kadar sürmez. Bir süre sonra mutlaka sizin benzersizliğinizi örnek alarak size benzemeye çalışan birileri çıkar. Başarılı olur ya da olmaz ama öyle ya da böyle siz eşsiz değilsinizdir artık. İşte o noktada hemen rotayı değiştirmek, başka formüller bulmak gerekir. Bunu yapmazsanız bir süre sonra siz de size benzemeye çalışanlardan birine dönüşür, bir anlamda kendinizin taklidi olmaya başlarsınız. Tabii size benzeyenlere bir gol atmak ve yine benzersiz kalabilmek de o kadar kolay değildir. Rotayı tamamen ters yöne kırmak bu defa tanınmayacak hale gelmek, insanların sizi sevme nedenlerini yok etmek gibi bir risk de taşıyabilir. Tarkan’ın işvesini, cilvesini, edasını bu anlamda Zeki Müren, Türkan Şoray gibi ikonların bizde yarattığı etkiyi yaratmasını sevdik, seviyoruz tamam. Tarkan’dan kötü çocuk olmaz. Nasıl ki Türkan Şoray’dan kötü kadın olmazsa. İşte tam da bu yüzden Tarkan’da “rap” ve türevleri işlemez.


Peki hem kendi gibi kalıp hem nasıl değişecek? Daha önce de söylediğim gibi bu albümde kendi gibi kalma meselesi doğru işliyor ama değişim konusunda yukarıda detay detay anlattığım gibi ilk bakışta fark edilemeyecek kadar az adım atmış, son derece ürkek ve tedirgin davranmış Tarkan. Bunun ana sebebi ne “sound”, ne Tarkan’ın hali, tavrı, ne başka bir şey. Bunun ana sebebi net bir biçimde şarkılar.  

Her durumda Sezen Aksu’yu örnek göstermekten ben de sıkılıyorum artık ama verilebilecek daha iyi bir örnek yok. Sezen Aksu Onno Tunç’la birlikte en tozu dumana kattığı dönemde bile artık üçüncü, dördüncü bir kişiye ihtiyacı olmadığını düşünmedi. Kendisi de şahane sözler yazabilirken Aysel Gürel’i hep yanında tuttu mesela. Onno Tunç büyük büyük besteler yapadururken Sezen Attila Özdemiroğlu’ndan da vazgeçmedi. Ortaçgil’den şarkı aldı, Fuat Güner’den, Hümeyra’dan, Livaneli’den, Ali Kocatepe’den... Kendi müziğinin içine yedirebileceği her farklılığa hep açık kaldı. Dar bir çevrede, belirli birkaç isimle albüm yapmak yanılgısına hiç düşmedi. Şiirin peşine düştü, oradan şarkılar çıkardı. Arif Sağ’dan Goran Bregoviç’e uzandı ve sonsuz bir iştahla denedi, risk aldı, hatta bu uğurda bazen baltayı taşa da vurdu. Hiçbir zaman illa kendi şarkılarımı yazıp söyleyeceğim diye bir inadı olmadı. 2017’de yayınlanan son albümünde bile böyleydi bu ki bence bundan bugünün genç müzisyenleri de ders çıkarmalı.

Yukarıda bahsettiğim kendinin benzerine dönüşme meselesini de böyle aşmıştı Sezen. ‘90’larda bir yerden sonra ortalık minik Sezenciklerle dolduğunda o, taklitlerinin bir benzeri ve kendisinin bir taklidi olmamanın yolunu bulmuş, “Deli Kızın Türküsü” albümünü yapmış, bir anlamda hepsine gol atmıştı.


Peki Tarkan ne yaptı/yapıyor? Son dönemde parlamış onca şarkı yazarı, müzisyen varken hepsini elinin tersiyle itiyor hatta görmezden geliyor. Başka bir dünyada yaşıyormuş gibi. Buralarda ne olup bittiğini hiç takip etmiyormuş gibi. Belki de sahiden öyledir, kim bilir?

Nasılsa Güler Özince sızmış bu kalın duvarların ardına. Onu da Tarkan’ın dijital platformlarda genç müzisyenleri gece gündüz dinleyip “Aaa bak bu kız iyi şarkı yazıyor,” diyerek bulduğunu zannetmiyorum. Güler Özince’nin şarkısı Tarkan’ın dört yanı hendekli kalesine kim bilir kim tarafından sokuldu da bir şekilde ilgisini çekti.

Sonuç itibariyle yedi yıl sonunda önümüze sunulmuş bir albüm var ve biz de Tarkan’a olan sevgimiz ve bizdeki hatırına binaen albümde nicedir değişmiş algılarımızın, müzik beğenilerimizin içine alabileceğimiz, sevebileceğimiz şarkı arıyoruz. Hadi şimdi şarkıları tek tek dinleyelim:


“Yo Yo”: Söz ve müziği Tarkan’a, düzenlemesi Ozan Çolakoğlu’na ait. Tipik bir Tarkan şarkısı. Ritmi ve kıvraklığı nedeniyle hareketli şarkı yokluğu çektiğimiz bu dönemde kulüplerde, orada burada çalınır. Açılışındaki senfonik hareket belli ki yeni Tarkan konserlerinde açılış şarkısı olsun, Tarkan sahnenin altından zırt diye yukarı fırlasın diye yapılmış.

“İllallah”: Sözleri Tarkan yazmış, bestede İskender Paydaş’la Tarkan’ın ortak imzası var. Düzenleme de İskender Paydaş’ın. Girişini, ritmini, yürüyüşü hatta bestesini de sevdim ama sözler şarkıyı alabildiğine aşağı çekiyor. Basit bir formül vardır aslında: Bir şarkı bir eğlence yerinde, kalabalık bir mekanda çalındığında insanlar eşlik eder, bir ağızdan söyler mi diye hayal edin. Ben bu şarkıyı dinlerken “Yaşamak mı bu saaaanki, olduk düzenin köleeeesi” diye bağıra çağıra eşlik eden insanlar hayal edemiyorum asla. Hiçbir şekilde akmıyor sözler. Bir pop şarkısında düzenin kölesi olmaktan şikâyet edebilirsiniz elbette ama bunu öyle cümlelerle ifade edersiniz ki “düzen” ve “köle” kelimelerini kullanmanıza hiç gerek kalmaz. Bu biraz kör gözüm parmağına olmuş.

“Olay”: Söz, müzik Tarkan, düzenleme Ozan Çolakoğlu imzası taşıyor. Bu şarkıda sözler su gibi akıyor mesela. Bir derinliği yok ama eşliğe müsait, melodi ve ritim de eğlenceli. Ve tabii ki yine ne eksik ne fazla, tipik mi tipik bir Tarkan şarkısı. Bence uzun vadede mekanlarda “Yo”dan bile daha fazla çalınabilir.


“Şerbetli”: Sözler Günay Çoban, beste ve düzenleme Turaç Berkay Özer. Bu yazının yazıldığı günlerde halihazırda en çok dinlenen, sosyal medyada etkileşim alan şarkı bu oldu. Bu arada ben de bir kuşağın “şerbetli” kelimesinin anlamını bilmediğini görüp şaşkınlığa uğradım ama işte insan belli bir yaşa gelince bildiği her şeyi kendinden küçük, çok küçüklerin de bildiği yanılgısına kapılıyor. Çare Google’da da değil demek ki. Güzel şarkı, klas şarkı ve muhtemelen albümün kalıcı olacak şarkılarından biri.

“Müteşekkir”: Söz ve müziği Güler Özince’ye ait şarkı bu. Düzenlemeyi Ozan Çolakoğlu yapmış. Düzenlemeyi çok sevdim. Şarkı da o başından beri yazıp çizdiğim hem aynı hem de farklı bir Tarkan formülüne en çok yaklaşan şarkı olmuş albümde. Tabii “Müteşekkir” ismini görünce ben de bir an herkes gibi şarkıyı Sıla mı yazmış acaba diye düşünmedim değil. (O sırada Z kuşağı: Müteşekkir ne demek, ENTER.)

“Darmaduman”: Sözler Tarkan’ın, beste Tarkan ve Murat Matthew Erdem’in. Düzenleme de Matthew tarafından yapılmış. Matthew’den beklenmeyecek kadar arabesk tınılı bir şarkı. Akılda kalıcı bir melodi, melodinin gerektirdiği türden bir düzenleme ama sözler yine sallantıda. Çok daha derin, ince, hatta şiirli sözlerle vurucu bir şarkı olabilirmiş oysa. (Emir Can İğrek var mesela, basit ve akılda kalıcı şarkı sözlerine şiir nasıl sığdırılırın en genç örneklerinden biri.)

Sahi bir de niye Tarkan albümün neredeyse tamamında duble şarkı söylüyor? Yani hiç net, tek bir Tarkan duymuyoruz, hep Tarkan’a eşlik eden bir Tarkan daha var. Eskiden Meral-Zuhal vardı, ikiz kardeşler. Tek sesten birlikte şarkı söylerlerdi. Sesleri de benzerdi doğal olarak. Hah işte Tarkan da hep ikizi Tarkan’la söylemiş gibi şarkıları. Biliyorum bu bir son yıllarda çokça tercih edilen bir yöntem ama bu yer yer koro hissi veren “mix” tekniği buna benzer şarkıların hüznünü, duygusunu eksiltiyor sanki.  


Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Bir dönem sesine, şarkı söyleme biçimine hayran olduğumuz şarkıcıların yeni şarkılarında “eskisi gibi değil” diye düşünmemizin en önemli sebeplerinden biri de gelişen stüdyo teknikleri. Şarkıcılığı, sesi en yeterli, en zarar görmemiş isimler bile stüdyoda şarkıyı bir defada okuyup çıkmıyorlar artık. Bin kanal filan okuyorlar. Sonra o kanallardan kelime kelime seçilip birleştiriliyor ki bu iş aranjörlüğün en önemli, en zaman alan parçası haline geldi yıllardır. Oysa eski stüdyo teknolojilerinde en fazla üç beş yer zorunlu hallerde yeniden okunur, gir çık yapılırdı. Şimdi bu zorunluluk olmaktan çıkıp bir gelenek, bir kural haline geldi. Eğer çok dikkat ederseniz, hassas da bir kulağınız varsa şarkıda kelimeler arasındaki duygu bağlantısızlığını, rezonans farklılıklarını duyabiliyorsunuz. O kadar ince dinlemiyorsanız ya da dinlediğiniz ses sistemi (mesela telefonlar) o farkı hissettirmiyorsa da bütünde bir tatsızlık, bir duygu kopukluğu, bir akışkanlık eksikliğini bilincinde olmaksızın alıyor kulak. Ondan sonra da diyoruz ki: “Eskiden daha çok etkilerdi beni Tarkan’ın sesi, içim titrerdi ama yeni şarkılarında hiç öyle olmuyor.”


Geldik kasetin (ya da plağın) B yüzüne.

“Ayrılık Töreni”: Aysel Gürel’in şarkı sözlerini Tarkan bestelemiş, düzenlemeyi ise Ozan Çolakoğlu yapmış. Bu şarkı sözü aslında 2021 yılında ilk kez Hakan Yeşilkaya tarafından bestelenmiş ve o şarkıyı Ömür Gedik söylemiş. Tarkan’ın bestesinde ise sözlerde yer yer değişiklikler var. Mesela "Karaladım resimde gülen yüzünü, bu sevda bir avuç kağıtta bitti” cümleleri Ömür Gedik versiyonunda yok. Onun yerine “Dört duvar sağır dilsiz hüznümü, boşluğa bıraktım bir ömür bitti” cümleleri var. Bilmiyorum artık orijinali hangisi. (Ki Müjde Ar’ın annesinin şarkı sözlerinin değiştirilmesi konusunda çok hassas olduğunu biliyoruz. Sezen Aksu Sertab’ın “Ateşle Barut”una bir dörtlük ilave etmiş, bunu duyan Müjde Ar küplere binmiş ve şarkı apar topar yayından kaldırılmıştı hatırlarsanız.) Hakan Yeşilkaya’nın bu sözlere yaptığı beste klasik formda ve düşük tempolu iken Tarkan ters köşe yapmış ve şarkıyı yüksek tempolu bir dans şarkısı gibi tasarlayıp adeta ikinci bir “Sevdanın Son Vuruşu”nun peşine düşmüş. Pek yakınından geçememiş ama ben yine de sevdim bu şarkıyı.

“Kalpte Savaş”: Söz ve müziği Tarkan’a, düzenlemesi Ateş Berker Öngören’e ait bir şarkı. Yukarıda bir yerlerde bir Orhan Gencebay lafı etmiştim. Hah işte bu şarkı daha ilk dinlediğimde, oracıkta bir ‘70’ler Orhan Gencebay şarkısı hissi yarattı bende. Şayet daha ilk cümlesinde “Acı çekmekten zevk almaya programlanmışız arkadaş” demeseydi nispeten daha sıcak hisler besleyebilirdim şarkıya. Bir de madem böyle bir şarkı yaptın, hakkını ver, şaşırt bizi. Koy kemanı, klarneti, kanunu, yaylıları, vurmalıları, seyreyleyelim gümbürtüyü ama o da yok ne çare.


“Çınar”: Yine Aysel Gürel’in sözleri bu defa Serkan İzzet Özdoğan tarafından bestelenmiş, düzenlemeyi ise Mert Kemancı yapmış. Bu şarkı sözü (ya da şiir) Aysel Gürel’in ölümünden sadece 15-20 gün kadar önce hastane odasında, o hasta haliyle karaladıkları arasındaydı. O dönem böyle yeni şarkı sözlerinden besteler yapılmış ve “Çınar 1” adında bir albüm çıkarılmıştı. İşte albüme adını veren “Çınar” bu şiirdi ve albümde Müjdat Gezen tarafından şiir olarak okunmuştu. Tarkan o şiirin dizelerindeki bilgeliği, görmüş geçirmişliği, gönlü yüceliği ve elbette dil ustalığını alaturka bir besteyle yerine oturtmuş. Genç bir şarkı değil haliyle ama alan kendi payını alacak ve belli bir yaşa gelmiş ya da gelen herkes bu şarkıdan bir şekilde etkilenecek bence. Yaşımı belli etmek gibi olmasın ama ben etkilendim mesela.

“Enseyi Karartma”: Söz ve müziği Tarkan’a ait bir şarkı. Düzenlemesi Ateş Berker Öngören imzası taşıyor. Albümde en sevmediğim şarkı. Yine didaktik, kör gözüm parmağına şarkı sözleri. Tamam Tarkan “Geççek”te mahallenin sırt sıvazlayan güzel abisi olmaya soyundu soyunmasına ama o bir nebze daha sempatikti. Bir abi bana bu cümlelerle gelse şahsen “Dayı bi’ git işine ya,” derim, kaçarım oradan. “Bir paket sigara olmuş 70 lira, sen bana ‘enseyi karartma’ diyorsun! Ayrıca dertleri bir o yana bir bu yana çalkalamak nasıl bir tavsiyedir? Bu mudur çözümün yani?” Şaka bir yana, ritmi oynamaya çok müsait olsa da pek eğlence yerlerinde çalınacak bir şarkı olmayacağını düşünüyorum. (O sırada Z kuşağı: Enseyi karartmak ne demek? ENTER)


“Sorma Gitsin”: Sözleri Günay Çoban, bestesi Tarkan’a ait bu şarkının düzenlemesini yine Ateş Berker Öngören yapmış. Günay Çoban çok iyi şarkılara imza atmış, iyi bir şarkı sözü yazarıdır. Bunu tartışmam ama albümde eski nesil dertlenmelerle çatılmış (ve nedense hep çoğul) cümleler birden fazla kez karşımıza çıkarken bu Günay Çoban sözlerinde de çıkmasını yadırgadığımı söyleyebilirim. Yüzümüze bir türlü gülmeyen kalleş hayat, çilesi bitmeyen devran, kaderin çizdiği yol yüzünden habire düşerek kedere kul olmamız derken hayat kavgası, kurtlar sofrası filan gelince peşi sıra, bir “N’oluyoruz?” diye soruyor insan. Orhan Gencebay’a saygı selamı bir tık fazla olmadı mı? Şarkının melodisi de haliyle arabesk nağmelerden geçiyor. Sanki şu yeni nesil arabesk furyasına bir parça yakınlaşmak isterken eski nesil arabeske düşmüş Tarkan’ın yolu ki alaturka çok oldu ama arabesk pek olmadı bugüne dek Tarkan. Bence bu durum albümün en büyük defosu.

“Vatanımsın”: Söz ve müziği Tarkan’a ait bu şarkıyı Ateş Berker Öngören düzenlemiş. Ben bu şarkıyı sevdim. Hoş, serin, naif, karmaşık yollara hiç sapmayan, basit bir aşk şarkısı. “Beni Çok Sev”i hiç sevmemiştim, çok hesaplı, çok formüle gelmişti ama bu kez öyle olmamış. Bence uzun vadede albümün akılda kalan şarkılarından biri olur, hatta eline gitarını alan söyler, videosunu çeker, YouTube’a yükler, demedi demeyin. Çünkü basit her zaman çalışır.


Evet her bir şarkı hakkında kendi görüşlerimi yazdım. Altını çiziyorum: “Kendi görüşlerimi”. Aynı fikirde olmamamız beni bozmaz. Sizi de bozmasın, olur mu? Şahsen ben herkesin aynı fikirde olduğu bir dünyada yaşamak istemem.

Özetle Tarkan şaşırtmıyor, “Oha” hiç dedirtmiyor ama bence “Kötü, çok kötü, berbat, Tarkan bitmiş!” filan da değil. Albümü çok dinledim. Bazı albümleri dinlerken bende o an bir şeyler yapma, bir şarkı yazma, bir resim yapma, bir heykel yontma, bir film çekme hisleri uyanırdı eskiden. Galiba “ilham verme” denilen şey tam olarak bu. Nicedir hiçbir albüm bu hissi uyandırmıyor. Geçenlerde bir Kalben konseri izledim, o gece o konser uyandırdı mesela. Ama “Kuantum 51” uyandırmadı. Bu bir ölçüt müdür, onu da bilmiyorum.

Bence Tarkan’ın önünde iki yol var şimdi. Ya konfor alanının içinde kalmaya devam ederek, bunca yıldır yaptıklarının ekmeğini yiyecek ya da artık şöyle bir silkinip, toparlanıp yaptıklarının en iyisinin bu kadar olmadığını gösterme gayretine girecek. Ben her şeye rağmen ikinci yolu seçmek için geç olmadığını düşünüyorum.

 

3
Share

ZEYNEP BASTIK NE DEMİŞ? 


Zeynep Bastık Sober dergisine verdiği röportajda şöyle demiş:

“’Cover’ şarkılar söylemem ve kendi şarkılarım yokmuş gibi davranılması çok büyük bir linç konusuydu benim için.”

2014 ve 2017 yıllarında vasat iki şarkı yayınlanmış, adı sanı bilinmeyen bir genç kızken, 2018’de “cover” videolar yayınlamaya başladı ve ne hikmetse birdenbire izlenme sayılarında 50 milyonlar, 100 milyonlar havada uçuşmaya başladı. 2018-2019 yıllarında sosyal medyada ve ekşi sözlük gibi çeşitli internet platformlarında “Zeynep Bastık şöyle şahane, böyle mükemmel,” türevi yorumların ardı arkası kesilmedi. Hatta o yorumlarda “Zeynep Bastık bugünün Sezen Aksu’sudur” bile dendi!


Müzik sektöründe dirsek çürüten herkes bilir ki böyle şeyler durduk yerde olmaz. Zeynep Bastık son derece planlı, programlı, hesaplı ve kitaplı bir şekilde, bir proje olarak yaratıldı ve piyasada bir “star” olduğu algısının oluşturulabilmesi için ne gerekiyorsa yapıldı.

İlk Harbiye konserlerinde biletlerin “sold out” olduğu ve merdiven biletlerinin satışa çıktığını Biletix, Instagram hesabından duyurdu. Biletix ne öncesinde ne de sonrasında başka bir şarkıcı için hiç böyle bir duyuru yapmadı. Keşke ekran görüntüsünü alsaydım ama almamışım zamanında.

Benzer bir şekilde Spotify Instagram hesabında sadece bir hafta-10 gün içerisinde dört kez Zeynep Bastık paylaşıldığını biliyorum ki şimdilerde bakın, Spotify’ın bir tek şarkıcıyı parlatmak gibi bir politikası hiç yok, aksine o hesaptan mümkün olduğunca dengeli paylaşımlar yapılıyor.

Gelin görün ki Bastık’ın kerameti kendinden menkul bir biçimde “star”lığa oynadığı o dönemde, yani 2017-2020 arasında yayınlanmış (ki ben de dayanamayıp “Zeynep Bastık Bilmem Kimin Veliahdı” başlıklı bir yazı yazmıştım o günlerde) “cover” olmayan beş solo ve iki düet şarkısı vardı sadece.


Elbette benzeri planlar, yoktan yere bir “star” yaratma projeleri müziğin endüstrileştiği ülkelerde yıllardır yapılıyor, yapılmakta (Taylor Swift örneğinde olduğu üzere) ve ticari bir ürünü pazarlama maksadıyla yapıldığı düşünülürse, kendi içerisinde (doğru ya da yanlış) bir mantığı olduğu da söylenebilir. Şahsi düşüncem Zeynep Bastık meselesinde dozun bir hayli kaçmış olması, etik değerlerin aşılması. Üstüne üstlük ticaret mantığında bile kabul edilemeyecek bir biçimde tüketicinin yanıltılması ve haksız rekabet ortamının yaratılması.  

Yani kimse kimseyi ve kendini kandırmasın. Meselenin “cover” meselesi olmadığını herkes biliyor. Zeynep Bastık zamanında onun için yaratılan illüzyona zaman içerisinde kendi de inanmaya başlamış olabilir ama işin aslı öyle değil.

EDİS NE DEMİŞ?

 


Edis, Instagram hesabında Galatasaray şampiyonluk kutlamasındaki şovundan görseller paylaşırken şöyle demiş:

“Bam bam bam.”

Alıntı yaptığı şarkısı “Çok Çok” 2017 yılında yayınlanmıştı. Hâlâ Edis’in en sevilen şarkılarından biri. Galatasaray şampiyonluk kutlamasında, 19 Mayıs kutlamasında, 30 Ağustos kutlamasında, hepsinde hâlâ bu şarkıya da yer veriyor. Ne yalan söyleyeyim ben de nerede duysam hâlâ eşlik ediyorum. Yanı sıra “Yalan”a, “Dudak”a, “Benim Ol”a da.


Norm Ender “Konu Kilit” adlı şarkısında “Yeni bir Tarkan olamıyor mı Edis Görgülü?” dediğinde oradaki ironiyi herkes işine geldiği gibi anladı. Edis bile. Olay Tarkan'a benzemek değildi oysa. Biz bir kesim, müzikle fazladan haşır neşir dinleyici, Edis’in yeni Tarkan olma potansiyelinden sevinçle bahsederken kastettiğimiz şey Tarkan tavrı, tarzı ya da müziği değildi. Ülkede yediden yetmişe herkese hitap edebilen, herkesin sevgisini kazanmış, evin hem uslu oğlu hem haylaz çocuğu, hem masum hem gönül çelen, hem arzulanan hem şefkat gösterilen biri olabilecek şeytan tüyüne sahip olmasıydı. Bu tarifte az insan gelip geçmişti. Bahsettiğim vasıflar sebebiyle yeni Türkan Şoray da diyebilirdik Edis’e ama yaptığı iş itibariyle Tarkan daha doğru bir örnekti. 


Ve fakat o Tarkan olmama iddiası mıdır, ya da başarının getirdiği göz kamaşması, "en iyisini ben bilirim"cilik midir nedir bilinmez ama Edis herkesin sevebileceği, şarkılarını her yaş skalasından insanın dinleyebileceği ve tüm ülkenin isminde uzlaşabileceği biri olmaktan inatla, bile isteye uzaklaştı. Son şarkısı “Ayyaş”ı ilk yayınlandığı gün bir kez dinledim ve kapattım ben mesela. O şarkıda bana, benim yaş skalama hitap eden hiçbir şey yoktu. Ondan öncesinde yaptığı son şarkılarda da hep bir “hiphop”çı olma, o kitleyi yakalama, Sefoların, Tefoların, Mefoların yanında saf tutma gayreti bana hep üzücü geldi. Kitlesini neden daraltmaya çalıştığını hâlâ anlayabilmiş değilim. Edis’in bugün kitlesel konserlerde, büyük alanlarda sahneye çıkabilmesini o “bam bam bam”lara, "dudak"lara, "benim ol"lara borçlu olduğunu fark edeceği ve şu “Tarkan olmama” kompleksinden sıyrılacağı günü sabırla bekliyorum. 

SEMİCENK NE DEMİŞ?

 


Semicenk, bir kulüp programında “playback” yaptığı için tepki gösteren seyircisine şöyle demiş:

“Satın aldığın bilette öyle bir bilgi var mıydı? Orkestrayla gelecek, canlı söyleyecek filan… Böyle bir bilgi var mıydı? Ama bak buranın konseptinin farkında olman lazım buraya gelirken. Burası ‘club’ değil mi? Yani ben de emir eriyim anlayacağın ablacığım. Bunu bana yapmayacaksın tamam mı? Ben de emir eriyim. Ben de müziğe dün başlamadım çok şükür, yirmi yıldır uğraşıyorum. Yirmi yıldır bu işe emek veriyorum. Elbette elimden gelenin en iyisini bana sunulan şartlarda sizlere sunmayı çok isterim. Elimden gelen bu şu anda. Kusura bakma, özür dilerim.”  

Yani önce bir atar yapmış, sonra kendini çaresiz göstermeyi denemiş, üstüne bir miktar “yılların tecrübesi”ni konuşturup adeta küfre benzeyen bir özürle olayı kendince tatlıya bağlamış.


Şimdi öncelikle meseleyi bir açıklığa kavuşturalım: Özellikle kulüp, “beach” gibi doğru düzgün sahnesi, ses tesisatı olmayan ya da kalabalık bir müzisyen ve teknik ekibi ağırlayacak, o ekibin kaşesini verecek gücü ya da niyeti olmayan işletmelerde, mekanlarda “playback” yapılması yıllardır normalleşmiş bir yöntem.

Zaten öylesi ortamlarda genellikle kimsenin şarkıcının performansıyla ilgilendiği yok. Çoğunluk şarkılara eşlik etmek, şarkılar eşliğinde dans etmek ve de şarkıcıyı görmek, “oradaydım” demek için orada. Dolayısıyla “playback” yapılmış yapılmamış pek de dert edilmiyor. Şarkıcının kaşesi bölünmüyor, mekân için de ekonomik oluyor vesaire. Alan memnun, satan memnun. Zaten Semicenk de bunu açık etmiş konuşmasında. Ne diyor: “Buranın konseptinin farkında olman lazım buraya gelirken.” Aslında şunu da ekleyebilirdi. “Bir giriş parası verip bütün gece bir birayla duruyorsun. Ne yapacaktık, sana senfoni orkestrası mı getirtecektik?”


Ekonomik ve teknik gerekçeleri duruma göre anlaşılabilir bulsam bile şu soruyu sormadan edemiyorum: Şarkıcının altyapı üzerine canlı söylemesini engelleyen nedir? Alırsın stüdyonda altyapının bir çıktısını, sahnede onun üzerine söylersin en kötü ihtimalle. Zaten artık büyük büyük konserlerde bile orkestralar çoğu kez altyapı üzerine çalıyor. Bu da normalleşti. Hatta sahne için hazırlanan altyapılarda şarkıcının vokaline de destek atılıyor kimi kez. Bu da bir sır değil. Ama bunu bile yapmıyorsan, aklıma ister istemez kötü ihtimaller geliyor.

Bir: Şarkıcı stüdyoda auto-tune’la, üst üste kaydettiği vokallerle yarattığı, sahnede sahiden canlı söylediğinde de orkestraya sırtını dayayarak cilaladığı illüzyonun bozulmasını istemiyor.

İki: Şarkıcı “Zaten kulüpten üç kuruş para alıyoruz. Bu sayede de sürümden kazanıp her gece başka bir şehirde, başka bir kulüpte sahneye çıkıyoruz. Onda da canlı söyleyip kendimi perişan mı edeyim? Nasılsa parayı suretim kazanıyor, sesim değil,” şeklinde düşünüyor.


Yoksa biz bilmez miyiz 25 yaşındaki Semicenk’in 20 yıldır müzikle uğraştığını. Zamanının arabesk şarkılarından aldığın esini bugünün hazır satılan elektronik sesleriyle birleştirip daha önce yapılmamış bir şey yaptığını iddia etmek ve aslını fersah fersah aratan bir Müslüm Gürses taklidiyle memleketin en çok dinlenen şarkılarına imza atmak için en az 20 yıl gerekir. Buna konservatuarda aldığın eğitim de dahildir. Memleketteki ortalama müzik dinleyicisinin bir yumuşak karnı vardır. Ezilmiş, yıkılmış, boynu bükük, mahzun ve çaresiz, bağrı yanık, bıçkın delikanlının şarkıları hep tutar. Bu bir gün Orhan olur, öbür gün Ferdi… Sonra Müslüm olur, Mahzun olur, Hakan olur, Bilal olur, Cenk olur… Böyle uzar gider.


Bunca yıldır bu işi yapıyorum. Emin olduğum bir şey var: Bir müzik yazarı, radyo programcısı, belgeselci ya da röportaj yapan bir insan (neyse ne) olarak bir şarkıcıya bir sebeple ulaşma çabanızda geçtiğiniz yollar, konuştuğunuz kişiler (kendisi ya da ekibinden birileri, basın danışmanı, şusu busu) ve kat ettiğiniz mesafeye harcadığınız zaman o şarkıcı hakkında her şeyden daha çok fikir sahibi olmanızı sağlıyor. Kendini nerede ve nasıl gördüğü, yaptığı işe nasıl bir bakış açısıyla yaklaştığı ve neyi ne kadar yönetebildiği kabak gibi açığa çıkıyor. Ve öylesi süreçlerde uzaktan olumsuz fikir sahibi olduklarım, sonrasında bir şekilde beni haklı çıkarıyor. Semicenk’in son birkaç yılda şarkılarıyla yakaladığı ivme ve gördüğü ilgi neticesinde kendini “star” olarak kabul ettiğinin, öyle gördüğünün nicedir farkındaydım. Ama işte ülkenin 50 yıllık gazetesini röportaj için sıraya sokan bir “star”ın vasat kulüplerde “playback”e talim etmesi, (kendi tabiriyle) emir eri olmasına da üzülmedim desem yalan olur.

0
Share

MABEL MATİZ - "FATİH" 


“Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?”

“Şarkıların hepsi birbirine benziyor.”

“Çok sıkıcı. Dinlerken yoruldum!”

Popüler kültürde her şey o kadar satışa, ticarete, paraya endeksli ki, bir dönem ne moda edilirse onu kendi beğenimiz, zevkimiz zannediyoruz. Öyle yönlendiriliyoruz. Bize dayatılanların arasından kendi zevkimizi, beğenimizi çekip çıkarmamıza neredeyse izin vermiyor sistem. Şimdi bunu beğenin, sonra şunu beğeneceksiniz diye dikte ediyor. Biz de güzelce oltaya takılıyoruz.

Ezhel çok iyi abi yaaa. Hooop geçtik, şimdi Ben Fero çok iyi yaaa. Zeynep Bastık diye bir kız var, dinledin mi hiç, çok şahane… Hadi toplaşın, şimdi akustik çok moda. Aaaa o da mı geçti, hadi o zaman hücum afro-beat’e. Sefo çok şahane değil mi yaa? Aaa arabesk mi moda oldu? Koşun koşun Bilal Sonses diye biri çıkmış şimdi herkes ondan şarkı alıyormuş. Hoop oradan geçelim hemen Semicenk’e…


Hadi siz siz olun da kalıcı olun, klasik olun bakalım bu vahşi ormanın içinde. Olamıyorsunuz değil mi? Niye, hiç düşündünüz mü? Çünkü yarattığınız rüzgârın geçici olduğunu, o rüzgârın bir yerde durulacağını, yeni rüzgârlar yaratmak içinse değişim, gelişim gerektiğini, değişim ve gelişiminse ancak kurulu düzenin dışında nefes alabileceğini öğrenemediniz. Sizden önce yapılanlarla hiç ilgilenmediğimiz, dünyanın sizinle dönmeye başladığını zannettiğiniz için de şöyle bir geriye dönüp, bakıp, örnek almadınız, ders çıkarmadınız olan bitenden. Kim gitti, kim kaldı? Kalan niye kaldı, giden niye gitti merak etmediniz. Herkes kendi tecrübesini yaşar bu hayatta. Tarih yazılır, okuyan olsa öğreneceği ilk şey tarihin döne döne tekerrür ettiği gerçeğidir ama genellikle kimse okumaz. Tekerrürün bir parçası olunur, misyon tamamlanır, bina ekonomik ömrünü doldurur, genç yaşta emekli olunur.


Mabel’in 25 şarkılık, ultra uzun, mega uzun, hayatın doğal akışına aykırı uzun yeni albümünün haberini ilk duyduğumda bir çırpıda bunları düşündüm. Serbest çağrışımlar vadisiydi beynimin içi, yapay zekâ bir zahmet bir fırın ekmek yesin de gelsindi. Uzun olan sadece albümün total süresi değildi, şarkıları da uzundu. “İntro”ları vardı şarkıların, ara nağmeleri, enstrüman soloları vardı. Affedersiniz de sene kaçtı? 89? 98?

Bu açık kafa tutuşu, zamanın ruhuna dil çıkarışı, düzenin kuralına kaidesine nanik yapışı görmemek için kör olmak lazımdı. Kör olsaydım “Bu zamanda bu kadar uzun albüm mü olur? İnsanların odaklanma ve odakta kalma süreleri düştü yaaaannni, ona ayak uydurmak lazım,” derdim. Kör değildim. Gördüm (ya da duydum). Mabel basbayağı burnunun dikine gitmişti. Bir kuyuya taş atmıştı. 39 kişi daha bulsam, o taşı çıkarabilir miydik?


Neyse… Konuyu dağıtmayayım, sonra “yazılarında müzik dışında her şeyi yazıyor”, diyorlar. Sanki müzik dünyadan, hayattan, yaşamdan ayrı tutulabilirmiş gibi. Şarkıları diyeziyle bemolüyle, nota nota incelesem okumalara doyamayacaklarmış gibi. Popüler müzik eleştirisinin popüler kültürden ve gündelik hayattan beslendiğini, eleştirinin de bir edebiyat olduğunu hiç duymamışlar, dünyadaki benzer örnekleri hiç okumamışlar gibi. Kaleme tedbir komaya kalkana ne denir? Yallah tazyik!


Mabel’in yeni albümünün adı Fatih. E malum, zaten Mabel’in adı da aslında Fatih. Mahlasla gerçek isim, anadan doğanla sonradan olan, yaratanla yaratılan günlerden bir gün buluşur da oturup konuşursa, ne konuşur, neden bahsederler? Birbirlerinin dostu mudurlar yoksa düşmanı mı? Çok mu iyi tanırlar birbirlerini yoksa aslında birer yabancı mıdırlar? Hepimiz mahlaslarla yaşamıyor muyuz aslında? Bir gün “bey” oluyoruz, bir gün “abi”. Biri “anne” diyor öteki “hala”. İsmimizin önüne ya da arkasına getirilen her bir hitap kelimesi bir başka mahlas, bir başka kimlik olmasa, her bir hitaba cevap verirken ses tonumuz, duruşumuz, bakışımız, kullandığımız kelimeler değişir miydi? Şimdi tanıdığımızın ne kadarı Fatih, ne kadarı Mabel, onu biz nereden bilelim?


“Kolladım aklı, kolay değil,” diyor daha ilk şarkıda, “Aşkım Gülüm”de Mabel. Hayat oradan buradan öyle bir tepeler ki bazen, hakikaten kolay olmaz aklı korumak, kollamak. Bir kara ormanın içinden geçerek öğrenir ancak insan korkmamayı. O kara ormanın aslında kendi içi olduğunu fark ettiği gün büyür. Mabel büyümüş. Sesi de büyümüş, sözü de. Albüme böyle bir şarkıyla başlamak bunun göstergesi değil de nedir? Bir yerden sonra bolero ritminde ilerleyen “Aşkım Gülüm”, ihtişamlı bir albüm açılış şarkısından öte, bizi bekleyen 24 şarkının da senfonik bir özeti. Bolerosundan mıdır nedir “Işık Doğudan Yükselir” in harlı ateşi çarpıyor yüzüme dinlerken. Yakıcı ve bir o kadar da rakımı yüksek. Zaten albüm boyunca dönüp dönüp minik bir serçenin kanatlarına konacağız, el mahkûm. “Aşkım Gülüm” bunun ilk habercisi ve zaten Mabel’in Sezen’e ithafen yazdığını söylediği bir şarkı.

“Aşkım Gülüm” aynı zamanda albümdeki “featuring”lerin de ilki. Mabel, söz ve müziği kendisine ait bu şarkıda Lübnanlı müzik prodüktörü Zeid Hamdan’la birlikte çalışmış. Bildiğim bir isim değildi, açtım, dinledim yaptığı işleri ve Mabel’in şarkı-prodüktör eşleştirmesine o dakika saygı duydum, ceketimin önünü ilikledim. Size bir şey diyeyim mi? Diğer 24 şarkıyı bilmem ama daha ilk dinleyişte bu şarkıyı hepsinden ayrı bir yere koydum gitti. Sıkıysa bir başka şarkı gelsin de yerinden oynatsın şimdi bakalım.


Bu defa Suriyeli bir müzisyenin, Hello Psychaleppo’nun (gerçek adıyla Samer “Zimo” Saem Eldahr’ın) prodüktörlüğünü yaptığı bir şarkı var sırada: “Uçkun”. Albümden önce tekli olarak yayımlanmış şarkılardan biri bu. Bana sorsalar “Aşkım Gülüm”le kan revan doğranmışken içinde “rap” bölümler olan bir şarkıyla, ateşten fırlayan ve etrafa saçılan kıvılcımlarla (“uçkun”un kelime anlamı bu çünkü) şoklanmak istemezdim ama Mabel öyle uygun görmüş, ikinci sıraya koymuş “Uçkun”u. Şarkının nakaratında Mabel’in “Ben küçükken çok Barış Manço dinlerdim,” dediğini duyar gibi oluyorsunuz ve fakat “aşkımdan sana ne” gibi suya sabuna dokunan cümleler de var ki onlar pek de Manço’nun kalemi değil.


Oradan albümün en hoppa, en fingirdek ve en tekerlemeli şarkısına geçiyoruz: “Numaracı”. Mabel şarkının bestesine Murad Güner’le ortak imza atarken düzenlemesini de Emre Malikler’le birlikte yapmış. Herkes seksenler, doksanlar müziğini över, sever ve dinlerken pek kimse de çıkıp demiyor ki “E o zaman ben de oturup öyle bir şarkı yapayım.” Diyenler de yapamıyor zaten, olmuyor. “Sound”u taklit edebilirsiniz ama ruhu asla. Albümün birçok şarkısında da hissedeceğimiz bir biçimde Mabel yer yer hem o “sound”u hem de o ruhu yakalamış, o kadar ki bazen de yakalayacağım diye zorlamış.

Misal, sıradaki iki şarkı Kayahan-Nilüfer, Sezen Aksu-Onno Tunç iş birliklerinin arşa çıktığı, kılıçların çekildiği, mermilerin namluya verildiği günlerden, ’80 sonları ’90 başlarından çıkıp gelmiş gibi. “Adresim aynı,” diyordu Kayahan ve peşi sıra bizzat konum da atıyordu ya hani, “Kara Dantel Sokağı’nda ben,” diyerek… Gençliğimiz oralarda bir yerlerde, yaşayamadığımız kadar tutkulu aşkların dilimize vurmuş ezberleriyle geçiyordu. Mabel “Kara Dantelli Gençliğimiz” derken tam olarak bunu kastetmemiş olabilir ama gelip oradan vuruyor bu şarkı beni dinlerken. Kayahan sağ olsa sözleri böyle yazmazdı belki ama aynen böyle bestelerdi bu şarkıyı. Tabii muhakkak daha sert, daha köşeli bir düzenlemeyi tercih ederdi. Sanki Kayahan bestelemiş de Onno Tunç düzenlemiş, sene de olsa olsa 1988’miş diyelim o vakit.   


Albümün neredeyse tümünde, bir dönem kulağımıza çok havalı modern, sonrasında çok “kitsch” ve sert gelen o elektronik davul tınıları birebir taklit edilmiş. Bu nedenle de en çok Sezen Aksu’nun “Git” ve “88” albümlerini anımsatıyor “sound”. (Türkiye’de elektronik davulun öncüsü ve ağa babası albüm “Ajda Pekkan & Beş Yıl Önce On Yıl Sonra”dır bu arada.) Özellikle “Müphem”, sadece “sound” olarak değil, melodik olarak da “Unut”u epeyce hatırlatıyor. Eski bir iddiaydı bende, hep derdim. Eskinin her bir şarkısından bugün üç dört şarkı çıkarmak mümkün. A’sından ayrı, B’sinden ayrı, C’sinden ayrı, hatta “intro”sundan, ara nağmesinden ayrı. Çünkü şarkılarda öyle bir melodi zenginliği, bestecilik yeterliliği de olan aranjör bonkörlüğü vardı eskiden. Faraziyem gerçek olmuş, “Unut”un “intro”sundan “Müphem”in nakaratı çıkmış gibi. Belki “sound” bu kadar benzer olmasa bu yakınlık dikkatimizi çekmeyebilirdi ama ister istemez çekiyor.

Buna karşın bu satırları yazdığım günlerde yeni klip çekilen “Müphem”, daha albümün yeni çıktığı günlerden bu yana 25 şarkı içinde önde gitmeye devam ediyordu. Bunu yarattığı aşinalık duygusundan öte, Mabel’de hep çok sahici duran derin ve karanlık hüzne borçlu olsa gerek.


“Kara Dantelli Gençliğimize”nin prodüktörlüğünü Sabi Saltıel, “Müphem”inkini ise Emre Malikler üstlenmiş, onu da ekleyeyim. Peşi sıra gelen “Derin Olur” ise yine söz-müzik Mabel imzalı bir şarkı ama prodüktörlüğü bu defa Tolga Akdoğan’a emanet edilmiş. Desenlerinin rengini Anadolu popun sıcak sarısıyla kırmızıya çalan turuncusundan almış saykodelik gömlekli bir şarkı “Derin Olur”. Mabel’in başından beri yakınında durduğu temalardı bunlar belki ama hiç bu kadar ne yapmak istediğinden emin olarak yerini bulmamıştı müziğinde. Bir zaman klipinde, sahnesinde boylu boyunca serilmiş, asılmış ya da giyilmiş kilimler buraya varan yolun üstündeydi belki de, kim bilir.  


Yine Mabel’in söz ve müziğini yazdığı “Düldül”ü İsrail’den bir prodüktör, Ari Rotem şekillendirirken Melike Şahin de sesiyle katkıda bulunmuş şarkıya. Neredeyse bu albümle eşzamanlı olarak Melike Şahin, yine Mabel’e ait ama bu defa solo seslendirdiği bir şarkıyla, “Diva Yorgun”la epeyce sükse yaptı, malum. O da epeyce “cathchy” bir şarkıydı ki sözlerinin tüm çetrefilliğine, zor akılda kalırlığına rağmen “Düldül” de öyle.


Prodüktörlüğünü Umut Çetin’in yaptığı “Bir Serçe Üzülür” Egeli bir şarkı. Yıldızlı bir gecede, gündüzün sıcağından yorgun, nemli kumlara ser serpe yayılarak çalınan, söylenen, dalga seslerine, odun çıtırtılarına karışan ateş başı şarkıları vardır ya hani (hâlâ var mı acaba, “vardı” mı demeliydim yoksa?). Her şarkı giremez o repertuara. Bu şarkı girer. Hatta 1989 yılında yapılmış olsaydı, Gülşah’ın Kuşadası’ndaki arkadaşları (BKNZ: Gülşah Soydan “Arkadaş” filmi) kesin bu şarkıyı da çalar, söylerlerdi yani, o derece.


Prodüktörlüğünü Mabel’in İsrailli müzisyen Adi Rotem’le birlikte üstlendiği “Çiçeğim”, Mabel’in müziğini synth-pop sularında gezdirirken bugün synth-pop denilen şeyin aslında ‘80’lerin koca bir bölümünü kaplayan o “sound”dan çok da farklı olmadığını bir kez daha hatırlatıyor o dönemi yaşayanlara. Kaç kişiyiz ki hatırlayan zaten? İşte bi’ Gülşah, bi’ onun Kuşadası’ndaki arkadaşları, bi’de ben. (O günlerde beni niyeyse derinden etkilemiş bu “cringe” video filminden nihayet bahsedebilecek bir yer bulmuşum uzun yıllar sonra, bırakın kanırtayım. Ayrıca serbest çağrışımlarım durup durup ‘80’lere, ‘90’lara uğruyorsa bunun müsebbibi ben değil, “Fatih”tir.)


Bakın mesela yine dinleyeni ‘90’lar batağına, hem de bu defa tam göbeğinden düşürecek bir şarkı var sırada. ‘90’lar batağının göbeği ne demek? Tabii ki Aşkın Nur Yengi demek. Aşkın şayet o genç yaşlarında “Ayrılmam” diye, “Susma” diye, “Hesap Ver” diye, “Allah Şahit” diye dağlayıp durmasaydı ciğerlerimizi, boynunu kıra kıra oryantal yapmasaydı ay inanmayarak ve dahi safaride dağ bayır dolaşırken yabanisini çağırmasaydı yanına, ‘90’lar ‘90’lar olabilir miydi? Biz şimdiki biz olabilir miydik? Ya Fatih, Mabel olabilir miydi? Olmasın mı bir gönül borcu? Ödenmesin mi bu albümde?

Çocuk yaşlarında hayran olduğun biriyle bir gün ortak iş yapmak, adının onunla aynı cümlede geçmesi, sesinin onunla birlikte tınlaması ya da kaleminden çıkanın onun sesinde can bulması ne değerli, ne eşsiz bir hayat deneyimidir, bilirim. Mabel bu şarkıyı Aşkın’la birlikte söyleyerek iki zafer birden kazanmış. Hem çocuk Fatih’e bir hediye vermiş hem de uzun yıllardır kolay kolay hiçbir şarkıyı beğenmeyen ya da beğendiği şarkılar dinleyiciye değmeyen Aşkın Nur Yengi’yi ikna ederek stüdyoya sokmuş. Ha Aşkın şarkıyı sahiden beğenerek mi yoksa Mabel’in hatırına mı okudu orasını bilmiyorum. Biz aldık, kabul ettik. Kendi adıma albümün “gözyaşlarım pıt” dedirten sürprizi oldu bu şarkı. Şarkının sözlerinde Mabel’le birlikte Murad Güner’in de imzası var, prodüktörlüğü ise Sabi Saltiel yapmış, onu da ilave edeyim.   


Klibi üzerinden giydirilen hüküm yüzünden şahaneliğinin üzerinde yeterince durulmamış “Karakol”u daha ilk dinlediğimde Mabel’in başından bu yana yazdığı en derin şarkılardan biri olduğunu düşünmüştüm. Mabel’in Özgür Akgül’le birlikte prodüktörlüğünü yaptığı şarkı albümden tam bir yıl önce tekli olarak yayınlanmış ama şarkıdan çok klibin yasaklanma haberi konuşulmuştu. Klip yayınlayan televizyon kanalının neredeyse hiç kalmadığı, sair kanalların da zaten klip yayınlamadığı bir zamanda bir klibin yasaklandığı haberi niye servis edilir, bu aslında bir gözdağından başka nedir diye sormadı kimse. Tesadüf bu ya, şarkıda da “Kalbim karakolda,” diyordu Mabel.


“Karakol”un hemen ardından gelen ve prodüktörlüğünü Mabel ve Emin İnal’ın yaptığı “Bahçemin En Zor Gülü” kalbi karakolda o genç adamın kaleminden çıkmış bir aşk ağıtı. Şarkının başındaki ud solosu daha ilk dakikalarında dinleyeni koyu bir hüznün kapısına getirip bırakıyor zaten. Sonra “Arıyordum gözlerinde ben yolumu” cümlesiyle kapı kendiliğinden açılıyor ve Mabel’in en saf haline, şarkı olsun diye değil, dinlensin diye de değil, sadece içinden dökülsün diye yazdıklarına kulak misafiri oluyorsunuz. Mabel’in şarkının bitmiş halini ilk dinlediği dakikalarda çekilmiş görüntüsü şarkının klibi olarak yayınlandı. Ağlıyordu ve acıyordu. Hayır acı çekmek değil, orasının, burasının, yüreğinin, kalbinin filan acıması değil… Büsbütün, tepeden tırnağa acımaktı bu.

Şarkılardan duygu devşirenlerdenseniz, ya yaşadığınız bir şeyleri anlattığı için dokunur size dinledikleriniz ya da yaşamamış olsanız da şarkıdaki yaşanmışlığı hissettiğiniz için. “Beni Benimle Bırak”ı dinleyip gözyaşı dökerken sadece sekiz yaşındaydım örneğin ben. Ne yaşamış olabilirdim ki? Hadi o kadar dramatize etmeyeyim de başka bir örnek vereyim: Hayatta kaç kişinin selam söyleyecek “bütün aşkları” olmuştur ki o şarkı hâlâ her çalındığı, söylendiği yerde bir ağızdan olmayan aşklara selam söyleme iştahı uyandırır insanlarda? Ama Aysel’in olmuştur. Sezen’in de. Şüphesiz o yaşanmışlıklardır şarkıyı insanların içinden, damarlarından geçiren, diline düşüren. Mabel’in şarkılarından da duygu devşirebiliyoruz. Klipte ağladığını görmemiş olsak da devşirirdik, orası kesin.


Daha önce tekli olarak yayınlanan “Aferin”de Bahti ve EEI Beats şarkının hem müziğine hem de prodüksiyonuna Mabel’le ortak imza atmış. Çok katmanlı sözleri, nefis melodisiyle beni daha ilk dinlediğimde çarpan bir şarkı olmuştu “Aferin”. “Gençliğimi bir acı yelin muştası vurdu,” derken Mabel ne kastetti bilemem ama ben sanki tam o tabiri karşılayacak birini tanıyorum. Gençliğimizi, neşemizi, eğlencemizi çalan, hayatlarımıza kendi kalbinin karasını çalan… Neyse…

Söz ve müziğini Kalben’in yazdığı, prodüktörlüğünü Sabi Saltiel’in yaptığı “Aşk Çeşmesi” var sırada. Şarkıda Kalben sesiyle de var. Aynı dönemin bu iki nevi şahsına münhasır şarkı yazarı ve şarkıcısının ortaklığına Erkin Koray müziğinin yıldız tozları serpilmiş gibi. Oryantal, kıvrak bir şarkı “Aşk Çeşmesi”. Tek başına yayımlanmış olsa oracıkta hit olurdu zira çok kolay dile düşebilirliği, ritim tutulabilirliği var. Zaman içerisinde albümün bütününden sıyrılıp öne ya çıkar ya da çıkamaz ona emin değilim ama ben iki birbirinden farklı rengin yarattığı ve her ikisinden de izler taşıyan bu yeni, alaca rengi pek sevdim, onu söyleyebilirim.


Prodüktörlüğünü Sabi Saltiel’in yaptığı “Cicim Sarhoş”, çok akılda kalıcı, ıslıkla çalmaya çok müsait “intro” melodisiyle  albümün iddiasız görünen ama kancalı şarkılarından biri. Şarkıyı alın, yapay zekayla Barış Manço’ya söyletin, sonra da koyun “Disko Manço” albümüne, asla sırıtmaz. Yıllar önce Babajim Stüdyolarında röportaj yaptığımız Mabel bana şöyle bir şey anlatmıştı: “Burası biraz klostrofobik bir yer. Bana ilk gösterdiklerinde ‘Ben burada şarkı söyleyemem,’ dedim. Ama teknik ekipman çok iyi filan diyerek beni sakinleştirdiler. ‘Sana burada istediğin gibi bir dünya yaratırız,’ dediler fakat tabii kimse dünya filan yaratmadı. Ben de şarkıları kaydetmeye başladığımızda önümdeki duvara sevdiğim, ilham aldığım birilerinin fotoğraflarını yapıştırmaya başladım. İlk gün Zeki Müren fotoğrafı vardı, sonra Fikret Kızılok, Aysel Gürel, en son da Barış Manço’yu koydum.”

Sahiden de o gün bir Barış Manço fotoğrafı asılıydı stüdyonun duvarında. Gelin görün ki sadece bir öykünme, ilham alma hikâyesi değil bu. Her birinden biraz ruh üflenmiş sanki Mabel’in şarkılarına.


Sırada yine daha önce tekli olarak yayımlanan “Fan” var. Hani yazının bir yerlerinde Mabel’in bu albümde bir dönemin ruhunu yakalamayı başarmış ve hatta bazen zorlamış diye noktaladığım bir hüküm vardı ya. İşte bu şarkının birebir “Sezen Aksu ‘88”den “Sarışın”ın ritim kompozisyonuyla başlaması o “zorlamış” dediğim yere denk geliyor. O birebirliği ilk dinlediğimde de pek sevmemiştim ben. Zira şarkı zaten başka bir yere evrilerek ilerliyor ve ne sözü, ne müziği, ne hikâyesi, ne de melodik yapısı “Sarışın”a bir selam gönderme maksadı taşımıyor. Haliyle de o kısım bir yama gibi duruyor. Şarkıda geçen “bu kadar nefretin aşktır” cümlesine çok katılıyorum, o ayrı. Bu arada “Fan”ın aslında Hande Yener için yapıldığını da not düşeyim.


Yine melodisi çok güçlü, kıvrak bir şarkı, “Çerez” geliyor peşi sıra. Şarkının prodüktörlüğünü yapan Can Güngör, bestesine de Mabel’le ortak imza atmış. Bu şarkıda Bengü Beker’in de sesini duyuyoruz. Yıllardır sahnede olmasına karşın henüz hiç şarkı yayınlamamış Bengü Peker, bir şarkı almak için Mabel’e ulaşmak istemiş ve ulaştığında hikâye çok başka bir yere gitmiş. Biz Bengü Beker’in sesini ilk kez bu şarkıda duyduk ama hemen peşi sıra ilk solo şarkısı “Yağmur Olsam” yayımlandı ve o da Mabel Matiz’e ait bir şarkıydı. Şimdilerde Mabel şarkılarıyla dolu bir albüm hazırlığında Bengü Peker. Şimdilik yayımlanan şarkılarından zaten anlaşıldığı üzere de gayet yerli yerinde şarkı söyleyen, iyi bir şarkıcı kazanmış durumdayız. Muhtemelen albümü çıktığında bunu net hissedeceğiz.


Yıllarca radyo programlarında Ayla Algan’ın “Koca Öküz” şarkısını “dünyada bir öküze yazılmış tek şarkı olabilir”, diye anons etmiştim. Yani tabii Hindistan’da filan illaki yazılmıştır, benimkisi mesnetsiz bir iddiaydı ama Türkiye’de sahiden tekti. Mabel’in “Öküz”ü ise bir öküzü değil, gönlünün kağnısında bir öküz ağlayan bir âşığı, bir dervişi, belki de bir evliyayı anlatıyor. Ya da çiçeklerini yolarak baharını engellemeye çalışanlara “has…tirin oradan” diyen, yaşadığımız ülkede zorla, yaşaya yaşaya edindiği hayat bilgisiyle ister istemez ermiş herhangi birini. Şarkının prodüktörlüğünü yapan ve bestesine de katkıda bulunan Tomer Katz, İsrailli bir müzisyenmiş. Mabel bu farklı ülkelerden farklı müzisyenleri nasıl buldu buluşturdu da hangi şarkıda kiminle çalışacağına nasıl karar verdi bilmiyorum ama öyle böyle doğru yapmış ki o şarkıların her biri hem Mabel’in ikliminde soluk alıyor hem de o iklimi zenginleştiriyor.


“Enderûn’da Aşk” albümün en ayrıksı duran şarkısı. Bir ilahi etkisi yaratan vokallere son derece bugüne ait “beat”ler eşlik ediyor, sözler tasavvufi bir yerlere kayıyor gibiyken “Ver mehteri” diyerek günün diline vurup kaçıyor. Bir parça Osmanlı torunu gibi görünse de, aslında o nasıl taşıyacağımızı bir türlü bilemediğimiz mirasın kilitli sandıklarını açmaya yelteniyor. Hem müzikal açıdan hem de fikir açısından çok enteresan bir şarkı. Mabel bu şarkıda da prodüktör olarak Artz’la çalışmış ki Artz’ı Ezhel’ciler iyi bilirler, malum.  

Prodüktörlüğünü Sabi Saltiel’in yaptığı ve Mabel’e bu defa Kardelen’in eşlik ettiği “Severim”, dinleyeni hop diye Enderûn’dan çıkarıp bugüne getiriyor. Hem bir dans şarkısı hem aşka, aşkta tabulara dair sloganlar atan bir şarkı. Bir süredir hayatımızdan çıkan şarkı “intro”larını Mabel bu albümde ısrarcı bir biçimde geri çağırıyor ya, bu şarkının “intro”su da daha ilk saniyelerde dinleyeni içine alan türden. Belki de mesele “intro”nun olması ya da olmaması değildir; “intro”nun boş beleş olmaması, şarkıya hizmet etmesidir.


Prodüktörlüğünü Taner Yücel’in yaptığı “Mor Perdeler” var sırada. Yine bir dönemin elektronik davul “sound”unu dibine kadar duyuran ama bu defa daha ’90 başlarına yakın duran bir şarkı. Söz ve beste anlamında Mabel’in ilk dönemlerini anımsatan şarkı, Nazan Öncel’in “Bir Hadise Var” albümünden çıkıp gelmiş duygusu uyandırdı bende.

“Öfkeliyim şu hakkıma girene,” cümlesiyle başlayan “Elbette Annem”, “Ölmedim lan, na burdayım, eğilmedim, yıkılmadım,” diye devam ediyor. Hem “aşarız elbette annem” diyerek karamsarlığa düşenin sırtını okşuyor hem de “uyanırsak yaşarız” diyerek uyanmaya, harekete çağırıyor. Bir direniş şarkısı. Neye mi? Üstünüze nereden basılıyorsa ona, onlara. Özellikle Mabel’in kuşağının yıllardır tam da bu şarkıdaki ruh hallerinde gezindikleri bir gerçek. Bizim kuşak ve bizden önceki kuşak daha ziyade “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”lara filan yaslamıştı sırtını. Oluyormuş meğerse, onu gördük. Mabel daha gerçekçi ve net bir yerden, büyük büyük laflar etmeden anlatıyor bu şarkıda ortak bir derdi. Bu şarkının prodüksiyonu ise Alaca ve EEI Beats tarafından yapılmış.


Prodüksiyonu Mert Demir tarafından yapılan “Dalga”, hoş bir pop şarkısı. Her şarkıyı birileriyle ilişkilendirmemden sıkılmış olabilirsiniz ama bende Mustafa Sandal şarkıları tadı bıraktı bu şarkı, niye saklayayım.

Şimdi albüm sona doğru yaklaştı ya, doğal olarak bu uzun maratonun sonlarında nefesi kesilmeye başlayan bir koşucuyla karşılaşsanız şaşırmazsınız ama işte hiç de öyle olmuyor. Zira son iki şarkı da vurup geçecek. “Yeni Yaz” ki (ben onu “Köprü” diye aratıyorum ne zaman dinlemek istesem, öyle taktım niyeyse) beni albümde en çok etkileyen şarkılardan biri oldu. Çağlar Haznedaroğlu’nun prodüktörlüğünü yaptığı “Yeni Yaz”, albümün hemen başına, “Aşkım Gülüm”den sonraya konulsaymış eminim çok daha direkt bir etki yaratırmış. Hem melodik yapı, hem “sound” hem de sözleri o şarkının dinleyende yarattığı duygu durumunu büyütebilirmiş.


Albümün son şarkısı “Veda Ettim”, Fatih’in de son sözleri gibi. İçinden geçilmiş, geçerken diz kanatılmış, dirsek çürütülmüş bir geçmişe veda şarkısı. “Vedalar sizi korkutmasın. Yeniden başlamak için önce bir hoşça kal gereklidir,” demişler ya hani, işte o hesap. Brek’in prodüktörlüğünü yaptığı bu şarkının Mabel’in tek bir gitar eşliğinde söylediği pasajla açılması boşuna değil. Onu öyle tanımıştık toy zamanlarında. Henüz daha albümü yokken. Oradan buraya biz de yürüdük o yolu Mabel’in şarkılarıyla. Her insan gibi o da şüphesiz gördüğümüzden ibaret değildi. Şarkılarıyla kendini belki açık etti belki daha çok gizledi. Sonuçta dinleyenin yazan ve söyleyenle kurduğu bağ da böyle bir şey değil midir? Hem çok yakın, çok samimi, hem de bir o kadar yabancı, resmi.


Nicedir bağ kuramıyorum şarkılarla. Daha doğrusu yeni şarkılarla. Yeni nesil şarkı yazan, söyleyen genç arkadaşlarıma “sorun sizde değil, bende” demek istiyorum ama “yaşını başını aldığından gençleri anlayamayan” biri olmayı kabul etmek de kolaycı, sığ ve klişe olacak diye endişe ediyorum. İnsanın hissetme ve hissettiğini ifade etme biçimlerinin, aslında içinden geçilen zaman diliminden, dillerden, sınırlardan, ülkelerden tamamen azade bir biçimde yüzyıllardır aynı olduğunu biliyorum çünkü. Öyle olmasa, o doğmadan önce yazılmış, söylenmiş bir şarkıdan canı acımazdı birinin. Bir diğeri çok ama pek çok eski bir romanda ansızın kendiyle karşılaşmazdı. Belki insan neslinin daha önce yaşamadığı bir süreçtir bu. Okumadan, anlamadan, dinlemeden, yaşamadan ve dahi hissetmeden yazmak ve söylemek bu teknolojinin, bu hızın, bu tüketim çarkının bir getirisidir, yeni bir şeydir. Belki de bu köksüzlüktür benim için bağ kurmayı zorlaştıran. Bilmiyorum, emin değilim işte. Bu yüzden tavsiye edesim, öneresim ve hatta tekere çomak sokasım, eleştiresim bile yok nicedir, yazmıyorum.


“Fatih” albümü tam da bu halet-i ruhiyem içerisinde çıkıp geldi ve ferahlattı beni. Çok uzun, evet ama dinledikçe, her bir şarkıyı tanıyıp ahbap oldukça, biriyle dertleşip öbürüyle kafa dağıttıkça, birinden hayat bilgisi alıp öbürüyle enseye tokat oldukça kısalıyor albüm. Uzuna, anlaması zora, sabır sebat isteyene tahammülüm hâlâ varmış diyorsunuz sonra. Derinlere inmeye cesaretim de varmış. Sonra bitince, tekrar başlatması için komut veriyorsunuz dijital dinleticiye. Bakmayın siz bu yazıyı daha yeni tamamlayıp yayımladığıma, 2023 yazında “Fatih” dinletmekten yoruldu bana dijital dinleticim. Hâlâ da sık sık dinletiyor çünkü yerine seveceğim bir başka albüm gelmedi henüz. Ve inanın bana, gönlümde her zaman herkese bir nefeslik yer olsa da şu sıralar “Fatih”ten uzakta hep bir şeyler eksik.

5
Share
Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda


Photo Profile

Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci

2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.

Daha Fazla



Takip Et

  • Instagram
  • YouTube
  • Twitter
  • Facebook

Bu Hafta Çok Okunanlar

  • Tarkan Kurtlar Sofrasında
     TARKAN - "KUANTUM 51" Tarkan'ı öncelikle günün avam tarz ve türlerinden uzak durduğu, "rap"çilerle filan iş birliği...
  • Hande Yener - "Afrodizyak"
    "BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • "Ama O Şarkılar Sahiden Çok Dinleniyor"
    Geçenlerde bir ‘tweet’ attım, kıyamet koptu. (X’de yazılan şeylere ben hâlâ ‘tweet’ diyorum evet, ne diyeyim, Mahmut mu diyeyim?) Şöyle bir ...
  • Kim, Ne Demiş?
    ZEYNEP BASTIK NE DEMİŞ?   Zeynep Bastık Sober dergisine verdiği röportajda şöyle demiş: “’Cover’ şarkılar söylemem ve kendi şarkılarım yok...

Arşivden

  • Suna Yıldızoğlu Röportajı
    Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • İzlediklerim Ocak 2012
    ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
  • Oya Bora Röportajı
    "Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
  • Prestij Müzik'in Film Gibi Hikâyesi
    (Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.)    1997 yılında bir vesileyle Pre...
Copyright © 2019 Yeter ki Müzik Olsun

Created with by Beauty Templates | Distributed by Gooyaabi Templates