Suna Yıldızoğlu Röportajı


YHT: Sizinki gerçekten filmlere, dizilere konu olabilecek bir hayat hikayesi aslında. O yüzden en başından başlamak istiyorum. Bir İngiliz ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sonia, nasıl bir çocukluk yaşadı?
SY: Annem ve babam ben sekiz yaşındayken ayrıldılar ve biz anneannemin yanına gittik.  Ufak bir köydü. Orada çok mutluydum. Daracık yollarda hızlı hızlı bisikletimi sürerdim. Çocukluğum ağaçların tepesinde,  nehirde, kır çiçeklerinin  ve hayvanların arasında geçti. İki küçük erkek kardeşim vardı. Sonra babam ve ikinci eşinin 4 erkek çocuğu daha oldu. 

Yaşadığımız yere iki kilometre uzakta bir küçük havalimanı vardı. Annem orada çalışıyordu. Yeni uçakların testleri o havalimanında yapılırdı ve ben ağaçların tepesinde uçakları seyrederdim. Bir gün teyzemin yakışıklı esmer erkek arkadaşı ile tanıştım. Dokuz yaşındaydım. Tunusluydu ve ismi Tarık’tı. O küçücük yaşta bile bana çok yakışıklı geldi. Uçaklar ve yabancı, esmer bir erkek… Sanırım geleceğimin tohumları o günlerde atılmış.

YHT: Kayhan Yıldızoğlu ile tanışmanızı hayatınızdaki dönüm noktalarından biri. Çünkü Türkiye’de bu soyadıyla tanındınız. “Yabancı gelin Sonia”, nasıl Suna Yıldızoğlu oldu? Nerede, nasıl tanıştınız Kayhan Yıldızoğlu ile?
SY: Nişantaşı’nda  “Merhaba” adında bir kafe işletiyordu Kayhan. Benim arkadaşım Catherine ise onun yanında çalışıyordu. Tanıştığımızda kültürüne, bilgisine ve espritüelliğine hayran kaldım. Ayrıca beni hiç rahatsız etmiyordu. O dönemde çok gençtim ve farklı tipimden dolayı tanıştığım tüm erkekler peşimden koşuyordu. Kayhan’la çok güzel bir iletişim içindeydik. Daha sonra ilişkiye dönüştü.


YHT: Türkiye’de önce sinema oyunculuğu yaparak gösteri dünyasına atıldınız? Nasıl oldu bu?
SY: İlk okuldayken tiyatro ve dansla uğraşıyordum. Sonra on bir  yaşındayken ciddi bir şekilde tiyatroya başladım. Kayhan’la birlikte yaşamaya başladığım dönemde bana küçücük bir rol için teklif geldi. İstekli değildim aslına bakarsanız. Hem başarabileceğime inanmıyordum, hem de Kayhan’la ilişkimin zedelenmesinden korkuyordum  (ki  bu konuda haklı  çıktım). Ama maddi durumumuz pek parlak değildi ve bu yüzden başladım. İyi ki de başlamışım.
Müjdat Gezen’in bir filmiydi; “Şoför Mehmet”. O filmde Seden Kızıltunç da oynuyordu. O arada TRT yeni çekilecek “Bir Yürek Satıldı” adlı televizyon filmi için yeni bir yüz arıyormuş. Seden de benden bahsetmiş. Kendimi bir anda Ahmet Mekin’le başrol oynarken buldum. 
Sonra yine Ahmet Mekin’le “Bir Adam Yaratmak” adlı televizyon filminde oynadım. Daha sonra ise çoğu  tiyatro oyuncularından oluşan geniş bir kadroyla, o günlerde çok ses getiren “Şıpsevdi” adlı televizyon dizisi ve Can Gürzap’la  başrol oynadığım “Bir Trafik Cezası”…
Derken Yeşilçam… Kadir İnanır’la başladım. Sanırım 35 kadar film çevirdim. Benim için çok heyecanlı bir dönemdi. Nereden nereye!  
YHT: Peki sahneye çıkma fikri nasıl oluştu? Şarkı söylemek var mıydı aklınızda?
SY: 1978 yılında İzmir Fuarı için sahne teklifi geldi. Menajer Osman Diper bana açık çek verdi.  Kabul etmedim, sesim yok dedim. Sonra yine Kayhan’la birlikte yaşadığımız maddi sıkıntılardan dolayı, ikinci kez geldiklerinde teklifi kabul ettim. Tek şartım şan dersi almaktı. Eğer şan hocası sesimin müsait olduğunu söylerse sahneye çıkarım dedim. Ertuğrul Çayıroğlu’nun orkestra elemanlarıyla çalıştım. Kısa Dalga Vokal grubundan Birsen hanım vardı. Sesimi beğendi ve o yılın Aralık ayında Harbiye’de o zaman İstanbul’un en popüler gece kulübü olan Gala Kulüp’te sahneye çıkmaya başladım. 
Çok tuhaf bir dünyadaydım. Bee Gees’in “Staying Alive” şarkısını okurken sahnenin iki tarafında kabadayılar oturuyordu. Bunlar birbirlerini sevmiyorlarmış meğerse, masanın üzerinde silahlar, öyle oturuyorlar. Ortada ben: “Ah ah ah ah staying alive…” Şimdi komik geliyor ama o zaman öyle değildi. 


YHT: Kayhan Yıldızoğlu ile ayrıldıktan sonra Türkiye’den gitmeyi düşünmediniz. Neydi sizi burada kalmaya ikna eden?
SY: Kayhan’dan ayrıldıktan sonra dönmeyi hiç düşünmedim. Türkiye çok farklı ve heyecan verici bir yer. Yaşıyordum, dans ediyordum, şarkı söylüyordum… İnsanlar sevecendiler ve duygularını gösteriyorlardı. İngiltere’de hep kontrollü olmak gerekiyordu. Burada ise özgürdüm. Kendimi buldum. Ayrıca hayatıma Çetin Alp girmişti.


YHT: Türkiye’de yaptığınız ilk plak “Do You Think I’m Sexy/I’m Gonna Dance ” 45’liğiydi. Nedir bu plağın hikayesi?
SY: Sahneye çıkmaya başladıktan sonra Ali Kocatepe benim menajerliğimi üstelendi. Emin Fındıkoglu ve Onno Tunç ile çalışıyordum. Şarkıları onlar seçtiler. Bir gazeteci, “Do You Think I’m Sexy” şarkısını televizyonda okuduğumda TRT santralinin kilitlendiğini yazmıştı. Sonra bir müddet bana yasak koydular zaten.

YHT: Türkçe şarkı söylüyor muydunuz sahnede o dönemde? Sahnede neler söylüyordunuz?
SY: Türkçe şarkı konusunda çok zorluk çekiyordum. Ben aranjmanı sevmezdim; türkü severdim. “Emine” türküsünü söylediğimde orkestra şefim bana güldü. “Suna, o ritimlere ayak uyduramazsın,” dedi. Ben direndim. Bana bir Karadeniz bir de dokuz sekizlik potpuri hazırladılar. Hem oynuyordum, hem söylüyordum. Sahnede gerçekten çok eğleniyordum.

YHT: Türlü entrikaların döndüğü, kimsenin kimseye pek tahammül göstermediği, tamamen alaturka bir düzenin hakim olduğu gazino dünyasında yabancı kültürden gelmiş biri olarak nasıl ayakta kalabildiniz?
SY: Önceleri saflığımdan dolayı korunma ihtiyacı hissettim. Ben sistemi bilmediğim için ayak uydurmam mümkün değildi. Maksim’e çıktığımda öğrendim. Meğer herkesin masası varmış. Bana “Kaç masan var?” diye sorduklarında bön bön baktım. Evdeki masalardan bahsettiklerini düşünmüştüm. Sahnede ben genel olarak müşterilerle ilgilenirdim. Erkeklere özellikle cilve yapmak bana çok tehlikeli gelirdi. İçimdeki ses beni hep korudu.


YHT:  Çetin Alp’le dillere destan bir aşk yaşadınız. Çok verimli bir dönemdi bu dönem üstelik sizin için. Birlikte sahne çalışmaları yaptınız, plak yaptınız, siz bir çok Yeşilçam filminde başrol oynadınız. Nasıl hatırlıyorsunuz o günleri ve Çetin Alp’i?
SY: Çetin’le geçen senelerimin çoğu güzeldi. Sürekli beraberdik, işte ve evde... Kızları bizimle yaşıyordu. Harika çocuklardı. Biz şanslıydık. Ben kısıtlı zamanlarda aşk yaşamaktan hiç hoşlanmam. Sabah erken ofise git, eve yorgun gel... İlişkiyi yıpratan bir sistem bu. Çetin’in üstüne çok gelindi. Bu kadının bu adamla ne işi var gibi saçma sapan haberler çıkardılar. Ona çirkin erkek imajını yapıştırdılar. Sanki o da yavaş yavaş tüm bunların hırsını benden çıkarmaya başladı. 1986 yılında artık dayanamadım ve hiç bir şey almadan evimden ayrıldım, ilişkiyi bitirdim.
YHT: Şu meşhur “Opera” vakası olduğunda siz de yanındaydınız mutlaka. Bir de sizin ağzınızdan duymak isterim ben o hikayeyi. Neler yaşadınız  ”Opera”nın hayatınıza girmesiyle?
SY: “Opera”nin hazırlanışı çok eğlenceli geçti. Umutluyduk. Sonra Münih’e gittik ve şarkı sıfır puan aldı. O gece Çetin çok iyi idare etti. Yarışmadan sonar yapılan eğlencede bir çok Alman gelip Çetin’den özür diledi. Bunu hak etmediğini söylediler. (Konuşulanları tercüme eden ben olduğum için, neler söylendiğini en iyi ben biliyorum.) O dönemde Eurovision sistemi farklıydı. Bir de Türkiye’nin Avrupa’da imajı çok kötüydü. Şimdi puanlama sistemi farklı olduğu için Türkiye daha avantajlı. Ayrıca da Türkiye’nin imajı bu son senelere kadar iyiye gidiyordu.


YHT:  1981 yılında Altın Orfe’de Türkiye’yi temsil ettiniz. Neler hatırlıyorsunuz o yarışmayla ilgili?


SY: Ali Kocatepe benim sesimin olduğu bir bantla Altın Orfe’ye başvurmuştu. Başvuranların arasından ben seçildim. Altın Orfe’ye Ali Kocatepe, Hıncal Uluç ve bir çok gazeteci ile birlikte gittik. Ali Kocatepe’nin “Ben Sana Vurgunum” adlı şarkısını İngilizce sözlerle okudum. Bir de yarışma şartnamesi gereği Bulgarca bir şarkı söyledim. 
Yarışma boyunca çok popüler bir ekiptik. Bulgar bir kız vardı. Vazifesi bize yardımcı olmaktı. Çok içli dışlı olduk, bizi çok sevdi. Kızı yanımızdan aldılar. Rus rejiminin katı etkisini orada yaşadım. Sonra bir Bulgar televizyon ekibi tuhaf tuhaf hareketlerde bulundu ve bizim ekibimizdeki erkekler çok kaliteli bir şekilde, hiç kavga gürültü çıkarmadan beni korudular. Sanki kardeşlerim yanımdaymış gibiydi. 
İlk ödülüm ilan edilirken yerin dibine geçtim.  Onların Vogue dergisinin ödülüydü; en iyi giyinen şarkıcı ödülü!  Yandım eyvah şimdi diye düşündüm. Türkiye’de ne güzel dalga geçecekler dedim. Sonra özel Burgas ödülü için tekrar çağırdılar. V sonra da üçüncü ödül; jüri özel ödülü. Yani ödül almak için üç kere sahneye çıktım. Ama ne hikmetse, o gün bugündür “Suna Yıldızoğlu ödül alamadan döndü” diye yazarlar.



YHT: Sizi bir kez Altın Güvercin yarışmasında Füsun Önal’la birlikte şarkı söylerken gördüğümü hatırlıyorum. Neydi o yarışmanın hikayesi?
SY: Füsun benim en iyi arkadaşımdı. Hadi beraber bir şey yapalım dedim. Ben ikili ve grup çalışmaları hep sevmişimdir; daha verimli oluyor. Kuşadası’nda çok güzel vakit geçirdik.


YHT: Aslında o yıllarda yarışmada dil zorunluluğu olmasa ve biz İngilizce yarışabilsek, siz pekala Eurovision’da Türkiye’yi temsil edebilirdiniz. Hiç katıldınız mı elemelere, ya da hiç aklınızdan geçirdiniz mi bu ihtimali?
SY: Eurovision’da olmasa bile Kültür ve Turizm bakanlığının tanıtım faaliyetlerinde beni kullanmasını isterdim. Beş dil biliyorum ve herhangi bir şekilde faydalı olabileceğimi düşünüyorum. Nitekim Avustralya’da “Alaturka” adında bir şirket kurdum ve Türkiye’nin küçük çapta tanıtımını yaptım ve başarılı da oldum.


YHT: TRT denetimi sizin Türkçenize takmıştı yanlış hatırlamıyorsam ve siz televizyonda genellikle “La Vie En Rose” gibi bilinen yabancı dilde şarkılar söylüyordunuz. O dönem hatırladığım hiç Türkçe şarkınız yok. Ya da ben mi yanlış hatırlıyorum? Türkçe söyleyebildiniz mi seksenlerde televizyonda?
SY: Çetin’le bir kaç tane Türkçe şarkı okuduk TRT’de ama benim için çok zordu. Yorum yapmam mümkün değildi, hemen aksana veriyorlardı. Halbuki daha evvel  Anne Marie David “bir pantolon bir gömlek” diye Fransız aksanıyla şarkı söylemişti. Belki de sevinmem lazım. Demek ki denetimdekiler beni Türk olarak kabul ediyorlardı ki telaffuzum bozuk diye eleştiriyorlardı.


YHT: Seksenlerde epeyce çok sayıda Yeşilçam filminde rol aldınız. Sevdiniz mi sinemayı? Neler kattı oyunculuk size? Yeşilçam günlerini nasıl anıyorsunuz şimdi?
SY: Oyunculuk ruhuma özgürlük verdi. Filmlerde ben başkası olabiliyordum, başka hayatları canlandırabiliyordum. Set bitip evime geldiğimde kendimi deşarj olmuş ve huzurlu hissediyordum. Oyunculuk benim için çok önemliydi; bu yüzden de 2000 senesinde bıraktım. Çünkü 1996’da aldığım en iyi kadın oyuncu ödülünden sonra bir daha sinema teklifi almadım.   
Sahnede ve dizilerde çoğu zaman mutsuzdum çünkü içimdekileri ortaya dökme fırsatı tanımıyorlardı. Ben işimin dışında çok sosyal değilim. Herkesle geçinirim ama pek gezip tozan bir insan değilim. O dönemde film sektöründe gruplaşmalar vardı var doğal olarak. Hollywood’da da yönetmenler sık sık aynı oyuncularla çalışıyor. Ben hiç bir gruba takılmıyordum.


YHT: Çetin Alp’ten ayrılmanız hayatınızdaki bir başka dönemeçti. Muhakkak tek başınıza da sürdürebileceğiniz bir kariyeriniz vardı artık ama herkes sizi ikili görmeye çok alışmıştı. Nasıl geçti o süreç sizin için?
SY: Çetin’den ayrıldıktan sonra işlerim yoğunlaştı. Sürekli teklifler alıyordum. İlk defa bekar bir kadın olarak sahneye çıkıyordum. Ama yalnızdım. Kafa yapım, düşünce tarzım sahne hayatına uymuyordu. Kendi düşüncelerime göre müzisyen bulmak ta zordu. İçki kullanmam ve yanımdakilerin de iş zamanında içki içmelerinden hoşlanmıyordum mesela. O dönemde Huysuz Virjin’le çok çalıştım. O beni çok iyi tanıyor ve anlıyor. Onu çok çok seviyorum.


YHT: ”Türküler Türkülerimiz” diye bir albüm yaptınız, doksanların hemen başıydı yanlış hatırlamıyorsam. Bugün o albüm piyasada bulunmuyor ama internette albüme adını veren şarkının videosu var. Nasıl bir projeydi bu? Türkü ve rap karışımı bu tarz kimin fikriydi?
SY: “Türküler Türkülerimiz” benim projemdi ve o dönem yanımda olan müzisyenlerle çalıştık.  Bazı insanlar ne yapmak istediğimi algıladı ve sevgiyle yapılan bir proje olduğunu hissettiler. Bir mesajım vardı. “Özünüze bakın, zenginliğiniz orada yatıyor,” demek istedim. Ben o zenginliği görüp, yabancıların da anlayabileceği bir platforma taşımak istedim. Alt yapılar yetersizdi ama amaç doğruydu.
Çok dalga geçen oldu. Kırıldım. Sanırım artık pembe gözlüklerimi çıkarma zamanı gelmişti. Yabancıyı oynasaydım pek havalı olurdum ama ben oynamadım. Ben Suna’ydım, hala da Suna’yım. Anlayana…
Arkamda koca 36 yıl var ve ben buradayım… Adim hala Suna. Gerçek sevgi böyle bir şey; direnç gösterir. Bir çok insan şöyle ya da böyle paralarımı aldı, bir çok insan beni ya şöyle ya böyle aldattı… Çetrefilli ve düzenbaz bir ortamın içinde bana hiçbir şey olmadı. Neden? Çünkü ben normal vatandaş gibi yaşıyorum. İyi kotu insanların bana yaklaşmalarına izin veriyorum. Konuşuyorum, paylaşıyorum, kızıyorum ama yine seviyorum. Birilerinin de beni sevdiğini, anladığını ben hissediyorum. Migros’ta alışveriş yaparken, Beyoğlu’nda yürürken, Facebook’ta sohbet ederken... Bu insanlara borçluyum, beni bugünkü konumuma getirdiler.


YHT: İki binlerde uzunca bir süre sizi hiçbir yerde görmedik. Nerelerdeydiniz o dönemde?
SY: 10 yıl önce bıraktım. Yorulmuştum. Kendimi dinlemem lazımdı. Avustralya’ya gittim. Yeniden başladım iki çocuğumla birlikte ve yine var olabildim. Güçlendim, kendimi sevdim ve geri geldim. Şimdi ise kitapları, şiirleri İngilizceye çeviriyorum. Oyunculuğum bu konuda faydalı oluyor. Çeviri yaparken ben o insanı tanıyorum, onu oynuyorum, romandaki kahramana, bazen de yazara dönüşüyorum.


YHT: Kızınız da oyunculuk yapıyor ama bildiğim kadarıyla şarkı söylemiyor. Söylemeli mi sizce? Sesi nasıldır, bu konuda destek olur musunuz?
SY: Kızım hiç bir zaman “Ben oyuncu olacağım,” demedi ama Avustralya’da Sinema Televizyon okudu. Kamera arkası çalışmak istedi. Böyle kalmayacağını biliyordum. Ve nitekim buraya geldiğinde inanılmaz teklifler yağdı. 
O benden daha fazla içe donuk.  Ancak bana da çok benziyor. Yasemin’in değerleri çok farklı. Şu anda çok güzel bir tiyatro ekibiyle çalışıyor. Dizi sezon başından beri devam ediyor  ve o çok iyi bir oyunculuk sergiliyor. Ekip arkadaşları da bunu tasdik ediyor. Onunla gurur duyuyorum. Zor yolu seçti. Para pul, şan şöhreti seçmedi. Hazırlanmak, öğrenmek istedi. Yasemin’in sesi çok güzel ve ona bir proje oluşturuyoruz. Ancak seneye olur.
14 yaşında bir de oğlum var. O da  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesinde okuyor. Dik kafalı ve dürüst bir çocuk.
YHT: Yeniden bir albüm yapmak düşünceniz var mı? Sahne programı yapıyor musunuz? Sinema veya televizyon projeleri var mı?
SY: Altı ay kadar önce ben şarkıcılığa geri döndum. Galata’da yeni açılan tarihi bir yerde iki saat program yapıyorum. Türkçe, İngilizce, caz, vesaire… Ruhumdan ne çıkıyorsa... Mutluyum. Şu anda Türkçe bir albüm hazırlıyorum. 
Bu saatten sonra yeniden doğmak çok hoşuma gidiyor. Yaşam tarzımda bir mesaj var. Bir kere yaşıyoruz ve sonuna kadar ben yaşayacağım. Senelerin benden aldıkları değil, bana verdikleri benim için önemli. 
Televizyona çıkacaksam, benim iç dünyamı yansıtan bir proje olmalı. Bu olur mu bilmem çünkü ne zaman derinlere insem bir programda, hemen susturuyorlar; aman eğlenelim coşalım. Eğlenceliyim ben ama bir o kadar da ciddiyim. Bir yerlerde açlıktan bebekler ölürken, ben görmezlikten gelemem, hiçbir şey yokmuşçasına “Hadi eller havaya,” diyemem.  Yaşamak için paraya ihtiyacımız var ama ben istediğim olmazsa azla yetinmeye razıyım. Güçlüyüm.

YHT: Ortalarda görünmediğiniz dönemde yazdığım bir yazıda sizin için “muhtemelen İngiltere’ye dönmüş, evlenip barklanmış, şişmanlamış, çoluk çocuk sahibi olmuştur,” gibi bir şeyler yazmıştım. Siz de bana bir e-mail gönderip Türkiye’den hiç ayrılmadığınızı özellikle vurgulamıştınız. Ve tabi şişmanlamadığınızı da. Burada yaşamak kalıcı bir karar sizin için, öyle görünüyor?
SY: Burası benim merkezim. Türkiye olmazsa yaşamımın kocaman bir parçası yok olur. Şimdi oğluma bakıyorum ama zamanı gelince gezip görecek, öğrenecek çok şey var.  Bana bazen Facebook’dan hakaret ediyorlar. İlginç hakaretler… Hayatımda ilk defa bu tarz ırkçı yaklaşım içinde olan insanlar görüyorum. İngiliz bozması, İngiliz p..i, vs... Bunlar çok az, ama ilginç.


YHT: Bugün geriye dönüp baktığınızda içinizde kalan, keşke yapsaydım de dediğiniz bir şey var mı kariyerinizde? Ya da halen yapmak istediğiniz?
SY: Pişmanlık? Var tabii ki. O açık çek vardı ya… Keşke onu kabul etseydim. Keşke kaybettiğim bütün paralara sahip çıkıp, şu anda ihtiyacı olan insanlar için geniş kapsamlı bir şeyler yapabilseydim.
Sonradan iş kadını oldum. Neler yapabileceğimi gördüm. Kalbim parçalanıyor. İnsanlar kocaman arabalarla gezerken sokaktaki çocukları, hayvanları görmüyorlar mı? İşsiz, ailesine bakamayan erkekleri  görmüyorlar mı? Benim aşık olduğum Türkiye bu değildi. Ancak 85 milyonun arasında hala benim aşık olduğum gibi insanların var olduğunu biliyorum. Bir yere gitmiyorum, küçük mü büyük mü bilmiyorum ama, içimdeki ses daha yapacak işlerim olduğunu  söylüyor.

MAYIS 2011