"HERKES DOĞUŞTAN MÜZİSYEN"
(Milliyet Sanat dergisi Ağustos 2017 sayısında ve 29 Temmuz 2017 tarihli Milliyet gazetesi Cumartesi ekinde yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergide ve gazetede yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)
“Onno Tunç, Aysel Gürel, Attila Özdemiroğlu filan hep burada biliyor musunuz? Onlarla birlikte çalışıyoruz biz. Sezen Hanım hiçbiriyle vedalaşmamış ki…”
“Onno Tunç, Aysel Gürel, Attila Özdemiroğlu filan hep burada biliyor musunuz? Onlarla birlikte çalışıyoruz biz. Sezen Hanım hiçbiriyle vedalaşmamış ki…”
Sezen Aksu’nun stüdyosunda, onunla birlikte çalışan
müzisyenlerden biri Okay Barış. Samimiyet ve coşkuyla anlatırken yaşadıklarını,
bunu da söylüyor. “Neler öğreniyorsunuz Sezen Aksu’dan?” diye soracak oluyorum.
“Sürekli ‘hit’ yapan bir insanın yanında durmanız bile yeterli. Alacağınız bir
şey varsa şayet, tam yeri. Adamakıllı şarkı nasıl yapılır, nerede nefes alınır,
nerede bırakılır. Hiç bilmiyordum bunları ben. Buraya gelip kayıtlara dâhil
olunca kaşlarım hiç inmedi aşağıya. ‘Ne oluyor ya, ne bu, böyle miymiş, hadi
ya!’ Sürekli tüyler diken diken. Allah bunu eksik etmesin ve herkesin de başına
gelsin. Çünkü bilmiyoruz. Bunun bir okulu yok. Şarkı nasıl yapılır, ne dersek
ne hissederler, öyle yapma böyle yap... Bunu öğrenebileceğin başka yer bulmak
mümkün değil. En üst düzey burası. Geriye dönüp Sezen Aksu şarkılarına
baktığınız zaman zaten her şey ortada. Bugüne kadar yaptıkları… Burası onun
devamı. E ben cennetteyim o zaman. Öteki tarafta cenneti sormayacağım. Cennet
burası,” diyor.
Levent Yüksel’in söylediği, sözleri Sezen Aksu tarafından
yazılmış “Kadınım” şarkısına gönderme yapan, bir bakıma o şarkının anti-tezi bir
şarkı yazar 2013 yılında Okay Barış. “Kadınım Diyorsan” adını taşıyan bu şarkı
onun ilk albümünde yer alacak şarkılardan biridir. Albümü dinletmek için
götürdüğü Aykut Gürel şarkıyı duyunca “Ben bunu Sezen’e dinleteceğim,” der ve
dinletir de. Okay Barış’ın (kendi tabiriyle) “Sezen’e atarlandığı” şarkı
sandığı gibi onu kızdırmaz, aksine hoşuna gider, ilgisini çeker ve hikâye öyle
başlar.
Geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle yayınlanan yeni teklisi
“Beter Ol” ile dinleyici karşına çıkan Okay Barış ile Sezen Aksu’nun Göksu’daki
stüdyosunda bir araya geldik.
YAVUZ HAKAN TOK: Sezen
Aksu’yla ilk kez tanıştığınız, yüz yüze geldiğiniz o anı merak ediyorum ben.
OKAY BARIŞ: Benim şarkıyı dinleyip beğendikten sonra “Öptüm”
albümünde iki şarkısının düzenlemesini yapmıştım ama tanışmamıştık daha. Altı
konserlik bir seri olacaktı. Ben de çalacağım, Sezen hanım beni seyirciye
tanıştırıp şarkı da söyletecek. İlk konser Bodrum’daydı. “Sezen Hanım seni
çağırıyor,” dediler. Karavanına gittim. Titriyorum, çok gerginim, ne yapacağımı
bilmiyorum. Kollarım fazla geldi böyle. Çıktım karşısına. “Bana bırak, ben seni
çağıracağım sahnede, rahat ol,” dedi. Bende bir gevşeme… Pamuk oldum. Teşekkür
ettim. “Asıl ben teşekkür ederim,” dedi. “Şarkılarıma can verdiniz.” O nasıl
bir laftı! Of! Acayip iyi hissettim kendimi. Ben kanat taktım o anda. İlk
tanışmamız öyle oldu.
YHT: Neden o kadar
gergindiniz?
OB: Tanışmadan önce Aykut Ağabey bana “Sandığın gibi birisi
değil, rahat ol,” diyordu. Ne bileyim ben. İnsan kendisi tecrübe etmedikten
sonra soru işaretleri gırla kafada. O konserde sahnede yüz-yüz elli kişi var.
Ladies and Gentleman korosu filan. O kadar insanın arasından, zillerin oradan
filan bir yerden benimle göz göze gelip “Ne haber?” diye işaret çaktı bana. Ona
ben kurban olurum. Altı konsere çıktık. Çok da rahat çıktım, hep rahat
hissettirdi bana. Güzel bir başlangıç oldu yani.
YHT: Konserde sizi
seyirciye tanıştırırken “nevi şahsına münhasır” tabirini kullanmış. Bunu ona
söyleten ne sizce?
OB: Alışverişte tezgâhtar bana “Bakın bunu çok sattık,”
dediğinde ben “Peki satamadığınız ne var, bana onu gösterin,” diye sorarım. Deli
diye bakarlar. Hep öyleydim ben. Hiçbirimiz aynı değiliz, herkes farklıdır.
Benim şarkılarım da başka türlüydü. O farklılık Sezen Hanım’a değişik geldi. 26
sene sahnelerde çalıştım ben. Kayahan’dan Bülent Ersoy’a kadar çalışmadığım
insan kalmadı. Haliyle repertuvar bayağı genişledi. 7/24 çalışırdık. Bir dünya
şarkı çaldım, acayip fazla sayıda şarkı var kafamda. Ama onlar zaten var. Niye
aynısını ya da muadilini yapayım ki?
YHT: Biraz geriye
gidersek… Müziğe ilginin başladığı nokta neresi?
OB: Herkesin doğuştan müzisyen olarak dünyaya geldiğine
inanıyorum ben. Bir şekilde köreliyor bazılarında sonra. Veriyorlar T cetvelini
eline, çocuk başka bir yere gidiyor. Oysaki herkes müzisyen doğuyor. Ben ilk
elime enstrüman alıp çalmaya başladığımda babam “Bu çocuk böyle gelmiş
dünyaya,” demiş hemen. Çünkü biliyor hiçbir eğitim almadığımı o güne dek. Bir
flüt verdiler çalmaya başladım. “Bu yaz benim için çalışırsan bu vitrindeki
melodikayı sana veririm,” deyince dükkân sahibi, bir yaz o melodika için dükkânda
çalıştım. Sonra onu çalmayı öğrendim, bir hortum ısıtıp yaktım önüme koydum, o
melodika “keyboard” oldu filan. Hurdalıktan bir bisiklet bulmuştum. Modifiye
ettim, yepyeni oldu. Sonra onu hiç binemeden bir klavyeyle takas ettim. Öyle
başladı. Kimse bana “Hadi oğlum sana enstrüman alalım da müzisyen ol,” demedi.
Tam tersi, kızarlar mı acaba diye gizliyordum ben.
YHT: Nasıl başladınız
şarkı yazmaya?
OB: Çocukluğumda eve bir çift kasetçalarlı teyp alındı. O
benim ilk “sequencer”ım oldu. O kasetten o kasete üst üste kayıtlar yapardım.
Sahne enstrümanistliğinin haricinde ben evde kendime bir düzen kurdum, bir
şeyler yapıyordum. Çenem çok düşük ama iş şarkı yazmaya gelince hiç öyle bir
yeteneğim yok zannediyordum. Kısa kısa yaptığım şeyler vardı. Arabada dinlemek
üzere onları CD’ye kaydediyordum. Tamamen trafikte kendim dinlemek için,
kendime yapıyordum. Radyolardaki reklamlardan sıkılıyordum çünkü. Ufak ufak,
bir-iki cümlelik şarkı sözleri de vardı. Mesela “Düşünme benim yerime.”
Şarkının sözü bu kadar. 30 tane şarkı yaptım böyle. Hepsi arabada dinlemek
için. Sonra bir gün arabada Galip Kayıhan dinledi. “Bu ne?” dedi. “Bu ne acayip
bir şey, ben böyle şey duymadım.” Olay orada başladı. “Sen ne garip şeyler
yazıyorsun. Bir daha çal bakayım şunu,” deyince, “Ne yapıyorum ki ben?” dedim
kendi kendime. O dönem Galip ağabeyle o şarkılardan albüm yapma projesi vardı
ama o sırada ortaklar arasında sıkıntılar yaşandı, iş mahkemelik oldu. Benim 30
şarkı kaldı öyle. Ben de 10 tane yeni şarkı yazdım. İlk albümdeki şarkılar öyle
çıktı. Yoksa kırk yıllık besteci, şarkı yazarı filan değilim. Daha yeni yeni
öğreniyorum. Kendi algıma, zevkime göre, kendim için yaptığım şarkılar
yazıyordum sadece.
YHT: O yıllardaki Okay
şimdiki Okay’a dönüp baksa ne derdi?
OB: Kızardı. Çok geç ilerledi diye. Onu hızlandırmak
isterdim. Ablam sekiz ben altı yaşındayken çekilmiş bir fotoğrafımız var.
Elimizde bir şişe. Anneme sordum nedir diye; Pasiflora’ymış. Çok hareketliydik.
Bize her şey yavaş geliyordu. Ablama da bana da. “Hadi hemen yapalım” durumundaydık
hep.
YHT: Neden geç
ilerledi Okay peki?
OB: Ülkenin durumu, elektronik aletlerin ülkeye geç
girişi... O elektronik enstrümanlar bizim müziğimize pek uygun değil diye
satamadılar Türkiye’de. Ben o aletlerin distribütörleriyle de çalıştım. O enstrümanlara
“turkish” sesler yazıyordum. Öyle satılıyordu onlar. Çünkü onlardan bizim
sesler çıkmıyordu. Ben de bongoyu bozup bendir sesi yapıyordum, udlar,
buzukiler yazıyordum işte. O şekilde bu aletlerin Türkiye’de satılmasına
yardımcı oldum. ‘93’e kadar filan sürdü bu iş. Geç ilerlememin sebebi sazımın
elektronik olması diye düşünüyorum.
YHT: Sahne
müzisyenliği nasıl başladı?
OB: Tesadüf eseri Uludağ’da bir işe başladım. Sonra
Etiler’den bir teklif geldi. Derken senelerce İstanbul’da programlar için
orkestra kurdum ben. Üstüne bir de ‘94’te askere gidip, askerliğimi Armoni
Mızıkası’nda yapınca bir sürü virtüözle çalıştım. En iyi müzisyenler orada
askerlik yapıyordu çünkü. Orada da “joker” diyorlardı bana. Niye? Çünkü uçak
“check-in”lerini yapar, orkestra üyelerini otele yerleştirir, “soundcheck”i de
yapar, kabloları da çeker. Deli bu! Senelerce bana kaldı bu ihaleler. Sadece
“maestro” olduğumdan değil. Vücut “speedy”. O işlerde de sürekli herkesi
kontrol etmek zorundasın. Davulcunun bilmem neyi nerede, arabada giderken şoför
uyuyor mu diye önde oturuyorum filan. Bir de o zamanlar kalabalık orkestralarla
gidiyoruz işlere. 22-24 kişinin kontrolü için gözlerinin “x-ray” cihazı gibi
olması gerekiyor. Herkesin her şeyini takip ediyorsun. Sürekli bu haldeydim. Çok
da güzel oldu bence.
YHT: O zamandan bu
zaman ne değişti ya da siz ne kadar değiştiniz?
OB: Dün buraya 41 yıllık bir arkadaşım geldi. O da aynı şeyi
söyledi. Bir şey değişmedi. Ne o heyecan, ne anlamaya çalışma hali. Hep üstüne
koymaya çalıştım. Oto-didaktik deniyor benim gibilere. Bir öğretmenim yok.
Haliyle hep eksik hissediyor beyin kendini, sürekli “O ne, bu ne, şu neymiş?”
halinde. O “speedy” hal hep olunca ben onu lehime çevirdim. Güzel oldu, üretime
dönüştü. Aynı Okay aslında bir şey değişmedi. Ufak tefek yazılarımı buldum,
onlardan da belli. Yine aynı yazıyormuşum.
YHT: İlk albümünüz
Aykut Gürel’in sahibi olduğu firma tarafından yayınlanmıştı. Aykut Gürel’le
nasıl kesişti yolunuz?
OB: Bizim bir stüdyomuz vardı. Benim ortağım Aykut Ağabey’i
tanıdığı için “Vizontele Tuba” filminin işi onun vasıtasıyla bizim stüdyoya
geldi. Kardeş Türküler, Amerika’dan müzisyenler filan gelip gidiyor. Bir anda
bir karnaval. Ben Aykut Ağabey’i müzisyen olarak bilirdim tabii ama meğer
tonmaystermiş aynı zamanda. O filmden sonra o bize iş getirdi, biz ona iş
götürdük derken, ben onun projelerinde aranjör olarak da çalıştım. Sonra benim
albüm işi kazaya uğrayınca yeni yaptığım şarkıları kime götüreyim derken bu
işin kurdu kim diye düşündüm. “Dur ben Aykut Ağabey’e gideyim albümü kime
götüreyim diye bana akıl versin,” dedim. Bu işlerin her safhasını iyi biliyor
çünkü. Bir de ağabeyim gibi. Çocukları kucağımızda büyümüş filan. Aykut Ağabey
benim şarkı söylediğimi de bilmiyor, beni müzisyen olarak tanıyor. Şarkıları
dinleyince o da şaşırdı, “Sen mi söylüyorsun bunları?” dedi. “Sen ne ara ne
oldun?” dedi hatta, güldük. “Bu albümü ben çıkarayım,” dedi. “Sen aranje de
yap,” dedi. “Seni konserlere de çıkaralım,” dedi. Yani “sen gelsene bir,” dedi
ve aradan itibaren artık dönüşü olmayan yola girdik.
YHT: İlk albüm
yeterince duyulmayınca hayal kırıklığı yaşadınız mı?
OB: Önünüzdeki yolun karanlık mı aydınlık mı olduğunu kendi
iç dünyanızda fark edersiniz ya, ben o işin hoşlanmayacağım bir yere doğru
gittiğini gördüm. “Eyvah!” dedim, “Acaba bundan sonra yeni şarkı yazacak olan
Okay küser mi?” Beni kaygı bastı. Bir şey yapıyorsunuz ve duyulmuyor. Niye
yapıyorsunuz ki o zaman? Büyük üzüntü, büyük hüzün. Tekrar ben sazın başına
oturduğumda “Aman bana ne canım, o sosyolojik bir durum. O beni ilgilendirmez.
Okay’cığım, gel seni öpeyim,” dedim kendi kendime. Baktım Okay duruyor, hiçbir
şeyden etkilenmiyor. Burada cenaze yıkayıp, buraya dönüp hayata devam
ediyorsun. Hiçbir şey onu çalışmaz hale getiremez. Onu fark ettim ben. O zaten
benim “Küllerden yeniden doğarım,” dediğim an oldu.
YHT: Sonrasında o
albümden bazı şarkıları Yonca Evcimik kendi albümünde seslendirdi. O nasıl
oldu?
OB: Yonca Evcimik bir gün Aykut Ağabey’e uğradığında Aykut
Ağabey dinletmiş albümü. O da çok beğenmiş. Sonra işte bazı şarkıları istedi,
bir şarkıya düet yaptık, ben onun başka şarkılarını da aranje ettim.
YHT: “Burası İstanbul”
şarkısında “Burası İstanbul, çok ses var,” diyorsun ama o cümlenin “çok seks
var,” diye söylendiğine de şahit oldum ben. Yazarken böyle bir muzırlık var
mıydı aklınızda?
OB: Evet, onu internette birisi başlatmış “Arkadaşlar ‘ses’
mi diyor, ‘seks’ mi diyor?” diye. Sonra almış yürümüş. Benim aklıma neler
geliyor yazarken de yazamıyorum RTÜK var. O şarkı tam İstanbul’un durumunu
anlatıyordu aslında. Çünkü ben bununla ilgili araştırmalar yaptım. Bakanlığın
izin verdiği ses limiti kaç desibel, mekânlarda müzik kaç desibel… İşte
motosikletler çok ses çıkarıyor, bunların muayenesi yapılmıyor mu nasıl izin
veriliyor filan derken “bu ses beni yoruyor” noktasına geldi. Hep dış sesten
yalıtılmış stüdyolarda yaşıyoruz ya. Eve gidiyorum, gürültüden uyuyamıyorum.
Çok ses çıkaran, gürültülü bir şehir burası. Yoruyor insanı. Ben onu yazmıştım.
Olanı yazdım sadece.
YHT: Stüdyoya kapanıp
müzik yapmak mı, sahnede seyirci önünde olmak mı? Birinden birini seçeceksin
deseler?
OB: Öyle bir şey olmaz, sorun çıkarırım. Plak şirketi de
böyle bir şey sordu. Hem aranjör, hem solist pek örneği yok. Bir Ceceli var
işte. “Birinden vazgeçsen mi?” dediler. Dedim “Nasıl olacak o iş?” Ben aşığım
ki bu işlere. Günaha girersin beni onlardan ayırırsan. İkisinden de alma beni.
YHT: Şimdilerde
gerekli cihazları alan herkes evinde oturup müzik yapabiliyor. Böylesi müziğe
meraklı bir çocuk ya da genç evinde bu işleri yaparken bir gün Okay Barış
olmayı hayal edebilir mi sizce?
OB: Teknoloji kopyalanabilir bir şeyken kreatif kafanın
herhangi bir okulu yok; o doğuştandır. Benim varoluş durumum o. Şu anda 10
yaşında bir çocuk bile bayağı güzel şeyler çıkarabilir, evet. Elimizdeki akıllı
telefonlar mesela. Postaneye gidiyorduk, mektup atıyorduk. O durumdan bu duruma
geldik. Müzikte de aynı şey. Enstrümanlar çok gelişti. Zaten öbür türlüsü çok
zordu. Gitarın akordunu yapıp altı teli birbirine uygun hale getireceksin de
düzgün basacaksın, ellerin acımayacak. Keman çalmak için günde altı saat
çalışman lazım. Bu öyle değil ki; kazayla değsen bile ses çıkıyor. Akordlar
yerinde, “range” çok geniş. Bir de bizim saz üstatlarının hepsi “dede”dir.
Yaklaşamazsın sazına. Elinize almak için bile izin istersin, gerilirsin. Bunlar
öyle değil. Arka cebinde bile dursa telefonun, bir akor basmış olabilirsin.
Yazılım olarak da çok geliştirildi elektronik enstrümanlar. Ama kreatif kafa
başka bir şey tabii. Şimdi açayım hemen bir proje yapıvereyim, çok kolay ama
oradan kulağa hoş gelecek, gönle dokunacak bir şey çıkarmak bayağı zor. Yani
teknoloji gelişse ne olacak. Neşter gibi düşünün. Doktorun elinde hayat
kurtarır ama katilin elinde can alır. Bunun da öyle bir durumu var. Rezil de
edebilir vezir de. Teknoloji gelişti ama fikir yoksa teknoloji hiçbir şeye
yaramaz.
YHT: Herkesin müzik
yapabiliyor olması biraz kirletti mi acaba müziği?
OB: Bir de bilirkişi heyeti olması lazım. Mesela
Bulgaristan’da konservatuar mezunu olmayana albüm yapmıyorlar. Biz de biraz
serbest olay. Cem Yılmaz’ın dediği gibi “Tulumunu giyen geliyor.” Ama
bilirkişiler olsa hem bu okulluların alaylıları ezme durumu da kalkacak
ortadan. Çünkü bu kreatif bir şey. Sekiz yaşında bir çocuk bir ıslık çalar,
tüylerin diken diken olur. Varlığından utanırsın ben bugüne kadar ne yaptım
diye. Bu çok önemli bir şey. Dünya müziğini çok iyi bilen, neyin ne olduğundan
anlayacak bir heyet, bir merci yok. Bir doğrucu başı yok. Böyle bir sistem,
kontrol mekanizması olmadığı için de her yol mubah. Bunu söylerken TRT denetimi
gibi bir şeye de karşıyım. O bizi kısırlaştırır. Yolu açacak, motive edecek,
fikir verecek insanlar lazım. Bunlar sadece konservatuarlarda var. Peki,
konservatuar dışındaki müzisyenlerin günahı ne?
YHT: Yurt dışına
yönelik çalışmalar da yapıyorsunuz. Dijital platformlarda dünya pazarında
satışa sunulmuş elektronik dans müziği şarkılarınız var.
OB: O bir proje. On şarkıdan üçünü çıkardık henüz. Orayı
devam ettireceğim. Nez’le yaptığım şarkı nasıl o kadar yürüdü ben de şaşırdım.
Ben yaptım, dijital platformlardan satışa çıkardık, yedi tane filan toplama
albüme girmiş şarkı. Sonra kalktım Amerika’ya gittim, dört ay kaldım. Bir
gittim oraya, herkes şarkıyı dinliyor. Asıl içimden cayır cayır geçen müzik
elektronik ama ben bu toprakların çocuğuyum bir taraftan bir tarafım arabesk,
türkü. Alaturkacılarla da çalıştım türkücülerle de. Tulumu da bilirim gaydayı
da.
YHT: “Darbuka mı kaldı
bu zamanda?” diyen müzisyenlerimiz de var. Bu sıralar çok konuşuldu.
OB: Dünya darbukayı kullanıyor onu ne yapacağız? Sting
örneği var. İngilizlere hayatta dinletemezsin oryantali mesela. Dünya bizim
müziklerini kullanıyor bizimkiler hâlâ “Darbuka mı kaldı?” O zaman bırak
elinden o kahve değirmenini, görmeyeceğim.
YHT: Katıldığınız bir
televizyon programında “İnsan dört duvar arasında oturduğu yerde yazarken
kalemine dikkat etmeli” demişsiniz. Niye?
OB: Başıma geldi çünkü. Sezen Aksu’ya bir atarlandım,
burnumun dibine geldi. Ne kadar dar alanda neler olabileceğine dair canlı
örneğim ben. Neyin nerede çıkacağı hiç belli değil. Ata binerken, arabanın
kapısını açarken alakasız yerlerde bir şey geliyor, yazıyorsunuz. Ama sonra
nereye ulaşacağı belli değil.
YHT: Müzikte belirli
bir yetkinliğe ve kıdeme ulaşmış isimlerin daha cesur işler yapmasını
bekliyoruz ama pek de göremiyoruz öyle şeyler. Neden “Beter Ol” gibi bir
şarkıyı Tarkan söylemez mesela?
OB: Bir kaygı yaratır. Sezen Aksu’yla çalışmaya başlayınca
durumu anladım. Biz binlerce kişiye çaldık, dinlediler ama o bir solistin
eşliği idi. Eline mikrofon alıp kalabalığın önüne geçen insanın çok ağır
sorumluluğu var bizim millet anında tepki verir. “Beğenmedim,” deyiverir. Kırk
yıllık Hikmet Şimşek gibi “Kemanlar pesti,” der, duyar onu yani. Şu anda
herkese anında ulaşabiliyoruz. Yani hız felaket olabilir. Bir şey denediğinde
saniyesinde onun dönüşünü alıyorsun. Denemediler mi, hepsi denedi ama fazla
sert giremezler. Tarkan’ın “Kır Zincirleri” şarkısını ne yapacağız mesela? O
nasıl bir şarkıdır? Denediler yani, geri dönüşlerini aldılar. Onlar da belki
açılmak istiyorlar ama açılamazlar. Kalabalıklar çünkü, tek değiller. Acaba
benim arabada dinlemek için yaptığım gibi kendilerine bir şeyler yapıyorlar
mıdır? Onları dinlemek lazım. Yapsalar ne olur, paylaşamazlar ki kalabalıkla.
Ama bence yapsınlar yani. Ah keşke yapsa. Ben inanıyorum Tarkan şu an istesin
stüdyoya girer bir hafta içinde öyle bir albüm yapar ki kendimizi keseriz. Beni
titretir onun sesi. Ben anlıyorum, duyuyorum bir şarkıyı mesela “Ay,” diyorum
“kaygı yapmış.” Bu ülkeye yapılmış bir albüm Tarkan’ın albümü ve “hardcore”
kaygı taşıyan bir albüm. Bence hiç gerek yoktu. Keşke öyle olmasa. Çünkü o
yapmadığı için geriye kalan hepsi patır patır dökülüyor.
YHT: Birlikte
çalışmayı özellikle çok istediğiniz birileri var mı?
OB: Sezen Aksu’yla çalışıyorum zaten. Yok ama Ceza ile
birlikte yapmak istediğim bir proje var kafamda. “Motosikleti Fark Et” diye bir
şarkı. Motosiklet kulanlar ölüyorlar hep. Çok kaza, çok kayıp oldu. Onları fark
etmemiz lazım, bir can taşıyorlar. Kör nokta diye bir şey var. Kamu spotu gibi
bir şarkı yapacağım. Benim adım yazmasın önemli değil, herkes katılabilir bu
projeye ama Ceza’nın mutlaka olması lazım. Böyle bir şey yaparsak herkesin
dikkatini çeker diye düşünüyorum. Bir de yabancı şarkıcılarla proje fikirleri
var. Nez’le yaptığım gibi. Katy Perry olabilir, Rihanna olabilir. Hiç geri
vitesim yok o konularda, hiç mütevazı olamayacağım. Hastasıyım o tarafın. Eğer
bir bağlantı kurabilirsem, bakalım.
YHT: Müzikte asla
yapmam dediğiniz bir şey var mı?
OB: Var. Çünkü başıma bir kaza geldi. Gülhane Şenliklerinde
bir grupla birlikte çalıyordum, sahnedeydik, jandarma geldi ve bizi götürdü.
Biz müzik yaptık ama meğerse siyasi bir şey yapmışız. Müzik rehabilite edici
bir şeyken niye bir savaşçı yetiştirmek üzere kodlansın? Niye içinde
“subliminal” bir şeyler olsun? Buna
karşıyım. O senin siyasi görüşün, oraya fa diyezi karıştırma. Şu anda
bir şarkı yaparım Allah korusun birileri pencereden atlayabilir, birileri
kendini kesebilir. Çok örnekleri var. Negatif duyguları teşvik edici, şiddet
içeren ya da siyasi protest tarzında bir şey yapmam, gördüğüm anda kaçarım
çünkü gördüm ne olduğunu. Ama insani değerlere dair farkındalık yaratıcı şeyler
tabii ki yaparım, o ayrı. Motosiklet örneğinde olduğu gibi.
YHT: Bundan sonraki
Okay Barış şarkılarında Sezen Aksu parmağı olacak mı? Müdahale ediyor mu
yaptıklarınıza?
OB: Kesinlikle olacak. Hastasıyım zaten. Karışsın, canıma
minnet. Zaten ilk ona dinletiyorum yaptıklarımı. Rahatım o bakımdan. Nasılsa
şurası şöyle burası böyle diye beni ikaz eder.
YHT: İleriye dönük
çalışmalar neler?
OB: Burada çıkacak şarkılar var, yurt dışında çıkacaklar
var. Bayağı bir şarkı hazır aslında. Ama tek tek çıkarma derdindeyim çünkü çok
kısa sürede tüketiliyor. Yavaş yavaş ilerleyeceğim. İyi de oluyor böyle çünkü
şarkıları revize ediyorum. Geçen sene başka yazmışım bu sene farklı yazıyorum.
Pişiyor o şarkılar. Sezen Hanım’la çalışmaya devam edeceğiz. Ben şarkılar
yazacağım, onun şarkılarını düzenleyeceğim, başka projeler yapacağız. Başka bir
hayat da istemiyorum zaten. Çünkü dışarısı başka bir dünya. Burası daha iyi.
TEMMUZ 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder