Işıl Yücesoy Röportajı

"BENJAMİN BUTTON OLMAK İSTİYORUM"


(Milliyet Sanat dergisi Mayıs 2016 sayısında yayımlanmıştır.)

“35 yıl geçmiş üstünden. 70 yaşına gelmişsin, saçın beyazlamış, gözünün feri gitmiş. Ortalıkta fıstık gibi kızlar var. Bu ne risk almaktır? Bu ne iddiadır? Bunun cevabını ben bulamıyorum. Siz verin bana cevabını. Nedir bendeki bu yaşam açlığı, illa hayatı bir yerinde tutmak?”

Uzaklarda aramaya gerek yok. Göz göze geldiğiniz anda sizi sarıp sarmalayan ve o dakika “hadi kalkalım, gidelim, bir şeyler yapalım” coşkusu uyandıran camgöbeği bakışlarında saklı aslında sorusunun cevabı. Işıl Yücesoy bugünlerde 35 yıl aradan sonra yeni bir albümle dinleyicilerinin karşısına çıkacak olmanın heyecanını yaşıyor. Ossi Müzik etiketiyle piyasaya çıkacak “Çocuk Diskosu” adlı bir başka albümde ise hayatında ilk kez bir çocuk şarkısı seslendiriyor. Şarkının klip çekiminde bir araya geldik ve tiyatronun, müziğin, sanatın içinde geçmiş bir ömürden süzülenleri konuştuk.


YAVUZ HAKAN TOK: 35 yıl diyorsunuz ama aslında hiç ara vermemiş gibisiniz. Ben sizi birkaç organizasyonda bir iki şarkılığına da olsa sahnede izlediğimde şarkı söylemeyi ne kadar sevdiğinize şahit oldum hep. Hiç bırakmamış gibiydiniz.

IŞIL YÜCESOY: Ben hiçbir şeyi bırakmadım ki… Bırakmam ayol. Utanmasam aşk bile yaşayacağım. Ki utanmıyorum ayrıca. Hep dua ediyorum, Allah’ım benim son nefesimi çalışırken, tiyatroysa tiyatro, sahneyse sahne, neyse ne, orada son buldursun. Çünkü ben bıraktığım an göçerim, yaşlanırım. E ben yaşlanmak istemiyorum, Benjamin Button olmak istiyorum.


YHT: Bu süre zarfında hiç albüm yapmadınız ama en azından sahneye çıkabilirdiniz?

IY: Özellikle dizilerle çok popülerken sahneye çıkmam için çok teklif geldi bana ama hiç kabul etmedim. Neden mi?.. Türkiye’de çok şey değişti 35 yılda, görüyorum. Şimdi ben herhangi bir yerde misafir olarak bulunsam ve sahnedeki sanatçı beni sahneye davet etse, orada çıkıp şarkı söylediğimde yer yerinden oynar. Ama eğer aynı yerde parasını verip Işıl Yücesoy’u dinlemeye arz taleple geliyorlarsa “Kadına bak ayol nasıl kilo almış, aaa yaşlanmış, tabii canım göbeği de çıkmış…” demeye başlarlar. Bu adamı öldürür. Bırakın hayallerindeki gibi kalsın. Ben kendimce çok akıllıca bir şey yaptım. Bu albüm tam bir resital albümü. Bütün yaşadıklarımdan süzdüklerimle, birilerinin vakti zamanında söylediği şarkıları bir de ben yorumladım. Bunların içinde ayrılıklar var, acılar var, gözyaşı var, başarılar, başarısızlıklar, aşklar var. İlk söyleyenlerle de aramızda 20-25 yıl var. 20-25 yıl önce sen bunu böyle yorumlamışsın, benim yaşıma geldiğin zaman belki benim gibi yorumlayacaksın. Ama ben de varım. Bu benim için yarış değil. Sadece ben dün de vardım, bugün de varım; kafamı attırmasınlar, yarın da olabilirim. Benjamin Button’ım ya…

I
şıl Yücesoy, Sezen Aksu’nun “Ağlamak Güzeldir”, Nilüfer’in “Dönüyorum Eski Sevgilime”, Yonca Lodi’nin “Milat”, Yeşim Salkım’ın “Meğer”, Işın Karaca’nın “Zamansız” ve Mithat Körler’in “Güneşimi Kaybettim” adlı şarkılarını yeniden seslendirmiş bu ‘dönüş’ albümünde. “Zamansız”da Çağan Irmak, “Güneşimi Kaybettim”de Cenk Eren, “Meğer”de ise Yeşim Salkım eşlik ediyorlar Yücesoy’a.

“Nasıl koştura koştura geldiler, beni onore ettiler. Hayatımın en güzel on günüydü diyebilirim. Hatta Çağan mesaj atmış, ‘Abla içime sinmedi, sana yakışır bir şey olması için bir daha girdim stüdyoya,’ diye. Şimdi bu benim gözümden yaş getiriyor,” diyerek anlatıyor heyecanını.


YHT: Yıllar sonra şarkı söylemek için stüdyoya girmek nasıldı?

IY: Aslında Çağan Irmak Film Şarkıları konseri için provaya gittiğimde hissettim ilk o heyecanı. Halikarnas Balıkçısı’nın hikâyesinde vardır hani, yavru martıları alıcı kuşlar almasın diye analarının çırpınışı… Şu yüreğim öyleydi aynı. Tek tek kontrbası okşadım, kemana dokundum. Eski bir sevgiliyle buluştum ben o gün orada. İlk aşk gibi… Ben sevgilimi 30 sene sonra gördüğümde ellerinden tanıdım biliyor musunuz? Ne bileyim o piyano, piyanonun üzerindeki toz… Klavyeler, mikrofonlar, her türlü teknoloji değişmiş. ‘Prompter’ mı diyorlar ne karın ağrısıysa, bir şey var orada gözü görmeyenler için. Benim gözüm onu da görmedi ya, neyse… Ve iddiama bak, ben şimdi şarkı söylemeye kalkışıyorum. Ama hoşuma bu gidiyor ya. Galiba biraz da örnek olmak istiyorum. Bu işe sadece para kazanmak maksadıyla bakılmaması gerektiğini, bunun bir aşk olduğunu görsünler istiyorum…


Sözlerini İskender Doğan’ın yazdığı ve daha önce duyulmamış bir Işıl Yücesoy bestesi “Anlamı Yok” ve sözleri Saadettin Dayıoğlu’na, bestesi Sonay Yağız’a ait “Büyümedim”, albümün yeni şarkıları. Ve Işıl Yücesoy’un ilk kez 1979 yılında seslendirdiği, sözleri Necla Acemi tarafından yazılmış bir başka bestesi, “Niye Düşünüyorsun?” da bu albümde 2016 versiyonuyla çıkıyor karşımıza. Hakan Eren’in prodüktörlüğünde Ossi Müzik etiketiyle yayınlanacak albümdeki tüm düzenlemeler ise Tansel Doğanay tarafından yapılmış.

YHT: Nasıl karar verdiniz yıllar sonra yeniden albüm yapmaya?

IY: Ben vermedim kararı; Hakan Eren verdi. Benim hayatımda iki tane çılgın insan var. Birisi Çağan Irmak, birisi Hakan Eren. Onları ben bir doğurmadım; o kadar hayatımın içindeler. Bu iki insan benim gerek oyuncu, gerek şarkıcı Işıl Yücesoy olarak, gerekse insan olarak ayakta kalmam için çok emek verdiler. 


Çağan hayatımın hep en zor anlarında hep elimde tutmuştur. Çemberimde Gül Oya dizisi tam kocamdan ayrıldığım zamana denk gelmişti. Çocuğum çok küçüktü, büyük bir depresyondaydım. Unutursam Fısılda filmi de kemoterapi tedavisi sonrasıydı. Ben bunları unutabilir miyim? Ben onları sırtımda değil kafamın tepesinde taşırım.  


Hakan Eren bana ve bütün o devrin sanatçılarına nüfus kağıtlarımızı iade etmiş adamdır. Bunu hep söylerim. Beni ‘nostaljik’ olmaktan kurtarmış bir adamdır. Dünyadaki en tehlikeli şey ‘nostalji’ kelimesidir. Hiç sevmem. Onun için hep aktif olacaksın. Nostalji ne demek?


YHT: Nostalji yapmayalım ama biraz eskileri deşelim sizi bulmuşken. ‘70’lerde popüler bir şarkıcısınız, güzel bir kadınsınız ve tiyatro terbiyesi almış bir oyuncu olarak gazino sahnesindesiniz. Çok başka bir dünya. Rakip olarak görüldüğünüzü, kıskanıldığınızı hissettiniz mi hiç o dönemde?

IY: Aslında bunu görenlere sormak lazım... Ben hayatımda hiç böyle şeyler hissetmediğim için bunlar bana çok yabancı geliyor. Bir tek Bodrum kalesinde Nükhet Duru’yu seyrettiğim zaman “Ben niye burada şarkı söylemiyorum?” diye bir kıskançlığa kapıldım. O kadar vicdan azabı çektim ki kıskandığım için, gidip Nükhet’e söyledim “Kız ben seni kıskandım,” diye. Yani benim hiç böyle bir duygum olmadı. Ama karşı taraftan oldu galiba. 


Bir Fuar çalışmasında ben orkestramı İzmir’e götürmemiştim. Gazino patronu maliyet yükselmesin diye “Ne gerek var, burada filanca filancanın orkestrası var, sana da eşlik eder,” demişti. İlk gün ben hazırlandım, erken saat provaya gittim. Orkestra yok. Meğer izin vermemişler orkestralarının bana çalmasına. Belli ki beni mahcup etmek istediler. Ama beni mahcup etmek kolay değildir. Hem ensem kalındır biraz, hem de işimi ödün vermeden yapayım diye tırnaklarım koptu yıllarca benim. Tek başıma çıktım sahneye. Öyle söyleyecektim, orkestrasız. Mikrofondan da anlatacaktım, “Şu şu bana orkestrasını vermediği için böyle çıktım, beni orkestrasız dinleyeceksiniz” diye. Ama bir baktım elinde enstrümanlarıyla alaturka sazlar giriyor sahneye. Özer Altın başta. Destek çıktılar bana. Provasız filan öyle söyledim ben onlarla.

YHT: Ben sorumun cevabını aldım. Rakip olarak görülmüşsünüz belli ki.


IY: Birinde benim ses düzenimin bozulması için ses teknisyenine para verildiğini menajerim bizzat görmüş. Geldi, bana söyledi. “Bana böyle şeyleri getirme,” dedim. “Sen bana ‘Işıl Hanım bu gece mikrofonsuz sahneye çıkmanız gerekiyor,’ de, ben anlarım”. Nitekim o gece mikrofonsuz çıktım sahneye.

YHT: Tuhaf gelmiyor muydu bütün bunlar size?

IY: Gelmez mi? Bir keresinde yine Fuar için fotoğraf çekimi yapılacak. Bütün kadro stüdyoda, assolistimiz de Yeşilçam’dan sahneye transfer olmuş, o zaman çok popüler bir hanım. Bekle bekle gelmiyor. Neden sonra geldi, yanında bir orduyla. Yardımcısı, yardımcısının yardımcısı filan… Kıyafetleri yapıldı bu hanımın orada işte. Ben o kadar şaşkınlıkla seyrediyorum ki artık nasıl bakıyorsam Yıldırım Mayruk geldi yanıma, kulağıma fısıldadı: “Işıl gözlerine dikkat et, seni işten atarlar.” Şansızlık mı bilmem ama ben her duygumu anında çıkartırım gözlerime. Karşıdaki insan hemen okur.


YHT: Hiç yılmamış, yorulmamış gibisiniz her şeye rağmen.

IY: Ben hayatımda hiçbir şeyi kolayına elde etmedim. Çocuğumu bile 45 yaşımda doğurdum. Bir sürü doktorun “Ölürsün, kanama geçirirsin,” demesine rağmen. Ben şuna inanırım: İnsanoğlu belli bir olgunluğa geldikten sonra kendi adımını kendi atmalı, yaptıklarından kimse mesul olmamalı. Eğer başarısız olacaksa da kendisi başarısız olur, başarılı olacaksa da kendisi. Ben böyle bir hayat seçtim. Hiç de pişman değilim. Hâlâ da zoru seçmeyi seviyorum. Çok hoşuma gidiyor zoru başarmak.


YHT: Bu yeni albüm en çok bunu gösteriyor gibi zaten. Son olarak… Bir misyonu varsa bu albümün, nedir o sizce?

IY: Yaşam sevinci. Bir vasiyet, bir nasihat, bir kulak çekme, bir “kendinize gelin,” deyişim belki de. Burada hemen bir şey anlatayım. Safiye Ayla hayattayken eşimle beni davet etti bir gün evine. Çok büyük bir evde oturuyordu. Evinin bir salonuna ‘meşkhâne’ adını koymuş, Çepeçevre sedirler, koltuklar filan var, ortaya da bir sahne yaptırmış böyle 60 santim kadar bir yükselti var. “Bir şey soracağım size,” dedi. “Bu sahne niye yüksektir?” Herkes bir şey söyledi, fikir yürüttü. Safiye Hanım “Hayır efendim,” dedi. “Zemin halktır, sen buraya çıkıp buradan elini uzatırsın ki onu da buraya çıkarasın diye, onun için yüksektesin.”  Daha ne anlatayım, anlayın işte.

DERGİDE YAYIMLANMAMIŞ BÖLÜMLER


YHT: Ben biliyorum ama bilmeyenler var. Aslında tiyatrodan önce müzik vardı sizin hayatınızda. O yıllara geri dönersek, nasıl başladı müzik maceranız?

IY: Müzik dünyasının içinde büyümüş olmam, babamın bir müzisyen olması, çevremizde klasik Türk musikisine vakıf bir sürü insan, hocalar olması, çocukluğumun kudüm sesiyle, keman sesiyle geçmesi falan filan derken, şarkı söylüyordum ben… Lise yıllarında… Elvis Presley hayranıyım, dinliyorum. Bizim şarkıcılar daha çok fazla ortalıklarda yok, varsa da ben bilmiyorum. Ankara’da konservatuar eğitimi almaya gidince, sanatçıları filan ufak tefek görmeye başladım. Bir ses var, yetenek var bir taraftan…


Konservatuar son sınıfta Kerim diye Senfoni Orkestrası’ndan bir arkadaşım vardı. “Ben provaya gidiyorum,” dedi bana bir gün. Şanar Yurdatapanlarla bir gazinoda çalıyormuş. Ben Şanar’ın ismini bile bilmiyorum. Ayhan Tekvar diye de bir solistleri varmış. Rusça şarkılar söylüyormuş. “Hadi sen de gel, değişiklik olur,” dedi Kerim bana. Ben Rusça lafını duyar duymaz bodoslama atladım tabii. Çünkü ben de Rusça şarkılar söylüyorum kendimce. Ankara Süreyya Gazinosu’na gittik. Onların provaları bitti. Hani bir demlenme zamanları vardır müzisyenlerin… Biz bizeyiz. Çaylar kahveler… Aaa bir baktım ki ben şarkı söylüyorum orada. Bir gaza geldim ben. Şanar filan şaşırdı.


Demeye kalmadan bana “Yılbaşı gecesi sahneye çıkar mısın?” dediler. Yılbaşına da az bir zaman vardı. Ben bütün konservatuar arkadaşlarımla oturdum repertuar yaptım. Bir de acele Rus kıyafetleri diktirdim böyle dar pantolonlar, gömlekler… Saçlarım kısacık. Biraz da tiyatro koyalım işin içine dedik, “Kalinka”yı söylerken bir yerinde bardaklar kırıyorum filan. Kıyamet koptu. Koptu ama ben o geceden hiçbir şey hatırlamıyorum. O kadar heyecanlandım. Ve gecenin sonunda da 100 lira aldım. İnanamıyorum. Annemler o zaman bana ayda 100 lira gönderebiliyorlar; ben bir gecede o kadar para kazanmışım.

YHT: Devam etti mi o sahne çalışması sonra?

IY: Etti. Hep birlikte adımı Arda koyduk. Çünkü konservatuar öğrencisiyken sahneye çıkmak yasak. Ben Arda ismiyle çalışmaya başladım. Konservatuardan sonra İzmir Devlet Tiyatrosu’na tayin oldum. İzmir’de hem tiyatro yaptım hem de şarkı söyledim. Oyun için peruk takıyordum. Peruğumun altında kolonyalarla saçımı sarıyordum. Oyun bitince peruğu atıyordum, hemen yan tarafta, Efes Oteli’nde şarkıcı olarak sahneye çıkıyordum. Tabii hep Arda adıyla, Hiç Işıl Yücesoy diye tanıyan yok. Tabii ikisinin birlikte gitmeyeceğini düşünmeye başladım bir süre sonra. İzmir Devlet Tiyatrosu’nda da çok bunalmıştım artık. Bir gün istifa ettim ve cebimde üç kuruş parayla İstanbul’a, annemin babamın evinde döndüm.


YHT: İstanbul’da ne yaptınız?

IY: İstanbul’a dönünce bu defa sadece şarkıcılık yapmaya başladım. Ayten Alpman, Esin Afşar ve ben Boğaz’da bir gazinoda sahneye çıkıyoruz. “Salonda Fikret Şeneş var,” dediler bir gece. Ben tanımıyordum. “E ne yapayım yani?” dedim. Neyse ben sahneden indim, “Fikret Hanım sizinle tanışmak istiyor,” dediler. Gittim. Daha yanına yanaşır yanaşmaz “Kızım sen Beyaz Rus musun?” dedi bana. “Yoksa Rus ajanı mısın, sen nesin?” Fikret Hanım’la ilk tanışmamız böyledir. Sonra ben plak yapmaya karar verince oturdum baktım plaklarda kim en çok ne yapmış? Hangi aranjör, hangi söz yazarı? Hepsini inceledim. Azıcık da bir param var elimde. Fikret Şeneş’le, Norayr Demirci’yle öyle irtibata geçtim ve ilk plağımı yaptım. On altı yıl kadar tamamen müziğe kanalize oldum ama tiyatrodan da hiç kopmadım aslında. Elimde param olduğu zaman Ankara’dan uçakla oyun seyretmeye geldiğim olurdu. Festivalleri takip ederdim.


YHT: Aranjmanın altın çağıydı ve siz de Fikret Şeneş gibi bir söz yazarını tanıyordunuz artık. Ama sizi meşhur eden bir Selami Şahin şarkısı oldu. Bu da enteresan.

IY: O zaman yabancı müziklerin üzerine Türkçe sözler yazılıyordu evet. Bana yabancı gelen sözler, birbirine uyum sağlamayan müzik ve söz ama en önemlisi duygu farklılığı… Ne olduğunu bilemediğim bir sanatsal sezgiyle başka bir şey olmalı dedim kendi kendime. Çok uzun süre kafa patlattım üzerinde. Bizim bestecilerimiz neler yapıyor diye bakıyorum filan. Tam o sırada Fikret Hanım beni Selami Şahin’le tanıştırdı. Selami bana “Ya Seninle Ya Sensiz”i dinletti. Tabii ilk hali böyle değildi. Ben başka türlü düşündüm. Norayr Demirci düzenledi şarkıyı. Plak şirketleri plak yapmak istemediler o şarkıyı. Ben de inat ettim, şirket kurdum, kendi şirketimden yayınladım. Çıktığının haftasına yüz bin sattı.


YHT: Müzikte çok iyi işler yaptınız ama sonra aniden müzik dünyasından uzaklaşıp tiyatro sahnesine döndünüz. Bunun sebebi neydi?

IY: O devirde eğer sansasyonun yoksa, basınla çok iyi diyalogun yoksa, eğer bu işler için çok ciddi servetler harcamıyorsan çok fazla şansın yoktu. Bu iş bıraktıktan yıllar sonra bile beni yolda görüp “Aaa biz sizin sesinizi çok özledik, sizi çok özledik,” gibi bana çok izafi hatta biraz da acımasız gelen şeyler söylüyorlardı. Ben eskiden daha zariftim çünkü bu kadar yaş almamıştım. Ama artık kimseye bir borcum yok. Şöyle diyorum: “Pardon? Beni çok mu özlediniz? Peki ben var iken benim plağımı aldınız mı? Hayır. Benim çalıştığım gazinoya geldiniz mi? Hayır. Benimle ilgili şeyleri takip ettiniz mi? Hayır. Peki ben nasıl yaşayacağım? Kiramı nasıl ödeyeceğim?” Ben bıçak gibi kestim. Zaten o arada evlendim, çocuğum oldu. Hepsinin bir arada gitmesi mümkün değildi. Hayatta yaptığım birkaç tane akıllı iş varsa, biri evliliğim, biri Devlet Tiyatrosu’na geri dönmem, biri de kızımı doğurmamdır. Akıllı bir kadın değilim yoksa. Sadece haysiyetiyle ayakta durmaya çalışan, hep yenilikten yana, hep gençlerin yanında biriyim.

YHT: Sizin şarkıcı olarak çok popüler olduğunuz yıllar, Yeşilçam’ın da parlak yıllarıydı aslında ama siz oyunculuk tercihinizi pek Yeşilçam’dan yana kullanmadınız bildiğim kadarıyla. Sizi Sekiz Sütuna Manşet adlı televizyon dizisinde gördüğümü hatırlıyorum ‘80’li yıllarda.


IY: Yeşilçam’da az filmde oynadım. Oynadığım ilk televizyon dizisi Sekiz Sütuna Manşet. Türkiye’deki ilk dizilerden de bir tanesidir zaten. Anadolu turnesindeydim yine o sıra. Bir şehre gidiyoruz, otelden diyorlar ki “Sizi Attila İlhan aradı”. “Allah Allah!” diyorum. Işıl Yücesoy’la Attilla İlhan yan yana gelir bir şey değil. Tanışmışlığım dahi yok. Beni niye arar? Başka bir şehre gidiyoruz yine “Attila İlhan aradı,” diyorlar. Neyse, en sonunda konuştuk biz. Meğerse bir dizi senaryosu yazıyormuş, bana da bir rol yazmış. Benim, daha doğrusu menajerimin attığı bir yalandan dolayı o da. O zamanlar böyle sırf haber olsun diye uydurma şeyler yapılırdı gazeteler için. Ben de ata binip poz vermişim. Altına da “Çok iyi ata binerim,” filan gibi şeyler yazmışlar benim ağzımdan. Attila İlhan da bunu görüp hayalinde öyle bir rol canlandırmış. Zannediyor ki ben bayağı ata binip geziyorum filan. Yalan ayol. Alakası yok. Sonra ben o dizi için binicilik dersleri almaya başladım, attan düştüm. En nihayet bir dublör buldular benim yerime.      


YHT: Sosyal medyayı aktif olarak kullanmakla kalmıyor. Bir de takipçilerinize üşenmeden tek tek cevap yazıyorsunuz.


IY: Teknolojiyi çok ciddi takip eden bir kadınım. Hepsini gittim öğrendim. Instagram, Facebook… Evet, bütün takipçilerime tek tek cevap yazarım. Bir kahvenin kırk yıllık hatırı vardır. Bir insan senin sayfana girip sana hoş sözler söylüyorsa buna Fransız kalınır mı? Ben onlarla, eskilerin tabiriyle, neşrü neva buluyorum. Yani onlarla dallanıp budaklanıyorum. Onların beni sevmesi, beni alkışlamasıyla besleniyorum, büyüyorum. Ben “star” değilim. Sadece ve sadece işimi yaptığım esnada dokunulmazımdır ben. Ama ekmek paramın dışına çıktığım zaman ben bir sevgiliyim, ben bir anneyim, ben de yemek yiyorum, aşk yapıyorum, pazara gidiyorum, otobüse biniyorum… Ne farkım var canım benim sokaktaki insandan? Hasbelkader benim sesim iyiymiş, şans da yardım etmiş. Benden çok daha iyi olabilecek nice insanlar var ama kader onlara gülmemiş. E şimdi bunun ceremesini onlardan mı çıkaracağım ben?


NİSAN 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder