Suzan Kardeş Röportajı

"NE HAYAL ETTİYSEM OLDU"


(Milliyet Sanat dergisi Haziran 2018 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergide yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)

SUZAN KARDEŞ: İkinci albümüm yeni çıkmıştı galiba. Bir gün kızıma “Anneciğim sen biraz kilo mu aldın acaba? Versen mi biraz?” dedim. “47 yaşında şarkıcı olmuş annem var. Benden her şekilde, her şey olur, merak etme. Umut veriyorsun bana,” dedi.

İşe bir kuaför salonunda kaş alarak başladı, zamanla tiyatro, fotoroman, sinema ve müzik sektöründe makyöz ve kuaför olarak tanındı. ‘80’lerde Sezen Aksu’nun oynadığı Çalıkuşu fotoromanın çekimlerinde Aksu’yla tanışmasının onu uzun yıllar sonra, 47 yaşına geldiğinde başlayacak şarkıcılık macerasına sürükleyeceğini ise o günlerde aklına bile getirmemişti. Suzan Kardeş’le ilham verici hayat hikâyesini ve dünyaca ünlü sevdalinka grubu Divanhana’yla birlikte yaptığı yeni albümünü konuşmak için bir araya geldik.  



YAVUZ HAKAN TOK: Şarkı söylemeye Sezen Aksu’nun zoruyla başlamışsınız.

SK: İlk albümü kaydederken insanlar dinleyecek filan değildi derdim. Sezen Aksu beğenmeyecek diye korkuyordum. Önüme on sekiz tane şarkı koydu. “Ben söyleyemem bu kadar şarkıyı Sezen. Gideyim, ders alayım bari,” dedim. “Hayır,” dedi. “Sen böyle bir şarkıcısın. Sen bir hikâyesin,” dedi. O laf o kadar enteresan bir şey oldu ki benim için. Çok sonra bir reklam filmi çekildi ve 32 saniyede benim hayatımı anlattılar o filmde. Ve ben filmi ilk izlediğimde dışarı koşup Sezen Aksu’ya telefon açtım ama hüngür hüngür ağlıyorum “Tamam, adın Sezen de sen bunu nereden bildin?” diyerek. “Kapat şu telefonu, Allah seni kahretmesin!” dedi. Sezen Aksu’ya bin kere teşekkür ediyorum, kızıyor bana. “Hayır, ben sadece yolu açtım, sen yürüdün,” diyor. “Sen çalışkansın. O yolda durabilirdin ama durmadın. Fazla bir şey yapmaya gerek kalmadan tanındın. Bülent Ortaçgil gibisin, hiç klibin yok ama çok meşhursun!”


YHT: Ama sahiden öyle. Biz de ilk kez tanışıyoruz ama ben sizi kırk yıldır tanıyor gibiyim.

SK: Birçok insandan duyuyorum bunu ve çok hoşuma gidiyor. Galiba insanlara anneannesini, ablasını, bir akrabasını filan hatırlatıyor gibiyim. Titanik filmindeki babaanne gibi miyim acaba? Bir tek karede görünür ama akılda kalır ya. Ben de öyleyim galiba. İnsanların hayatının bir yerinde var olmuşum gibi.


YHT: Tanınmak tamam da bir de herkes tarafından sevilmek var; o ayrı şey. Bunun sırrı ne?

SK: Hayatınız boyunca insanlara “Günaydın,” deyin, “Merhaba,” deyin diyorum. Birine çarptığınızda “Pardon,” deyin. Yüzünüz gülsün. Çünkü o insanlarla bir gün tekrar nerede karşılaşacağınızı hiç bilemiyorsunuz. Öyle insanlarla karşılaştım ki ben hayatımda iyi ki gülmüşüm, iyi ki selam vermişim, iyi ki kızmamışım, küsmemişim dedim. Çünkü kızmak ve küsmek hiçbir şey kazandırmıyor. Aksine, o sana kötü bir şey yapsa bile sen onu hiç olmamış farz et. Onun başka bir iyi tarafı var muhakkak. Sen o an onun kötü anına denk geldin belki de. Zaten sanat dünyasında bu işleri yapan insanların kötü insan olma ihtimalleri var mı Allah aşkına? Çocuk ruhlu insanlar hepsi.


YHT: Ama öte yandan rekabetin, ayak oyunlarının da çok olduğu bir camia.

SK: Vergi dairelerinde yok mu? Noterlerde yok mu? Her yerde var. Bizimki çok göz önünde olduğu ve dikkat çekmesi için abartılması gereken bir iş olduğu için daha çok görünüyor. “Makyaj Odası Şarkıları” diye bir albüm yaptım. Dünyada örneği yok. 14 tane oyuncu gık demeden, alt yapıları bile dinlemeden sadece sevdiği şarkıyı söylemek için stüdyoya girdi. Korkmadı, altında bir şey aramadı, çıkar beklemedi kimse. Ben bir devlet kurumunda çalışsaydım 14 kişi toplayamazdım belki de. Yıllarca kulislerde olduğum için hepsinin canını biliyorum. O yüzden neyi yapabileceklerini, neyi yapamayacaklarını biliyorum. Neye küstüklerini, neye kırıldıklarını, sabah nasıl geldiklerini, niçin yorulduklarını, niçin saçmaladıklarını, kimlere nasıl gizli iyilik yaptıklarını… Bunlara ben şahidim kulislerde. O yüzden de sanat camiasında kötülük çoktur dendiğinde ben kabul etmedim hiçbir zaman.



Yıllarca çalıştığım bir oyuncu geçerken bana selam vermese ben kırılmam, biliyor musunuz? O sırada bir şey düşünüyordu ve beni görmedi derim. Çünkü ben onunla bir yerde yine karşılaşacağım ve “Sen beni görmedin o gün,” dediğimde “Af edersin Suzan,” diyecek bana, biliyorum. Ya da gerçekten kızdığını düşündüysem sorarım “Niye kızdın sen bana?” diye. O da bana sebebini söyler. Seviyorum ben hepsini. Çünkü çok emek veriyorlar bir yere gelene kadar. Görüyoruz ya böyle, birdenbire şarkıcı olmuş birisi filan. Hayır, birdenbire olmamış. Geçmişine dönün, bakın. 10-15 senesi vardır geride. Ya vokal yapmıştır ya asistanlık yapmıştır birine. Kimse gökten zembille inip gelmiyor. Ben inanmıyorum ona.


YHT: "Keşke daha önce başlasaydım şarkı söylemeye,” dediğiniz oluyor mu hiç?

SK: İnsan bazen şaşıyor ve böyle şeyler söyleyebiliyor. Ama onu söylediğimin hemen saniyesinde “Her şeyin zamanı var,” diyorum. Eğer öyle olsaydı o Suzan bu Suzan olmazdı; başka bir şey olurdu. Doğru zaman buymuş.

YHT: Tesadüflere inanır mısınız?

SK: Çok inanırım. Onlar aslında tesadüf değil çünkü; önceden hazırlanıyor. En son dört konser için Balkanlara gittiğimde bir tanesi doğum günüme denk geldi. Onu ben ayarlamadım. Tarihleri önceden belirlenmişti. Basın danışmanım İnci Razaki iki arada bir derede orada bir pasta bulmuş. Sahneye çıkarttı o pastayı da. Ve ben birdenbire orada şunu düşündüm: Doğduğum yerde doğum günümü kutluyorum, yıllar sonra oraya başka biri olarak gelmişim ve herkes beni alkışlıyor. Bunu ben denk getirmedim. Bu bir kurgu değil. Ama oldu.



YHT: Hayaller bir gün gerçeğe dönüşür mü eninde sonunda?

SK: Ben güzellik salonunda çalışmaya başladığımda ilk kaş almayı öğrenmiştim. Kaş alıyorum, bir tek onu biliyorum o sırada ve hayal kuruyorum. Ben kimin kaşını alırım? Kim var Türkiye’de “en en” denecek? Türkan Şoray. Ben onun kaşını almak istiyorum. Bir film setinin yanından geçiyorum, Türkan Şoray bana sesleniyor, ben gidip onun kaşını alıyorum. Saçma bir hayal değil mi? Saçma yani. Ama gün geldi ben Türkan Şoray’la çalıştım. Kaşını aldım, saçını da yaptım, makyajını da yaptım. Esma Repedzova’yla şarkı söylemeyi hayal ettim, oldu. Dino Merlin’le, Goran Bregoviç’le, Mostar Sevdah Reunion’la, Hanka Paldum’la… Hepsiyle şarkı söylemeyi hayal ettim, hepsi oldu. Daha bu sabah da birtakım hayaller kurdum. Onlar da olacak günün birinde. Olmazsa çok mu üzüleceğim? Hayır. Devam edeceğim başka hayaller kurmaya.


YHT: Müziğe dair hayal ettikleriniz ve belki de hayal bile edemedikleriniz sadece on yıl içerisinde gerçekleşmiş. Mucize gibi…

SK: Evet hepsi 10 yıl içinde oldu. Ben profesyonel bir şarkıcı değilim. “Cücük” diyorum ben kendime. 10 yıldır aynı mekânda şarkı söylüyorum. Kim sana 10 yıl boyunca mekanını açar? Peki sen neyine güvenip o mekânı ben doldururum diye gidiyorsun? Deli olmak lazım. Ama ben biliyorum o mekân dolacak. Çünkü ben kıyafetim şöyle mi saçım böyle mi, şarkıyı iyi mi okudum, kötü mü okudum, bunlar düşünmüyorum orada. Bir sinema filmi gibi düşünüyorum o geceyi. Oyuncusu var, müziği var, yönetmeni var. İnsanlar da o gecesini güzel geçirmeye gelmiş. Kosa İstanbul’da seni seçmiş, sana gelmiş. Onun o iki üç saatini güzel geçirmesini sağlamak senin artık görevin.


YHT: İlk sahneye çıktığınız günü hatırlıyor musunuz?

SK: İlk Kazablanka’da. Ben üç gün oraya kapandım. Önce mikrofon tutmayı öğrendim. Bilmiyordum çünkü. Öyle çocukluğunda saç fırçasını alıp ayna önünde şarkı söyleyen biri değildim ki. Kısmete bak; Kazablanka’da şarkı söylüyorum. Zeki Müren, Müzeyyen Senar, kimler kimler orada şarkı söylemiş. İşte o zamanında “Günaydın,” dediğin, selam verdiğin, gülümsediğin insanlar burada dereye giriyor. Mesela benim çalıştığım bir ünlüyle röportaja gelen bir gazeteciye ben çay vermişim ya da dışarıda üşümüş de bilmeden sobayı yaklaştırmışım. Onlar beni unutmamışlar. Sahneye çıktığımda beni o kadar destekledi ki herkes. Bunu parayla yaptıramazsın, gücün yetmez.


Ben kulisi biliyorum ama sahnede nasıl mikrofon tutacağımı, nasıl yürüyeceğimi bilmiyorum. Şakasını yaparsın, taklidini yaparsın iki dakika ama iki üç saat insanların karşısındasın. Ama şu var ki ben bugüne kadar ne yaptıysam benim hayatıma giren insanlardan öğrendiklerimle yaptım. Ben farkına varmamışım ama herkes bana bir şeyler öğretmiş aslında. Birisinin lafı kulağımda, birisinin hareketi kulağımda… Birikmiş, bir yerlerde duruyorlarmış, zamanı gelince canavar gibi çıkıyorlar ortaya. Sezen bana “Sen matruşka bebekler gibisin, içinden hep bir şeyler çıkıyor,” diyor.


YHT: Ya ilk stüdyoda şarkıcılık deneyiminiz?

SK: İlk albümün düzenlemelerini Hüseyin Bitmez yapıyordu. Ben daha şarkı söylemiyorum, sadece Hüseyin tonlarımı alıyor, beş kişilik bir grup geliyor ve altyapıları çalıyor. Hiçbirini tanımıyorum. Şarkıları söyleyecek kişinin ben olduğunu da bilmiyorlar. Onlara çay yapıyorum, yemek getirtiyorum, servis yapıyorum. Hüseyin de söyleme diye tembihledi bana. Bir tanesi çay istiyor, biri kahve istiyor, ben getiriyorum. Hüseyin göz kırpıyor bana ama söylemiyoruz. Sonra onlar çaldılar birkaç şarkıyı, gittiler. Ben de o arada o şarkıları okudum. Bir sonraki gelişlerinde Hüseyin okuduğum şarkılardan birini dinletti. Tahmin yürütüyorlar. Birisi Safiye Ayla’ya benzetiyor, bir tanesi başka birine. Bir tanesi sanki radyodan gelen bir ses gibi diyor. Hüseyin en sonuna o solistin ben olduğunu söyledi. Öğrenince bir dışarı kaçışları vardı ki… “Solistim kusura bakma, söyle de biz sana çay yapalım,” dediler sonra. Ben de nasıl çekindiğimi, onun için sakladığımı anlattım. Öyle öyle yaptım ilk albümü. İlk kaydettiğimiz şarkı “Bir Kızıl Gonca”dır.


YHT: Divanhana ile ortak bir albüm projesinde bir araya geldiniz yakın zamanda. Nasıl oldu bu işbirliği?

SK: Bundan dört sene önce Balkan Trafik Festivali’ne davet edilmiştik, oraya gittik. Giderken içeriğini de tam bilmiyordum. Bir baktım ki iki gün boyunca günde 6-7 konser ve dünyanın her yerinden müzisyenler. Birinci gün Goran Bregoviç büyük salonda, ikinci gün ben. Bir korku bastı beni. Heyecanlandım ama çok da güzel geçti. Benim konserin olduğu gün Divanhanna da akşamüstü çıkıyordu sahneye. Ben de Bosna’dan gelmiş bir grup diye onları dinlemeye gittim. Sahneden indiklerinde de yanlarına gittim, tanıştık. 



Sonra burada çok önemli bir vakıf var: Bosna Sancak Akademik Kültür ve Tarih Vakfı. Onlar Divanhana’yla bir konser yapacaklarmış, bana da konuk olmamı teklif ettiler. Üç şarkı filan söyleyecektim ama sahnede arttı tabii o. Çok güzel bir gece yaşadık. Onlar döndükten bir süre sonra bana bu albüm teklifini yaptılar. Türkçe – Boşnakça bir albüm için şarkılar seçmemi istediler. Daha önce benim albümlerimde söylediğim şarkıları örnek olsun diye göndermiştim. Onları seçmişler, beğenmişler. Savaş sırasında Bosnalıları ayakta tutan güçtü sevdalinkalar. Acılarını, sıkıntılarını, kırgınlıklarını, küskünlüklerini, hepsini sevdalinkalarla anlattılar. Bizim türkülere bakın, sanat müziğine bakın, onlar da aynı. O yüzden çok güzel bir şey oldu ve iki müzik türü bir araya geldi.


YHT: Göçmen bir ailenin çocuğusunuz. Göç hikâyeleri hep dramatiktir. Sizinki de öyle mi?

SK: Biz Konya Karamanoğullarından Balkanlara gönderilmiş sülalelerden biriyiz. Kosova’da Boşnaklar, Arnavutlar, Sırplar, Katolikler, Ortodokslar, Müslümanlar, herkes bir arada yaşarken hep Türk ve Müslüman olduğumuzun bilinciyle yaşadık orada. Fakat oradakilerin içinde hep bir İstanbul, bir Türkiye sevdası hep vardı; olmamasının imkânı yok zaten. Bir gün İstanbul’a gideceğimizi biliyorduk ama nasıl? Ya gezmeye gidecektik ya da göç edecektik. 



Babam çok öngörüleri olan bir adamdı. Babam annemi ve bizi “Gidin görün bakalım, sevecek misiniz?” diye İstanbul’a gezmeye gönderdi. Ve iki yıl sonra babam “Tito ölecek, burada kardeş kardeşi vuracak, ben çocuklarımı selamete çıkarayım” diyerek İstanbul’a taşınacağımızı söyledi. Biz geldik. Babam 52 yaşındaydı ve beş çocuğu vardı. Onun için çok zordu. Keyfi bir göçtü ama yine de büyük bir değişimdi. 1969 yılına buraya geldiğimizde, orada Apollo 9’u seyrederken burada televizyon bile yoktu. Bu arada biz çok fark etmiyoruz ama büyükler büyük hayal kırıklıkları yaşamaya başlıyorlar. Onların etkilerini zamanla görüyoruz. Kardeşimle biz daha kolay adapte olduk küçük olduğumuz için. Ve işte o nasıl bir kararsa, o karar sonra Kosova’dakilere yaradı çünkü onlar göç ettikleri zaman burada gelebilecekleri birileri vardı. Biz vardık. Her şeyin bir sebebi var hayatta.


YHT: Hıdırellez kutlamalarının özel bir anlam ve önemi var sizin için. Nedir 

Hıdırellez sizin için?

SK: İnsanların sadece baharı kutlamaları. Her ülkede farklı tarihlerde, farklı ritüellerle kutlanıyor. Farklı dinlerde, farklı şekillerde var. Ama hepsi aynı 10-15 gün içerisinde bir şeyi kutluyor. O kadar önemli ki. Çiçek açmış, bahar gelmiş, yağmur yağmış. Onu kutluyor. Çünkü kutlayacak bir şey arıyor. O sırada bununla eğleniyor. Sanki bütün zaman içerisinde bir mutluluk ânı gibi. Bir yıl sürecek bir mutluluğu istemek gibi. Hayatta her şey var; acılar var, ölümler var ama ben mutlu olmak istiyorum. O gün onu diliyorum. Şans, umut, bereket istiyorum. Bütün dünya farklı şekillerde bunu istiyor.



Ben hep ya Hıdırellez’de ya da yılbaşlarında albüm yapmayı seviyorum. Üç yıldır albüm yapamıyorum ama birilerinin benim için yaptıkları yine o tarihlere denk geliyor. İşte bu son albüm, Divanhanna’nın albümü Hıdırellez’den bir gün önce çıktı; 4 Mayıs’ta. Geçen sene 5 Mayıs’ta Selim Sesler’in oğlunun yaptığı albüm çıktı ve benim o albümde şarkım var. Sanki her şey bana göre ayarlanıyor. Bu tesadüf değil.


YHT: Güzellik dediğimiz şeyin ne kadarı makyajdır?

SK: Makyaj sadece boyut kazandırmaktır aslında. Kameranın görmesi gereken hatların vardır ve o hatların görünmesi için makyaja ihtiyacın vardır. Olması gereken şu: Kirpiğini boya, dudağını boya. Renklere çok sarılma çünkü doğada öyle bir şey yok. Doğada hep toprak renkleri var, onları kullan. Mesela gündüz gözüyle kendini parlatma. Benim yanaklarım niye parlasın, var mı öyle bir şey insanda? Bence her kadın kendini değiştirecek değil, canlı görünecek, ona can katacak kadar makyaj yapmalı. Rujunu sürersin, rimelini sürersin, cildinde sorun varsa onu da kapatırsın ama fazlasına gerek yok ki gün içinde. Sahneye çıkıyorsun yaparsın, sinemada yaparsın. Gerisine gerek yok. Çünkü boyandıkça boyanmak zorunda kalırsın. Bu iş öyledir.


YHT: Bir de estetik müdahaleler var? Sizce gerekli midir?

SK: Kadın duygusu o. Erkekler bu konuda avantajlı çünkü yaş aldıkça güzelleşiyorlar. Kadınlarda öyle değil. O yüzden buna ihtiyaç duyuyorlar ve baktığınızda bir kadına en az 10 sene kazandırıyor, biliyor musunuz? Çünkü o kadın sahnede olmayı, görülmeyi çok seviyor. İşi o; başka iş yapmamış ki hiç. Ben giderim top sahasının orada köfte satarım ya da giderim yolun ortasında bile saç keserim. Ama o öyle gelmiş, başka şey yapamaz ki. O, öyle olmak zorunda. Çünkü maalesef insanlar insanları olduğu gibi kabul etmeyi sevmiyorlar. Gerçek şarkıcıların ne yaptığına bak sen. Şarkı söylüyor. Diğer taraflarını görme. Ya da git güzellik derdine düşmüş birilerini dinle ama gerçek şarkıcılarda onu arama. O tarafa bak.


YHT: Karşı değilsiniz yani estetik müdahalelere? Siz de yaptırır mısınız gerekirse?

SK: 37 yaşımdan beri alnıma botoks yaptırıyorum. Botoks sadece alına yapılır zaten, diğer taraflara yapılan dolgudur, herkes karıştırıyor. Benim dolgu yaptırmaya cesaretim var mı? Henüz yok. Ben gerçek şarkıcı, gerçek oyuncu olmadığım için böyle yaşayabilirim diye düşünüyorum. Yaptırırsam utanırım zannediyorum. Ama başkalarının yaptırmasını hiç yadırgamıyorum. Belki bir gün ben de yaptıracağım, bilmiyorum. Şu an böyle idare ediyorum. Tabii bu işin fazlasına gitmek artık kendini sevmemek manasına gelir. Biraz da kendini sev. Mesela herkesin kaşı birbirine benzedi; yapma onu. Ya da çok gençken yaptırma bir şey. Bana estetik müdahaleler 50 yaşından sonra olmalı. Sabah uyanınca daha dinç görünmek, fazla makyaja ihtiyaç hissetmemek, ışıklardan korkmamak için…


YHT: İleriye dönük projeleriniz arasında neler var?

SK: Bana armağan edilen çok şarkılar var. Bir gün onları bir albüm yapmak istiyorum. Mesela Sezen Aksu bundan dört yıl önce çok sevdiğim bir şarkıma söz yazmıştı, onu bana hediye etti. Bu yılbaşında bu sefer sözü müziği kendisine ait bir başka şarkıyı daha hediye etti. Onları okumak istiyorum. Ama ilk defa yeni bir şarkı söyleyeceğim için ödüm patlıyor. Çok korkuyorum okumaya.     

MAYIS 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder