"SEVGİNİN DE BİR TARİFİ VAR"
(Milliyet Sanat dergisi Ekim 2017 sayısında ve 17 Ekim 2017 tarihli Milliyet gazetesi Cadde ekinde yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj dergide ve gazetede yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)
Bursa Nilüfer’de altı bin kişinin önünde söyledik ve konser
bittiğinde “Kalben Kalben” diye tempo tuttular. İnanamadım, “Adımı biliyorlar,”
dedim. Hâlâ çok heyecanlanıyorum her defasında. Biraz büyürüm, adam olurum da
bir kalıbım olur diye bekliyorum ama hâlâ bir kalıbım yok ve çok utanıyorum. Bu
doğru bir şey mi bilmiyorum ama daha “cool” olmak için her şeyimi verirdim.
_Çok “cool” görünüyorsunuz oysa?
Gözlüktendir diye düşünüyorum. Bir de sanırım o gerçekten
fiziksel bir şey. Fiziksel engellerle ruhsal engeller aynı olmuyor. Ruhum o
kadar bambaşka ki. Mesela Berkant bana “Niye ketum değilsin? Bir tık daha ketum
olsan keşke,” diyor haklı olarak. Ama bakıldığı zaman da çok ketum biri gibi
gözüküyorum. Ama değilim aslında, her şeyi hemen söyleyiveren biriyim.
Sahiden de ketum biri
olmadığını, tıpkı şarkılarında olduğu gibi karşılıklı sohbet esnasında da “her
şeyi hemen” ve içtenlikle söyleyiveren biri olduğunu görüyorum röportaj
boyunca. Kalben’i en çok bu yüzden sevdiğimizi bir kez daha fark ediyorum.
Yeni albümünün son
aşamaları devam ederken, İkitelli’deki stüdyoya gidip gelmelerine bir günlük
ara verdi ve Kalben’le yeni albümü ve daha fazlasını konuşmak için bir araya
geldik.
_Yeni Kalben albümüne dair ilk bilgileri vererek başlayalım mı
röportaja?
Evet. Çok heyecanlı! İsmini “Sonsuza Kadar” koymayı
düşündüğümüz, on üç şarkıdan oluşacak bir albüm bu. Özgürlükten, eşitlikten,
herkesin birbirini özgürce, mutlu mesut sevebildiği bir dünyadan bahseden,
karanlıktan korkmayan, karanlığın varlığını ve kendi karanlığını da kabul eden
şarkılar var içinde. Artık daha özgür olmak isteyen bir hikâye anlatıcısı olduğumu
hissediyorum bu albümde. Cesur olmaktan korkmuyor ama korkak olmaktan da
çekinmiyor. Berkant Ali İncesaraç, eşim diye demiyorum, müzikal anlamda beni o
kadar güzel tamamlıyor ki; benim bittiğim yerde o başlıyor. Bütün düzenlemeleri
yapıyor, bütün enstrümanları yazıyor, benim iki akorlu şarkımı alıp inanılmaz
bir yere taşıyor. İkimizin arasındaki o enerjinin daha iyi hissedileceği bir
albüm oluyor bu. Çünkü biz yaptık bu albümü. Bu albümün bir idari koordinatörü
yok. Prodüktör Berkant, şarkılar da benden. “İnsanlar” adlı bir şarkımız var,
onun sözleri bana ait, müziği Berkant’ın. Onun dışındaki tüm şarkıları ben
yazdım. Bir de Nil Karaibrahimgil’in “Rüzgar” şarkısını koymak istedik albüme.
Çok sevdiğimiz ve hiç değiştirmek istemediğimiz bir şarkıydı. O da sağ olsun
verdi bize şarkısını. Öyle de söyledik. Söyledim daha doğrusu. Emekli albay
babam gibi kendimden “biz” olarak bahsediyorum bu arada (gülüyor.) Grubuz çünkü
biz aynı zamanda. Sadece “ben ben ben” demek istemiyorum.
_İlk albüm tuttuysa şayet, ‘ikinci albüm stresi’ diye bir şey oluyor
genellikle.
Bizde olmadı yok. Biz albümün tuttuğundan haberdar değildik
ki. Yılbaşında altın plak geldi bize mesela, haberimiz yoktu. Fotoğraflarını
çekip ailelerimize filan gönderdik, mutlu olduk. Zaten birinci albüm tuttu diye
hayatımızı ona göre yönlendirmedik. Örneğin ben ekibimde çalışmak istemediğim
biri varsa, onunla çalışmaya devam etmek istemedim yine; gerçekten sevdiğim
insanlarla çalışmak istedim. “Bir şeyler yolunda gidiyor, bunu bozmayayım,
karakterimden taviz vereyim, ne olacak canım,” demedim. Birinci albümün ikinci
albümün hissiyatını etkilemesine izin verdik dersem yalan söylemiş olurum.
_İsimlerin insanların karakterlerine ve hayat çizgilerine etki ettiği
söylenir hep. Kalben’in ismi Kalben değil de Ayşe olsaydı ne değişirdi?
Ayşe’nin de anne babası Seda ile Mustafa olsaydı, Edremit’te
başlayıp İzmir’de devam eden yolculuk Ayşe’nin de yolculuğu olsaydı, Ayşe’ye de
çocukken bir klavye alınsaydı, Ayşe 14 yaşında elinde bir blok flütle annesinin
peşinde dolansaydı, gitar çalmaya heves etseydi, Ayşe de yine hikâye anlatmak
isterdi gibi geliyor bana. İsmimi annemden yadigâr olduğu için çok büyük bir
sevgiyle taşıyorum ama hiçbir şeyin hiç kimse için bir sınır olmasını istemem.
Ne bir ismin, ne de başka bir şeyin… Ama beni değil, annemi tanımanızı
isterdim. Dünya güzeli bir insandı. Sanırım annem bana sevgiyle bu ismi
verdiğinden ve ben o sevgiyi aldığımdan böyle bir etki yaratmış olsa gerek.
Yoksa bende öyle çok bir numara yok yani.
_Albümle birlikte isminiz ve müziğin geniş kitlelere ulaşınca “Ben ne
yaptım yahu,” deyip şaşırdınız mı yoksa “Biliyordum ben zaten” mi dediniz?
İkisi de değil aslında. Her ilde, her yerde farklıydı o
duygu. Zonguldak’ta altı yüz kişinin elinde çakmaklarla “Fırtınalar”ı
söylediğini görmemle Isparta’da insanların “Sana Ne Oldu Böyle?”yi söylerken
sevdiklerinin omuzlarına kafalarını koydukları görmem… Köln’de, Berlin’de,
Brüksel’de çalmamız… Diyarbakır’da gaza gelip Kürtçe “sizi seviyorum” diye
bağırmam… İstanbul’da Atakent’te farklı, Beylidüzü’nde farklı, Beşiktaş’da
farklı, Kadıköy’de farklı bir dünyayı keşfederek… Neye uğradığımı şaşırarak…
Ankara’da sekiz yıl yaşadığım o şehrin beni kucakladığını görüp her seferinde
evime dönmüş gibi hissetmem… İzmir’de bir ergen özgüvensizliğiyle sahneye
çıkıp, onların eşlik ettiğini görünce rahatlamam… Hepsi farklı; bunu inkâr
edemeyeceğim. Bunu tek bir boyuta, tek bir hisse çekemem.
_Sahnede şarkı söyleyen bir kadın olmanın dayatılan gerekliliklerine de
kafa tutuyor gibisiniz öte yandan?
Bazen bakıyorum, bir kadın görüyorum. Öyle güzel bir kadın
ki o mesela, öyle çok güzel. Ben öyle güzel değilim, böyle güzelim. Ben saçımı
topluyorum çünkü sahnede gitar çalıyorum ve çok terliyorum. Tutup saçımı
yapsam, on beş dakika sonra o saç bozulacak. Ruj sürsem dağılacak, rimel sürsem
akacak. Orayı da geçelim. Hayatım boyunca zaten bunu yapmamışım. Kendimi o
şekilde ortaya koymaktan değil, başka türlü ortaya koymaktan yana olmuşum.
Kotumu, tişörtümü giymişim, bazen canım istemiş elbise giymişim. Canım çekmiş
ruj sürmüşüm ama onu da yamuk sürmüşüm, gülmüşüz arkadaşlar arasında. Şimdi bu
kadınken, müzik yapıyorum diye o kadın olmaya karar verirsem bu bir çelişki olur.
Ben şimdi böyle güzel hissediyorum, böyle mutlu hissediyorum, böyle çok
rahatım. İnsanların gerçekten özgürce, ne istiyorlarsa onu giyip, başkalarına
zarar vermemek kaydıyla, nasıl istiyorlarsa öyle davranmalarını istiyorum. Ben
saçımı toplayıp ruj sürmediğimde kimseye zarar vermiyorum. Oradaki o dünya
güzeli kadın da mis gibi mini eteğini çekip, rujunu sürüp, saçını şöyle bir
savurduğunda kimseye zarar vermiyor. O öyle güzel, ben böyle güzelim, bu kadar.
_"30 yaşıma kadar başıma gelmeyen
kalmadı,” demişsiniz bir yerde. Neler geldi başınıza?
Çok fazla evsiz kaldım, işsiz kaldım. Çok sevdiğim bir
insanı kaybetmiştim. Babamla aylarca, yıllarca küs kalmış, sonra barışmıştım.
Ailemi yeniden tanıdım ve tanımladım. Onların beni sevmesine izin verdim çünkü
ulaşılması zor bir insandım. Katı bir insandım. Daha fazla köşelerim vardı.
Benim için doğru olanların mutlak doğrular olduğunu sanıyordum. Şimdi
görebiliyorum, benim doğrularım varsa başkalarının da doğruları var. Bir
şeylerden bahsediyordum ama onların içi boştu. Zamanla onların içinin
dolacağını bilmiyordum. Hayatla birlikte yaşayarak, severek, öğrenerek,
kırılarak, dökülerek… Bazı konularda çok fazla özgüvensizdim. Onlar kendimi çok
fazla aşağı çekmeme yol açıyorlardı. Sevginin de bir tarifi var aslında. Sevilip
sevilmediğimizden emin olabiliriz. Özgür olup olmadığımızı ya da bir şeyi
yaparken ondan keyif alıp almadığımızı bilebiliriz. Yani biraz emin olmaktan
çekinmeyebiliriz. Hayatta biraz cesur olmaktan… Ben hep ikircikli bir
yerdeydim. Siyah ya da beyaz demekten çekiniyordum belki de. Kendimle çok
uğraşıyordum. O kadar kendiyle uğraşmamalı insan. Dünyaya bakmalı, ağaçlara
bakmalı.
_Başa dönelim mi biraz? Daha önceki röportajlarda pek bahsetmemişsiniz.
Kalben müziğe ilgisini nasıl ve ne zaman keşfetti?
Ben daha beş altı yaşlarındayken annemin bir kaset kutusu
vardı. Onu buldum. Onun içinden Çaykovski’den tutun, Sezen Aksu’ya, Seyyal
Taner’in albümünden tutun Müslüm Gürses’in albümüne kadar benim için çok
kıymetli kasetler çıktı. Sonra dokuz on yaşlarındaydım galiba. Nazan Öncel’in
“Göç” albümü çıktı. Aman Allah’ım! İlk depresyonum! “Gidelim Buralardan” filan
var o albümde ve ben kendimi kaybettim. O dönemde Burak Kut var, Mustafa Sandal
var. Onları da dinliyorum. Sonra İzmir’e taşındık. Orada Romantik Radyo vardı,
95.2 hiç unutmam. Onlar Cardigans, Massive Attack, Portishead filan çalardı.
Çok güzel ve geniş bir yabancı müzik yelpazeleri vardı. Orada da yavaş yavaş
onları keşfetmeye başladım. Okulda da bir Can hocamız vardı, o da bizden bir
okul orkestrası kurdu mu? Ben gitar çalıyorum, aynı zamanda orkestranın
“frontman”iyim. Kemanımız var, klavyemiz, basımız var. Can hocamız da bizim
“lead” gitarımız. Biz olduk mu böyle sekiz kişilik bir orkestra? İlk
konserimizi ortaokul üçüncü sınıftayken Çiğli otoparkında verdik. Sonra birkaç
konsere daha çıktık, sonra da dağıldık zaten. Ama bunlar olmuştu mesela. Ve ben
sürekli radyodan şarkılar kaydediyorum, param oldukça gidip albüm satın almaya
çalışıyorum ama çok harçlığım yoktu dürüstçe söylemek gerekirse. Olduğunda da
kitap alıyordum önce. O zamanki tercihlerim müzikten yana değil, kitaptan
yanaymış. Üniversitedeyken müzikten yana kullanmaya başladım tercihlerimi.
Üniversitedeyken de Tool geliyor, Skunk Anansie, Morphine, Can geliyor bir
kanaldan. Bir kanaldan da David Bowie, Morrisey, Smiths, Brian Eno… Onlarla tanışmaya başlıyorum çünkü
ilk dizüstü bilgisayarım alınıyor bana ve internet giriyor hayatıma. Yelpaze
iyice genişliyor ve hafif böyle poptan “rock sound”una geçiyorum kendi
gitarımla da. Üniversiteyi bitirdikten sonra da büyük bir elektronik müzik
çukuruna düştüm. Gerçekten düştüm ve hiç pişman değilim. R&B ve “hip-hop”ın
da büyük hayranıyım. Hayatımda hiç metal müzik dinlemedim, bunu da itiraf
ediyorum. Böyle. Müzik zevkim de böyle gelişti.
_Ne zaman şarkı yazmaya başladınız?
14 yaşında bana gitarımı aldılar, ben o gitarla şarkılarımı
yazmaya başladım. Hatta o zaman yazdığım şarkıları şimdi yeni yeni arkadaş
meclislerinde çalıyorum ve beğenildiklerinde filan çok utanıyorum. O yaşın da
bir duygusu, bir anlamı var. İnsan 14 yaşında ne yazmış olabilir, ne derinliğin
olabilir, ne deneyimin var ama hakikaten onun da bir masumiyeti, bir ruhu var,
onu fark ediyorum. Müziğin çok güzel ve zamansız bir şey olduğunu fark etmeme
yardımcı oluyor bu.
_İlk sahneye çıkıp şarkı söyleme hikâyeniz nedir?
Ankara’da üniversitede iken bir şarap evinde gitar çaldım
önce. Sonra baktım orada beceremiyorum çünkü başkalarının şarkılarını çalmama
lazım ama ben kendi şarkılarımı çalmayı seviyorum, iki arkadaşımın açtığı bir
mekân vardı, orada çalmaya başladım sonra. Üniversite bittikten sonra ne yapmak
istediğimi bilmediğim, kayıp bir yılım var. Sonra yüksek lisansa giriyorum. Anı
saklamanın yolları, yadigarlar üzerine bir tez veriyorum. Bu da annemi
kaybetmemin hayatımdaki etkisi olarak yorumladığım bir şey.
_Niye müzik okumadınız üniversitede?
Uluslararası ilişkiler okudum ama o bölüme hiçbir zaman
ilgim olamadı. Çünkü diplomat olamayacağımı ya da bürokratik biri olmadığımı
biliyordum. Sevgili annem resim okuduğu için benim hiçbir zaman sanat ile
ilgili bir okulda okumamı istemedi. Türkiye’de sanat üzerine eğitim almanın
işime yaramayacağını, beni çok üzeceğini ve yoracağını söylerdi. “Bir diploman
olsun, sonra ne istersen yaparsın,” derdi. Ki annem de babam da müzikle ilgisi
olan insanlardı aslında. Babam askeri gazinolarda şarkı söylemiş, annem iki yıl
konservatuar geçmişinden sonra imkânları olmadığı için konservatuardan ayrılıp
öğretmen olmak için resim okumaya karar vermiş. Düşünün, ilgileri ve sevgileri
var ama olduğu halde izin vermiyorlar. Neyse… Yüksek lisansı bitirdikten sonra
Ankara’da istediğim gibi iş bulamadım. Yazarlıkla ilgili bir iş yapmak
istiyorum, edebiyata büyük bir ilgim var, gazetecilik yapmak istiyorum, bir
şeyler karalamak istiyorum. İstanbul’a geldim. Gelir gelmez, ikinci ayda güzel
bir caz barda bir akşam yemek yerken arkadaşımın motivasyonuyla sahnede şarkı
söyledim. Ve sonra orada çalışmaya başladım.
_Yeşilçam filmlerindeki gibi teklif mi geldi o mekânda sahneye çıkmanız
için?
Gerçekten bu. Ben söyledikten sonra oranın işletmecisi geldi
ve “Burada Çarşamba akşamları çalar mısın?” dedi. Ve orada Çarşamba akşamları
çalmaya başladım. Sonra başka günler de çaldım. O dönem bir beş-altı ay kadar
sürdü. Hem kendi şarkılarımı çalıyordum hem de “cover” söylüyordum. Tek bir
gitar ve ben, iki saat, üç saat, sevdiğim şarkıları söylüyordum. Sonra ünlü bir
yapım şirketinde senaryo yazarlığı yapmaya başladım ve müzikle bağlantım
tamamen koptu. Çünkü yazarlık çok büyük zamanımı almaya başladı. Üç gece
uyumadan yazmalar filan. Ardından işten çıkarıldım, evsiz kaldım. Sonra başka
bir yapım şirketine girdim, orada oyunculuğu da denedim. Bunları yırtmak için
yapmıyordum. Denk geliyor, “Sen komik bir kızsın, gel şu rolü de sen oynarsın,”
diyorlar, ben de ucuz işçi, tin tin tin gidiyorum yapıyorum. Sonra Taksim
platolarının kentsel dönüşüme girip yıkılmasıyla birlikte bütün bunlar gayet manidar
bir şekilde son buldu benim için. Ve ben de bir reklam ajansına girdim. Bir ara
bir seçim esnasında bir partinin sosyal medya direktörlüğünü yaptım. Sonra yine
bir reklam ajansı… Ama o sırada bir ev konserleri zincirinin İstanbul ayağında
Galata’da bir evde gitarımla şarkı söyledim, çok beğenildi. O benim şarkımdı ve
insanlar o şarkıyı sevdiler. Ben de “Lanet olsun dostum yeter artık,” dedim.
Ofisten ofise gezmeler, sürekli işten işe atlamalar filan olmuyor. Beni çağıran
bir ses var orada ve o sesi artık takip etmem lazım.
_Bütün o öteki işleri yaparken müzikle bağınız var mıydı yine de peki?
Var. Eve gidip gitar çalıyorum sürekli. Arkadaşlarıma, bazen
sadece kendime. En yakın arkadaşım gitarım, hayatta hep onunla dolaşıyorum. Bir
yolculuğumuz var ve onu tamamlamamız gerekiyormuş gibi. Gidip bankadan kredi
çekip, bir stüdyoya girip “Ben bunu yapacağım ve ortaya koyacağım çocuklar,”
demek istemedim. Ben öyle biri değilim. Bir şeyin beni çağırması lazım ki ben
oraya gideyim. Çünkü ben iki memurun çocuğuyum, bunu hep söylüyorum. Bunun
anlaşılmadığı bir yer var. Hakikaten ben işleri güçleri bırakıp, o kiraları,
faturaları umursamadan, kredi çekip, yatırımlar yapıp bir şeyler yapamam. Öyle
bir yerden gelmiyorum. Çok garip riskler alıyorum bazen ama bir türlü müzik
için almıyorum. Herhalde serserilikten. O serserilik mi hoşuma gitti
bilmiyorum. Müziği dolaştırmak etrafta hoşuma gitti etrafta herhalde. Şarkılar
biriktirdim. Sonra da dedim ki “Sen başka birinin ekmeğini çalıyorsun. Bu işi
bırak ve müzik yap.” 28 yaşındaydım. İşi bıraktım, iki hafta sonra Berkant’la
tanıştık. Hayat bizi buluşturdu. O gitar çalıyormuş, benim hiç haberim yok.
Evine gittiğimde bir bas gitar görüyorum ve “Aman Allahım!” diyorum. Ve
birlikte müzik yapmaya başlıyoruz. Çeşitli yerlerde çalıyoruz, Salon İKSV’de,
Mojo’da… Yavaş yavaş konserler vermeye başlıyoruz. Sonra yolumuza herkesin
yoluna çıkan insanlar çıkmaya başlıyor. O insanlarla birlikte ilk albümü
yapıyoruz. Sonra o yolda başka türlü yürümek istediğimize karar veriyoruz.
Çünkü müzik bizim yuvamız, aşkımız ve evliliğimiz. Ve ikinci albümde özgür yürümeye
karar veriyoruz; öyle de yürüyoruz. Hikâye aslında özetle bu.
_Resmi Facebook hesabının “hikâyemiz” kısmında tek bir cümle var: “Kırılan,
dökülen ve her seferinde güzelliğe dönüşen şeyler için şarkılar.” Bunu biraz
açalım mı?
Genellikle şarkılar yalnızlıktan, sevmekten ama
sevilememekten bahsederler ya. Ya da bir düzenden bahsederler, o düzeni kırmak,
dışına çıkmak gerekir. Ya da bir çember vardır, en yakın iki nokta olduğunu
zannedersin orada ama en uzak iki noktasındasındır. Müzikte ben hep o hislerden
doğup ama her seferinde o kadar umutlu, o kadar aşkla ve sevgiyle dolu şeylere
dönüşen hisler buluyorum. Öyle bir çağrı duyuyorum. Ne zaman Björk dinlesem, ne
zaman Tori Amos dinlesem, PJ Harvey dinlesem, Tom Waits, Bob Dylan dinlesem,
Sevinç Tevs açsam… Bu hep böyleydi. En karanlık şarkıdan tutun en aydınlık
şarkıya kadar… “Rock’n roll”da da karanlık bir şeyler buldum, aydınlık bir
şeyler bulduğum kadar, çok yıkıcı bir şey de buldum çok yapıcı bir şey bulduğum
kadar… Her şeyin bir arada var olması ile ilgili bir dengeden bahsediyormuş
gibiydi benim için müzik. Yani müzik aslında benim dengelenmemi sağlayan şeydi,
çocukluktan beri en yakın dostumdu. “Hey Kalben” diye omzuma vurup “Kalben
yalnız değilsin, çirkin değilsin, yanlış yapmıyorsun, sen suçlu değilsin,
annenle babanı sen barıştıramazsın, dünyayı sen düzeltemezsin, bütün çocuklara
sen kalemle kitap dağıtamazsın!” Bütün o yapmak isteyip de yapamadığım,
başarısız olduğum kahramanlıklarım ve saçmalıklarım konusunda beni onaran, beni
ayağa kaldıran şey müzikti. O yani.
_Biraz ‘70’ler ruhu mu var sizde? Joan Baez mi desem Janis Joplin mi?..
Çok seviyorum onları, o dönemi. Janis Jolin’in grupla
yaşadıklarının sonunda girdiği depresyon, Nina Simone’un bipolar afektif olduğu
o dönemde anlaşılmaması ve onu ölüme götüren sürecin bu olması… O dönemden o
kadar farklı ruh durumları ve o kadar ruhsal hastalıklardan öyle güzel şeyler
çıkmış ki. Mesela Pat Smith’in Scott Morris’le tanışıp bütün hayatını geride
bırakması… Hepsini çok seviyorum.
_Yanlış zamanda doğduğunuzu düşündüğünüz oluyor mu?
Doğacağım çağı seçememiş olmak en büyük pişmanlığım diyorum.
Berkant’ın elinden tutup “hadi şimdi şu çağa gidiyoruz,” diyebilmeyi çok
isterdim. Hiç o klişeden kaçmayacağım. O klişe benim için doğru. Orada olmak,
bütün o müziğin içinde olmak, hayatı o şekilde yaşamak, hiç utanmadan o çocukların
ve yetişkinlerin içinde çırılçıplak özgür varlıkların içinde sonunda var
olabilmek… İnsan olduğum için utanmadan bir gün geçirebilmeyi çok isterdim. Ya
da doya doya insan olduğundan utanarak, benim gibi utanan insanlarla olduğumdan
emin olmak. Ama ben bu çağda da o insanları bulduğumdan eminim. Çünkü öyle
güzel insanlarla tanışıyorum konserlerde, öyle güzel dostlarım vardı bana
‘70’lerden çok daha güzel 2017’ler yaşattılar. Bunu da gördüm.
_Bu şarkıları yazan birinin çokça yaşamışlığı, görmüşlüğü, okumuşluğu
olmalı… mı?
Çok okurum ben. Çok seviyorum okumayı. Sanırım fazla
arkadaşım olmadığı için hani İngilizce’de “nerd”, bizim ülkemizde ne yazık ki
“inek” olarak adlandırılan, hadi biz ona “kitap kurdu” diyelim, hatta “kurt”
kelimesini de kullanmayalım, “kitap fındığı” diyelim, “kitap fındığı”ydım ben.
Kitaptan kitaba yuvarlanan bir fındıktım. Çok seviyordum. Didem Madak da
okurdum, Yaşar Kemal de okurdum, Milan Kundera da. Hiç kendimi yaş olarak
ayırmadım, bir yere koymadım. Daha ortaokulda Dostoveyski de okumuştum, Orhan
Pamuk da, Elif Şafak da, Hakan Günday da. Sevgili İzmir Çamlaraltı Lisesi’ne
çok teşekkür ederim. O kadar güzel bir okulum, öyle güzel öğretmenlerim vardı
ki o okulda… Bizi Hakan Günday’ın Elif Şafak’ın filan oturumlarına
götürürlerdi. Hocam benim için yarışma bilgileri toplardı, ben edebiyat
yarışmalarına katılırdım. “Şu yarışma için şiir yazacaksın, bu yarışma için
düzyazı istiyorum senden,” filan diye. Benim o konudaki sevgimi görüp, bir de
yalnızlığımı görüp, “Bu çocuk yalnız kalmasın,” deyip elimden tuttular. Ne
güzel bir okulmuş. Şimdi de öyle eğitimciler ve okullar olsun diye her gün
güzel dilekler gönderiyorum. Çocukların bir şeylere eğilimlerinin olduğu çok
genç yaşlardan belli oluyor. Ve çok istiyorum ki öyle bir eğitim sistemimiz
olsun. Çocukların belli ettiklerini, yüzümüze bağırdığı şeyleri fark edelim ve
onları ona göre yönlendirelim ve onların mutluluğu için çalışalım. Benim
üzerimde çalıştılar.
_Şarkılarınızın ne kadarı
otobiyografik?
Yarısı bile diyemem artık. Çünkü çok fazla dost var içinde,
çok fazla çocuk, genç var, herhangi bir yerde tanışıp sevdiğim ve bana ilham
veren insanlar var artık. Ben anlatıcı olarak oradayım diyebilirim. Nil
Karaibrahimgil’in söylediği çok güzel bir şey var: “Bu şarkılar bize iniyor,”
diyor. Biz bir kanalız ve kanalımız bu şarkıları çektiği, frekansı öyle uyduğu
için Nile’e Nil’in şarkıları geliyor da Kalben’e Kalben’in şarkıları geliyor.
Bir radyo gibi. Ben bu frekansı çektiğimi düşünüyorum ve bu şarkılar bana
geliyor ve ben de onları iletiyorum. Çok bilinçli olarak şarkı yazdığımı
düşünmüyorum. Oturup “Şöyle bir şarkı yazacağım, buna şöyle bir ara yazdım,
buna böyle bir köprü yazayım, şu nakarat çok tutar,” filan gibi şeyler hiç olmuyor.
Oturup bir şarkı yazıyorum, sonra Berkant’a çalıyorum ezberleyeyim diye. Sonra
da Berkant alıyor eline, üzerine ne yazıyorsa bas gitar, ikinci, üçüncü gitar,
davul… Sonra çağırıyoruz diğerlerini, “Hadi arkadaşlar, provalar!” Bu.
_Kalben bir “kadın ozan” mı sizce?
Onu olabilsem ne mutlu bana. Bülent Ortaçgil’in, Neşet
Ertaş’ın, Aşık Veysel’in izinden gidip de, Şehrazat’ın, Aysel Gürel’in, Sezen
Aksu’nun izinden gidip de ozan olabilsem… Bunları söylemek gerekir, söylemezsem
çok ayıp olur, terbiyesizlik etmiş olurum. Onların izinden gidip de kadın ozan
olabilirsem bir gün çok mutlu olurum. Bazı günler aynaya bakıyorum, “Sen acaba
kadın ozan mısın?” diye soruyorum. Sonra diyorum, “Kendine gel! Daha yolun çok
başındasın.” Bir tokat, yola devam!
_Sosyal medyada yazdıklarınıza da bakınca… Biraz ütopik bir iyimser mi
Kalben?
Bir yandan da çok karanlık biriyim. O yüzden bu kadar
iyimserim. Çünkü benim gibi karamsar biriysen bu kadar iyimser olmak
zorundasın. Ben de her şeyin farkındayım. Savaşın da, uyuşturucunun da, içkinin
de, bizim ilerleme dediğimiz şeyin ilaç sektörünü beslediğinin de… Ofislerde,
şirketlerde, fabrikalarda ve şantiyelerde insanların günde kaç saatini ne
kadarlık bir para için harcadığını çok iyi biliyorum. Kadınların ne halde
olduğunu biliyorum. Çocukluğumda bakkaldan para üstü alırken bakkal elime değse
taciz edildiğimi zannederek büyüdüm ben. O korkuyla büyütüldüm. Geceleri
sokakta yürüyemeyerek, ne giyeceğime dikkat ederek, sonra ne giyeceğime aksine
dikkat etmeyerek, bir takım isyanları geliştirmek zorunda kalarak büyütüldüm.
Yürüyüşüme, ne giydiğime dikkat etmekten Kemal adında bir erkeğe dönüştüm bir
ara. Ben de gerçeklerin çok farkındayım yani. Şuursuz bir iyimserlik değil
benimkisi. O yüzden gerçekten iyimserim bir tarafımla da. Çünkü o zaman devam
etmenin bir manası kalmazdı. O zaman bu şarkılar bana bir şey ifade etmezdi. O
zaman 14 yaşında gözlükleri ve diş telleriyle dolaşan o kıza benim “Saçmalama!”
deme şansım olmazdı. Saçmalamasın çünkü dünyanın en güzel kızı o. Onun
güzelliğini ne o teller ne de gözlükler örtebilir.
_Sosyal medyada hep pozitif cevaplar yazıyorsunuz size yazılanlara
karşı. Sabır gerektiren bir yaklaşım.
Bazen tam kibrime yenileceğim durumlar oluyor, çok
üzülüyorum. Bir tane Zerrin Özer vukuatımız oldu öyle, onu anlatmak isterim.
Bir tane Zerrin Özer şarkısı paylaştım, birisi de Zerrin Özer’i sevmiyormuş,
bir şey yazdı, ben de Zerrin Özer’i savundum. Sonra zaten seviyorsun ve
paylaşmışsın, daha niye savunuyorsun diye kızdım kendime. Böyle şeyler olabiliyor.
Aslında o konuda bir sistem oturttum dersem yalan olur. Bazen cevap veriyorum,
bazen veremiyorum ama cevaplarımın olumlu ve sevgi dolu olmasını istiyorum
çünkü ben orada bir şey yazıyorum ve biri de bana başka bir şey yazıyor. Benim
onun üzerine bir cevap vermeye hakkım bile yok aslında. Ben orada Zerrin
Özer’in müziğini paylaşmışım. Bu çok hüzünlü çünkü bazen biz insanla müziği de
ayıramıyoruz. Bir insanla o insanın fotoğrafını ayıramıyoruz, gazeteciliğini,
yazarlığını, ne bileyim bakkallığını ayıramıyoruz. Toplumsal olarak birbirimize
çok kızgın olduğumuz bir yerdeyiz. Ben bundan ötürü çok yorgun ve üzgünüm. Niye
bu kadar kızgınız birbirimize? “Günaydın,” desek, “merhaba” desek,
karşılaştığımız bir yabancıya “iyi günler” desek ne olurdu? Bu bize ne
kaybettirirdi? Onun inançlarını bilmeden de bunu yapabiliriz, onun tipinden
bağımsız olarak da bunu yapabiliriz. Birbirimizden nefret etmek daha zor değil
mi? Birbirimize küfür etmemek, saldırmamak, satırla sokakta yürümemek daha
kolay değil mi? Ben daha kolay olanı tercih ettiğimi düşünüyorum. Ağaçlara
bakıyorum, çocuklara bakıyorum, kadınlara bakıyorum ve çok umutlanıyorum. Çok
kolay geliyor umutlanmak bana. Hamile bir dostum vardı. Öyle güzeldi ki
karşımda onun karnının yavaş yavaş büyümesi, ölümsüzlüğü hissettim. Onun
kaburgalarını tekmeleyen bebeği izliyorum, yüzünün giderek daha çok
aydınlanmasını, giderek güzelleşmesini izliyorum. Yazık değil mi? Diğer türlüsü
daha zor, bana öyle geliyor.
_Henüz çocuklu değil belki ama evli ve mutlusunuz, en azından göründüğü
kadarıyla. “Evlilik aşkı öldürür mü?” klişesine girmeyelim mi hiç?
Evlendiğimiz günden ötürü galiba bizim aşkımızı öldüremedi
aşk. Biz 15 Temmuz’da, darbe girişimi günü evlendik. O günü bütün
sevdiklerimizi sağ salim evlerine ulaştırarak ve bir yerlerde hiç tanımadığımız
insanları kaybetmenin acısını yaşayarak geçirdik. Karmaşık duygularla
özdeşleşmiş bir gün bizim düğün günümüz. O yüzden bir kere daha evleneceğiz,
belki o zaman öldürür. Hatta şu an biz çok istikrarsız da bir yerdeyiz.
Evliliğin getirdiği o istikrar bizde yok. Evli çiftler günün on iki saatini
ayrı geçirirler, biri işe gider, biri başka yere gider. Biz günün on sekiz
saatini birlikte geçiriyoruz. Ne yaparsak birlikte yapıyoruz. Kimi zaman kavga
ediyoruz, kimi zaman o kavgayı geri alıyoruz. O yüzden hiçbir zaman aşkın
öldüğünü söyleyemeyeceğim. Ve ben ömür boyu Berkant’a aşık olacağım, bunu hep
söylüyorum. Bunu biliyorum, o hisle evlendim zaten. Ben Berkant’la tanıştığım
zaman onun hayat yolculuğumda birlikte yürüyeceğim insan olduğunu anladım.
Çünkü birlikte her şeyi yapabileceğimizi biliyordum. Onun yanında hiç
utanmayacağımı biliyordum. Bazen yolda giderken bir anda tökezlersin ya da
masaya kolunu koyarken kolun tutmaz ve bunlar hep seni utandırır ya. O küçük
şeylerden bile utanmayacak kadar rahat olacağımı bildiğim için galiba. Hayat
yolculuğunda birlikte yürüyebileceğim insan olduğunu hissettiğimden ona olan
hislerim çok farklı. Her ne olursa olsun. Çünkü dünyanın bin türlü hali var.
Hayatta çok farklı duygular ve kırılmalar olabilir. Yaşla birlikte çok farklı
yerlere götürebilir düzen ve yaşam bizi. Ama ben ömür boyu ona âşık olacağım.
Bunu biliyorum.
_Birlikte çalışıyor ve üretiyor olmanın getirdiği ego çatışmaları yok mu
hiç aranızda?
Aslında ego çatışması değil o. Ama ben çok ben çok gıcık
biri olabiliyorum bazen. Ne söylediğime hiç dikkat etmiyorum, nasıl söylediğime
de. O da çok saygı dolu bir insan. İşini çok düzgün bir iş ahlakıyla ve
gerçekten çok büyük sevgi ve saygıyla yapan biri. Benim bu gıcıklığım sebebiyle
sorun olabiliyor, ego çatışması değil yani kesinlikle. Bunu söyleyebilirim
rahatlıkla.
_Bir çocuğunuz olsun istiyor musunuz?
Nerede bir çocuk varsa o çocuğun çok mutlu olmasını,
sevilmesini istiyorum. Onunla ilgilenilmesini istiyorum. O çocuklardan biri de
bir gün bizim olsun istiyorum. Ama çocuğa karşı mülkiyetçi bir bakış açım yok.
O çocuk benim diye onu çok sevmeyeceğim; bütün çocukları öyle çok seviyorum.
EYLÜL 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder