(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2018 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergide yayımlanmayan bölümleri de içermektedir.)
"Bence dünyada acı çekmemizin nedeni görülmediğimizi,
duyulmadığımızı ve anlaşılmadığımızı düşünmemiz. Bunu bütün insanlar
hissediyoruz. Ve çok doğru bir şey var ki, acı aslında yara aldığımızda değil,
o yarayı aldığımızı kimsenin bilmediği anda başlıyor. Yani senin yaranın
farkında olunmadığında daha çok acı çekiyorsun. Ben de insanlara 'Ben
buradayım, ben seni anlıyorum, çok yabancı değilim sana. Ben senin ne
hissettiğini biliyorum, aynı şeyi ben de hissediyorum. Duyuyorum seni,
görüyorum, hissediyorum,' diyorum. Şarkılarda hep bunu anlatıyorum. Hep pozitif
mesajlar vermeye çalışıyorum. Daha umutla bakan, daha yukarı kaldıran… Bir acı
çekildiyse bile onun iyileştirici bir şeye dönüştürülebileceğine dair imalarda
bulunuyorum. Gaz veriyorum."
Böyle anlatıyor müziğinin derdini Aydilge. Henüz sekiz
yaşındayken Ankara’da TRT Türk Sanat Müziği Çocuk Korosu ile başlayan müzik
yolculuğu, 2006 yılında piyasaya çıkan ilk albümüyle profesyonel kulvarda devam
etmiş ancak, ilk albümünden önce üç kitabı yayımlanmış bir yazar olarak adını
duyurmuştu Aydilge. 2018’i yeni şarkısı “Gece Uyku Tutmazsa” ile karşılayan
Aydilge, şu sıralar henüz adı konulmamış yeni albümünün kayıtları için
stüdyoda. Aydilge ile yeni albümünü ve müzik geçmişini konuşmak için bir araya
geldik.
YAVUZ HAKAN TOK: Nasıl bir albüm bekliyor bizi?
AYDİLGE: Bu albümün ‘sound’u biraz daha farklı. Yeni şarkım da o
‘sound’un habercisi gibi aslında. Çünkü son zamanlarda özellikle dizilerde
kullanılan şarkılarım hep hareketli, neşeli, belli bir tempoda ve ritim
kalıbında oldu. Aydilge müziği denildiği zaman belli bir şey anlaşılmaya
başlandı. Ama bir melankolik tarafım da var. Bu albümde o kadının çok daha ön
plana çıkmasını hem istedim, hem de zaten kendiliğinden de o çıktı. Albümde on
şarkı var. Hepsinin sözü, müziği bana ait. Tempo olarak daha yavaş, müzikal
anlamda daha sade bu defa şarkılar. Daha dingin, biraz daha melankolik. Ama
altını çizeyim; melankolik derken acılı ve arabesk değil. Tamamen hüznü de
melankoliyi de olgun bir şekilde, iyileştiren yanlarıyla ele alan, naif şarkılar.
Ben gitarla yapıyorum bestelerimi ve aranjörlerime de
“N’olur doldurmayalım, şişirmeyelim, beste kendi güzelliğinde kalsın,” dedim. O
naiflik, ev sıcaklığı, samimiyet insanlara geçsin istedim. İnsanlar açtığı
zaman bu kız gelmiş, evimde şarkı söylüyor, onlara özel söylüyormuşum gibi
hissetsinler istedim.
YHT: Ankara kökenlisiniz. Ankara kökenli müzisyenler diye bir kategori var
ve o kategoride genellikle sıkı isimler var. Nedir sebebi sizce?
AYDİLGE: Ankara’da kendimizi ifade edebileceğimiz alanlar çok
sınırlı. Dolayısıyla inanılmaz bir birikim oluyor. Sahnede olma arzusu,
insanlara müziğini duyurma arzusu… Ama çıkartamıyorsun ve o enerji dola dola
birikiyor. Bir şey için fırsatın yoksa ve bir gün o fırsat karşına çıktığında
değerini çok iyi bilirsin ya… Senin için değeri normalleşmez ve sıradanlaşmaz.
Ankara’da her şeye erişim daha zor olduğu için İstanbul’a geldiğin ve fırsatı
yakaladığın zaman sana çok özel geliyor. Şöyle bir örnek vereyim: Mesela ben
Anadolu’da bir yere gittiğim zaman insanlar beni yolda bir yerde gördükleri
zaman çok mutlu oluyorlar. İstanbul’da gördükleri zaman gayet normal geliyor
onlara. Herkesi görebiliyorsun, herkese erişebiliyorsun. Buradaki konserlere
bakın, insanların televizyonda gördüğü şarkıcıları istedikleri zaman gidip bir
yerde izleme şansları var. Ama Ankara’da böyle değildi. Dolayısıyla bizim için
her şey daha özel, daha anlamlı. O anlamları cebine doldurup geldiğin için de
hazır geliyorsun. Bunun etkisi olabilir belki.
YHT: Biyografinize şöyle bir göz atınca… Müziğe henüz sekiz yaşındayken
“TRT sanatçısı” unvanı alarak başlamak enteresan bir hikâye.
AYDİLGE: Evde bütün gün şarkı söylerdim. Babam doktor benim. Yazık,
önce hastane, sonra muayenehane, eve geç vakitte, bitik vaziyette geliyordu ve
ben deli gibi koşturarak şarkı söylemeye devam ediyordum. Şevkimi kırmamak için
kızamazdı da ama “Kızcım, birazcık sus ne olur,” derdi. Sonrasında çocuk
korosuna verelim de orada söylesin dediler herhalde. Sınavlar açıldığında ben o
kadar küçüktüm ki hiçbir şeyin farkında değildim. Jürinin karşısına geçiyorsun.
TRT’nin o çok disiplinli, ciddi havası bile tek başına çekinilecek bir şey ama
ben hem çok hareketli, hem de çok komik bir çocuğum. Bir de aşırı yaramazım bu
arada. Kulak testini filan yaptılar, sonra “Bize bir de şarkı söyler misin?”
dediler. Ben de “Yok, şimdi canım şarkı söylemek istemiyor,” diye cevap verdim.
Sınavda olduğumun o kadar farkında değilim. Onları kahkahalarla güldürdüğümü
hatırlıyorum. Otuz kişi seçtiler o sene. Türkiye’deki ilk Türk Sanat Müziği
Çocuk Korosu’ydu. Çok özel bir eğitim verdiler bize. Çünkü o yaşta çocuklar
musikiyi kaldırabilecek psikolojide değiller aslında. Öyle zorlu bir eğitimden
geçtik ki çok kısa bir sürede o şarkıları algılamaya ve içselleştirmeye
başladık. Dışarıda ortalığı tozu dumana katardık, koskoca Radyo binası oyun
bahçesine dönerdi. Fakat ders başladım mı o musikici edası geliyordu hepimize.
Çok enteresan. O müziğin ruhu seni zaten ister istemez büyütüyor.
YHT: Ne kadar sürdü koro macerası?
AYDİLGE: 14 yaşıma kadar. Koroyla konserlere çıkıyorduk, televizyon
programları yapıyorduk. İki tane de albüm yaptık. Hem eski musiki eserlerini
söylüyorduk hem de çocuklar için bestelenmiş yeni musiki şarkıları. Çocuklar
için diyorum ama alakası yok aslında acayip komalı filan, ağır eserler. Güya
çocuk şarkısı. Sürekli televizyona çıkıyorduk. TRT o zaman çok önem veriyordu o
koroya. Eller kollar böyle bayağı klasik koro solistleri gibi. O vücut dili
kendiliğinden geliyor tabii insana.
YHT: Koro çalışmaları dışında neler dinlerdiniz o dönemde?
AYDİLGE: Ablam benden sekiz yaş büyük. O sıralar ‘80’ler popu, Modern
Talking filan meşhur, onları dinlerdi. Ben de duyduklarımı hep taklit ederdim.
İngilizce de bilmiyorum, uydura uydura söylüyordum. Ama koroya girince orada
bize bir sürü şeyi dinlemeyi yasakladılar. Pop yasak, arabesk yasak, türkü
yasak. Sadece klasik Türk musikisi ve klasik Batı müziği dinleyebiliyoruz. Şu
anda Türk sanat müziği denilen müzik türü de yasak bu arada. Sadece klasik
dönem; Dede Efendiler, Hacı Arif Beyler filan. O kadar enteresan ki
yasakladıkları müzikleri gerçekten dinlemiyordum ben. Sadece ara ara kaçamak
yapıp İlhan İrem dinlerdim. Ona bayılırdım.
Oradan 14 yaşında mezun olduktan sonra “Ben şimdi ne dinleyeceğim?”
demiştim. Arkadaşlarıma soruyorum. Bana güncel şarkıları söylüyorlar. Dinledim
ve mahvoldum. “Ne kadar kötü bir müzik bu böyle, insanlar bunları nasıl
dinliyorlar?” dedim. Babam da bana eski şarkıları önerdi. Beatles, Pink Floyd,
Deep Purple… Onları dinlemeye başlayınca fark ettim ki ben “rock” müziği daha
çok seviyorum. Onlar benim çok ufkumu açtı; en çok da Beatles. Hâlâ çok
seviyorum. Musikiyi de çok seviyorum hâlâ ama gerçek musikiyi; şu anda yapılan fantezi
dedikleri şarkıları değil.
YHT: Şarkı yazma hevesi var mıydı o zaman?
AYDİLGE: Çocukken de şarkılar yazıyordum aslında. Mesela anneme
yazdığım bir şarkı var aynen musiki kalıplarında. Sonra ben babamdan gitar
istedim ama o sıra “rock” müzik dinlediğim için elektrogitar istedim ısrarla. Birkaç
kişiye danıştık, “Elektrogitarla başlanmaz gitar çalmaya, olur mu öyle saçma
şey!” dediler ama “Ben ‘rock’çıyım” diye ısrar ettim. Neyse, gittik kırmızı bir
elektrogitar aldık. Eve geldik, gitardan ses çıkmıyor tabii ki anfi yok çünkü.
Geri götürdük gitarı “Bozuk bu, sesi çıkmıyor,” diye. Adam güldü.
YHT: Sonrasında neden müzik eğitimi almak yerine Amerikan dili ve edebiyatı
okumayı tercih ettiniz?
AYDİLGE: TRT eğitimi yordu çünkü. Bayağı yordu. Onu dinleme, bunu
dinleme, öyle dur, söyle dur falan filandan sonra o özgürlük, o istediğini
yapabilme hali beni çok rahatlattı ve ben bir daha aynı şeyin içine girmek
istemedim.
YHT: Üniversiteyi birincilikle bitirmişsiniz.
AYDİLGE: Lisede de Türkçe Sosyal bölümünü birincilikle bitirmiştim.
Ben bir şeyi sevdiğim zaman gerçekten zevk alarak çalışıyorum. Üniversite
sınavlarına gireceğim zaman ben dershaneye bile gitmedim. Annem babam sağ
olsunlar güvendiler bana o konuda. Ben de onları dershane masrafından kurtardım
diye mutlu oldum. Çünkü o zamanlar dershaneler çok para alıyorlardı. Bir
dershaneye görüşmeye gitmiştik. Oradaki öğretmen “Dershaneye gitmezsen asla
sınavı kazanamazsın,” dedi bana parmağını sallayarak. Ben de “Kazanırım,”
dedim, çok iyi hatırlıyorum. Kazandım da. Başkent Üniversitesi’ne burslu
girdim. Açıkçası birinci olayım, not ortalamam yüksek kalsın diye çalışmadım
hiç ama inanılmaz seviyordum.
Hatta bir Amerikalı öğretmenimiz vardı. Dersine
devamsızlık hakkı üçmüş. Ben ilk dersleri kaçırdığım için iki hakkımı
doldurmuşum. Odasına gittim, “Hocam, o iki günü saymazsınız herhalde, değil
mi?” dedim. “Niye saymayayım? Daha koskoca bir gün hakkın var!” dedi. Ben böyle
kaldım ama inanır mısınız, o hakkımı da harcamadım. O kadar seviyordum
dersleri. Benim o kadar çok ufkumu açtılar. Bir eser veriyorlar,
yorumlatıyorlar. Kendince yorumluyorsun sonra hoca çıkıp öyle bir yorum yapıyor
ki “Ben nasıl bunu düşünmedim,” diye kalakalıyorsun. Bambaşka bir bakış açısı.
Dünyayı keşfetmiş gibi oluyorsun. İnanılmaz bir hazdı benim için. Okul biteceği
zaman 3,97’ydi benim ortalamam ama ben birinci olurum filan diye hiç
düşünmüyorum. Umurumda bile değil. Hatta o sıra ben İstanbul’a müzik üzerine
yüksek lisans yapmak için gelmiştim. Bana ulaşmaya çalışıyorlarmış okuldan,
Aydilge birinci oldu, konuşma yapması lazım filan diye. Yani birinci olayım
diye asla kasamadım ama olduktan sonra da acayip mutlu hissettim kendimi.
YHT: Ve yazarlık macerası başladı.
AYDİLGE: Üniversitedeyken o zamanki Varlık, Adam Öykü gibi edebiyat
dergilerine öykülerimi gönderiyordum. O öykülerim yayımlanıyordu. Sonra bir
yayınevi ulaştı bana. “Öykülerinizi kitap olarak yayımlamak isteriz. Var mı
başka öyküleriniz de?” diye sorular. Ben de “Var,” dedim. Yoktu aslında. İki üç
ay izin istedim. O iki üç ayda başka öyküler de yazdım. Yayınevindekiler on
yedi yaşında olduğumu öğrenince şoka girdiler.
Sonra İstanbul’da yüksek lisans eğitimi alırken feminizm ve
cinsiyet çalışmaları üzerine derslerimiz vardı. Orada endüstrinin nasıl kadın
vücudu üzerinden yürüdüğüne dair dersler de aldık. Blumia, aneroksiya gibi
hastalıklar üzerine çalışmalar yaptık. Neden bu hastalıklar daha çok kadınlarda
gözüküyor? Çünkü endüstri kadın vücudunu bir meta olarak görüyor ve onu
şekilden şekle sokuyor. Bu da bir sürü psikolojik deformasyon yaratıyor. Blumia
üzerine bir kitap yazmaya başladım o dönemde. Tezim de aynı konu üzerineydi
zaten. O birikmişlikle yazmaya başladım. Tabii didaktik bir bilimsel edayla
değil; roman haline getirerek.
Kitabı yazdıktan sonra yayınlatmak için en iyi
yayınevlerinden başlayarak dolaşayım dedim. Tanıdığım kimse yoktu kitap
dünyasında. Remzi Kitabevi’ne gittim. “Editörünüzle görüşebilir miyim?” dedim. “Görüşemezsiniz.
Dosyanızı bırakın,” dediler. Dosyamı bıraktım ama alıp koydukları yerde
tepeleme dosya doluydu. Çok ümitsiz çıktım oradan. Okumazlar diye düşündüm. Bir
ay sonra aradılar. “Dosyanızı okuduk, çok güzel. Biz bunu basmak istiyoruz,
buyurun gelin,” dediler. Onlar da yirmi bir yaşında olduğumu öğrendiklerinden
çok şaşırmışlardı. O kitap da (Blumia Sokağı) öyle çıktı. Sonrasında üçüncü
kitap Altın Aşk Noktası geldi. Önce Everest’ten çıktı, sonra Artemis’ten yeni
baskısı yapıldı. O kitabı da yüksek lisans döneminde yazdım. Edebiyat da benim
için kendimi ifade etme biçimi, onu da çok seviyorum ama müzik çok daha öte
tabii.
YHT: Ama müziğe profesyonel olarak adım atmak için bir hayli beklediniz.
AYDİLGE: İstanbul’a asıl gelme amacım müzik. Aslında Amerika’da burs
kazanmıştım ben üniversiteyi bitirdiğimde. Edebiyat alanında akademik kariyerimi
yüksek lisans ve doçentlik diye devam ettirecek bir paket. Bu çok büyük bir fırsattı
ama ben Amerika’ya gitmek istemiyordum. Çünkü oraya gidersem müzik
yapamayacaktım. Edebiyat profesörü olacak şekilde bir hayat çizilmiş olacaktı
bana. Çok korkutucu geldi. O yüzden de İstanbul’a geldim ama bir yandan da kötü
hissediyorum, hayatımla mı oynuyorum acaba diye. Hocalarım çok baskı yaptı.
Annem babam herhalde müzik aşkımı bildikleri için, biraz da o kadar uzağa
gidersem özleyecekleri için muhtemelen, o kadar katı davranmadılar.
YHT: İstanbul’a geldiğinizde hazır mıydınız peki müzik yapmaya?
AYDİLGE: Şarkılarım hazır ama gitar, vokal kayıtlar. Başka bir şey
yok. Hiç kimseyi de tanımıyorum müzik sektöründe. Sap gibi gelmişim.
İstanbul’da akrabam bile yok. O kadar enteresan ki. Yüksek lisansım radyo
sinema üzerineydi. Işıkçılık yapan bazı öğrenci arkadaşlarım ufak tefek işler
alıyorlardı. “Sen de bizimle gel, yanımızda durursun, bir şeyler yaparsın,”
dediler. Çok sıkılıyordum çünkü. Bir programa gittik. Programda Haluk Levent’le
düet yapma yarışması vardı. İnsanlar sıraya girmiş bekliyorlar seçilmek için.
Haluk Levent’in ağabeyi Berkant Acil çıkıp “Herkes Haluk Levent şarkısı
söylüyor. Kendi bestesi olan yok mu? Biri de eline gitar alıp kendi şarkısını
söylese de ben de iki dakika dinlensem,” dedi. Ben de fırladım hemen “Benim
bestelerim var”, diye. İki şarkımı çaldım. Berkant Ağabey “Ne güzel şarkılar
bunlar,” dedi. Numaramı istedi. O gece de aradı, sabah ofise davet etti. “Seni
bir aranjörle tanıştıracağım. Onunla birlikte bu şarkıları bir aranje edin
bakalım,” dedi. İnanamadım. İlk albümümün aranjörü Atakan Ilgazdağ ile öyle
tanıştım. Hiç öyle satar mı satmaz mı diye düşünmeden, içimizden geldiği gibi
kaydettik biz şarkıları Atakan’la birlikte.
YHT: Ama hikâye oradan devam etmedi sanırım?
AYDİLGE: Evet, Berkant Ağabey ve Haluk Levent’le olmadı o iş. Ben
başka şirketlere gidip “demo”yu veriyorum, şansımı deniyorum. Herkes bir şey
söylüyor, oyalıyor, bir sürü kandırılıyorum, bekliyorum… Ama en azından elimde
artık bir “demo” var. O sıra bir müzik dergisinde, Volume’de işe başladım. Bir
gün beni Hakan Kurşun’la röportaja gönderdiler. O da Bilgi Üniversitesi’nde
hocaydı o sırada. Hakan Kurşun röportaj sırasında bir ara su içmeye kalktı.
Orada duran gitarını alıp çalıp söylemeye başladım ben de. Hakan Ağabey koşarak
geldi ve “Senin ne acayip bir sesin var, ne enteresan bir şarkı bu,” dedi.
“Demon var mı?” diye sordu. Ben de hep yanımda hazır tutuyordum. Çıkardım
verdim hemen. Aradan altı ay geçti. Altı ay sonra bir gün saat sabah dokuz, ben
İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Telefonum çaldı. Hakan Kurşun arıyor. “Ne
yapıyorsun, albümü yaoabildin mi?” diye sordu. Ben de yapamadığımı söyledim. “Tamam
o zaman ben yapacağım sana albümü,” dedi. Meğer EMI Genel Müdür olmuş. Kapattım
telefonu ama Hakan Ağabey’in Türkçesi aksanlıdır biraz, acaba ben yanlış mı
anladım söylediklerini diye düşünüyorum. Bir daha mı arasam acaba? O kadar çok
kandırılmışım ki çünkü. Ama bu sefer gerçekten oldu ve ilk albüm 2006’da
EMI’dan çıktı.
YHT: O albümdeki şarkıları kaydederken ne umuyordunuz, albüm yayımlanıp şarkılar
duyulduktan sonra ne buldunuz?
AYDİLGE: Radyo ve televizyonların tek tip şarkı yayınlamak üzerine
kurulu olduğunu algıladım önce. Böyle bir bilgim yoktu. Zannediyordum ki bir
şey çıkınca güzel ya da değil diye ayırırlar, kaliteli ve belli bir seviyedeyse
yayınlanır. Ama “Bu çok alternatif tınlıyor,” lafını ilk kez o zaman duydum.
Bir de Türkiye’de henüz alternatif müzik başlamamıştı. İlk ben çıktım, Hayko
Cepkin çıktı, Dorian, 110 filan… Bize “alternatif sesler” diyorlardı. Bana çok
garip geliyordu; “ötekiler” der gibi.
Kimse bizi çalmıyordu; bir tek Dream TV. Dinleyici ile ilk
buluştuğum, sahneye çıktığımda çok çabuk adapte oldum. TRT Korosu deneyiminden
dolayı sahneye alışıktım ama bar sahnesi tecrübesi olan biri değildim. Ama kırk
yıl sahnedeymişim gibi çok rahat hissettim kendimi ve insanlarla buluşmak
inanılmaz bir haz verdi. O zaman anladım ki hayatta beni en mutlu eden şey
sahnede olmak. Kimisi yemek yemeye takılır, kimisinin bağımlılıkları vardır,
kimisi bilgisayar başından kalmaz, kimisinin de cinsel dürtüleri yüksektir,
doyumu öyle sağlar… Ben sahnede en büyük hazzı alıyorum. Hatta bunu bir
röportajımda söyledim, sonra şöyle bir başlık attılar: “Sahnede olmak seksten
bile daha zevkli!”
Bir grup insan çok seviyor “Çok güzel müzik, çok farklı bir
müzik”, diyor. Ben neyi bu kadar farklı yaptım acaba diye çok şaşırıyordum.
Öbür taraftan da “Çalamayız, çok alternatif,” diyorlardı. Ona da ayrı
şaşırıyordum. Demek ki farkındalık sahibi değilmişim piyasayla ilgili, ben sadece
müziğimi yapıyormuşum. Kimisi o farklı olmayı göklere çıkarıyor “Türk müziği
için çok önemli adımlar bunlar. Alternatif bir kadın müzisyen. Kendi bestesini
yapıyor, sözünü yazıyor. Ticari kaygısı hiç yok.” Allah Allah!... Neyim ben
diyorum bir yandan. Öbür tarafta da burun kıvırıyorlar. Ne ki bu çalınamıyor
diyorum. Hayko’yu biraz anlıyorum hani görüntü olarak da farklı, brutal vokal
kullanıyor filan. Ama benimki öyle de değil. Ben yaptığım için bana farklı
gelmiyordu; başkalarına farklı geliyordu. Mesela “Rock ve elektronik altyapılar
üzerine o nağmeli ses ne kadar farklı,” diyorlar ama o nağmeli benim sekiz
yaşımdan beri var oysa. Ban o kadar normal geliyor ki. Özel bir şey yapmıyorum.
O yüzden o dönem şaşkın oldum. Neyim ben, iyi miyim, kötü müyüm diye…
Sonrasında biraz daha endüstrinin algılayabileceği, kabul
edebileceği, ötekileştirmeyeceği şeyler yapmaya özen gösterdim, bunu da itiraf
edeyim. Ama yine tabii ki kendi özümü koruyarak. Ne vokalimi değiştirdim, ne
beste yapma şeklimi değiştirdim. Aranjörleri farklılaştırdım biraz sadece. Ve o
sırada piyasa da bizim türümüze alıştı yavaş yavaş. Ve Power Türk benim 2009’da
çıkan “Takıntı” şarkımı sıklıkla yayınlayarak bu algıyı kırmış oldu. O yüzden
çok tebrik ediyorum Power Türk’ü. Mesela Mabel’i de yayınlamaya başlayarak
öncülük ettiler. Benimkine farklı bir ses diyorlardı ama Mabel’inki daha da
farklı bir sesti çünkü. Ve o tekeli de Power Türk kırdı.
YHT: Yakın dönemde de dizi müzikleriyle epeyce dikkat çektiniz.
AYDİLGE: Plak şirketimi arayıp dizilerde kullanmak üzere şarkılarımı
istemeye başladılar. Bir oldu, iki oldu… Birbirilerine de bakıyorlar herhalde.
Giderek arttı talep. Sonra Kiraz Mevsimi dizisi için sesinde gülümseme olan
birine ihtiyacımız var diye aradılar beni. “Sen böyle gülüyor gibi şarkı
söylüyorsun. Hüzünlü bir şarkı söylerken bile sesinde gülümsem hissediliyor.
Bizim tam da ihtiyacımız olan şey,” dediler. Öylece jenerik şarkısını
seslendirdim. Tabii bir gençlik dizisi, yaz dizisi ve ne olacağını bilmiyorduk.
Dizi bir anda patladı. Dinleyiciler şarkıyı çok benimseyince bu defa yönetmen
dizide benim şarkılarımı sık kullanmaya başladı. Derken dizisinin başrol
oyuncusuyla bir şarkımı düet yaptık, ben de dizide göründüm. Albümde fazla
dikkat çekmemiş bir şarkıyken, klip çekilmiş parçalarımı geçti. Yani jenerik
müziğini seslendirmem sadece diziye yaramadı, benim şarkılarıma da yaradı.
Sonrasında Kiralık Aşk dizisinden teklif geldi. Bu defa
sözünü bestesini ben yazdım. 16 ödül aldı o şarkı; bir tek Altın Kelebek’i
alamadı. Hakikaten garip geldi bana. Gerçi Söz dizisi ile Atakan Ilgazdağ aldı
ve o da benim arkadaşım ve onun adına çok mutlu oldum ama “Allah Allah!” da
dedim yani. Çünkü 16 ödül bir rekor sahiden.
YHT: Sonrasında sizinkilere benzeyen başka dizi şarkıları da yapıldı. Ne
düşündünüz onları dinleyince?
AYDİLGE: İnsanlar popüler bir isme jenerik şarkısı okutur, şarkının
içine de nefesli sazlar koyarsak patlar diye düşündü. Ama bu bir formül değil;
sıcaklık ve samimiyet meselesi. Ben o şarkıyı yaparken senaryoyu okudum,
oyuncuları izledim, mimiklerine baktım. “Hit” yapayım dedim. Üzerinde çalıştım.
Adamın gülümsemesine baktım, bu gülümsemeyi şarkıda kesin geçirmeliyim dedim.
Dizinin adı Kiralık Aşk dediklerinde, “Dizi ismi olarak belki iyi ama şarkıda
‘kiralık’ kelimesi çok kötü tınlar, ben şarkıda dizinin ismini geçirmesem,
başka bir formül bulsam,” dedim. “Ben kalbinde bir kiracı” cümlesini buldum. Bu
dünyada kiracıyız. Bir başkasının kalbinde de kiracıyız, eğer iyi davranmazsak
kovuluruz mantığından yola çıkarak… O kadar uzun uzun düşünerek ve emek vererek
yapıldı ki o şarkı. Zannettiler ki benzerini yaparsak tutar. Üç-dört dizi çıktı
öyle, hiçbiri tutmadı.
YHT: Diğer alternatif müzik yapanların aksine popa uzak duranlardan
değilsiniz. “Yo Yo Yo” gibi doğrudan popa pas attığınız şarkılarınız da var.
Bunu nasıl açıklarsınız? Ne o köye ne bu köye yaranabiliyorum dediğiniz oldu mu
hiç? Bizde sınırlar kalın çizgilerle çizilmiştir bazen çünkü.
AYDİLGE: Tamamen içimden geldiği gibi müzik yapıyorum. Planlı bir şey
değil bu. Zaten planlı olsa muhtemelen böyle bir plan yapılmazdı çünkü yararlı
bir şey de değil aslında. Hatta şöyle bir zararı da var, iki tarafta da Aydilge
bu işin neresinde duruyor diye düşünüyor, bir kalıba koymak istiyor ama
koyamıyor. Ama ben de diyorum ki “Ne olur beni bir kalıba koymayın. Ben
istediğimi yapmak, güzel ve samimi bulduğum her şeyi sizinle paylaşmak
istiyorum.” O şunu yapıyor ben onu dinlemem, bu bunu yapıyor ben onu dinlerim
durumu beni üzüyor. Bütün dünya zaten ayrışmış ve herkes birbirini
ötekileştirme yarışında. Bari müziğin içinde bunu yapmayalım. Müzik dediğin şey
duyguları paylaşma aracı. Mesela bu albüm daha dingin. Poptur, “rock”tır diye
bakmıyorum; ruhuna bakıyorum.
YHT: Şöyle bir baktığımda hep tek başınıza var olduğunuzu görüyorum
başından beri. Kimsenin kanatları altına girmeden… Müzik sektöründe bir kadın
için hele ki ön plana güzelliğini koymamış bir kadın için çok kolay olmasa
gerek desteksiz yol almak.
AYDİLGE: Bazen çok yalnız
hissediyorum. Çünkü inanılmaz şeyler duyuyoruz sektörde. İnanılmaz kayırmalar,
haksızlıklar… Her alanda olduğu gibi çok büyük haksızlıklar, yalanlar var. Bu
tıklanmalar, izlenmeler filan… Gözümüzün içine baka baka Madonna’dan, Lady
Gaga’dan daha fazla dinlendiğini iddia edip bir de bunu gururla lanse etmeleri
ve ne kadar başarılı diye bazen müzik eleştirmenleri tarafından bile
alkışlanmaları… İnsanlar nasıl bu kadar salak yerine konulabilir? Halkın bunun
farkında olması lazım çünkü çok belli. Bu neden engellenemez, neden bunun bir yaptırımı
yok, onu da anlayamıyorum. Benim mesela her şeyim organik. Dokuz Sekiz
Müzik’in, Ahmet Çelenk’in çok net bir duruşu var bu konuda. Hiçbir şekilde
hiçbir oynama yok bizde. Bazı sanatçılar diyorlar ki “Ahmet Ağabey sen bizi
tıklamalarla oynattırmıyorsun ama o zaman biz eksik gözüküyoruz. Adamlar bir
günde üç milyon dinleniyor, biz hiç dinlememiş gibi kalıyoruz. E bunlara
festival organizatörleri, konser organizatörleri bakıyor.” Onlar da halı ama
Ahmet Ağabey de diyor ki “Ne yapayım? Ben de bu oyunun parçası mı olayım?” O da
çok haklı.
İkinci bir konu. Benim hiç anlayamadığım, hiç içinde
olmadığım bir sürü şey dönüyor sektörün içinde. Ben bunlardan hiç anlamadığım
için o yalan dolanın avantajlarından da faydalanamıyorum. Ama kendime diyorum
ki “Eğer bunu seçiyorsan Aydilge, böyle dürüst kalmayı ve kendi ayaklarının
üzerinde durmayı seçiyorsan, o zaman üzülmeyeceksin. Bu senin seçimin. Öbürünü
de seçebilirsin. Öbürünü seçersen kendini ve vicdanını rahat hissedecek misin?
Hayır! Herkesin hayatta bir duruşu var. O zaman üzülmeyeceksin. Ben böyle
duruyorum diyeceksin ve duracaksın.” Bir de kimseye eyvallahın olmaması çok
güzel bir duygu. Şu anda mesela benim şayet şu olmazsa ben biterim diyeceğim
hiçbir şey, hiç kimse yok. Birilerine bağımlı oluyorsun öteki türlü. Onunla
kötü olursam adam beni bitirir diyorsun. Bu anlamda çok özgür ve mutlu
hissediyorum kendimi.
YHT: ”Kiralık Aşk”, “Aşka Gel”, “Aşk Olmak”… Sadece adında değil, içinde de
aşk geçen şarkılar söylüyorsunuz ağırlıklı olarak. Son şarkınız da böyle
nitekim. Nedir aşkla alıp veremediğiniz?
AYDİLGE: Ben duygularını çok yoğun yaşayan bir insan olduğum ve aşk
da en yoğun yaşanan duygu olduğu için sanırım aşkla aramız iyi. Çok büyük
aşklar yaşadım dersem o da yok ama belki de olmadığı için o şarkılar çıkıyor.
Ta ki Utku’yla tanışana kadar. O da nişanlım zaten. Onunla tanıştım ve
evleneceğim adamı buldum dedim zaten. Aslında şunu fark ediyorum ki belki çok
büyük aşklar yaşasaydım onlar zaten yaşandığı için şarkılara bu kadar kuvvetli
aktarılamayacaktı.
YHT: Peki şarkılarda anlatılan aşklar, gerçek hayatta yaşanan aşklara ne
kadar benziyor sizce?
AYDİLGE: Ben çoğu zaman yaşamadığım şeyleri de yazabiliyorum. Ben bir
garip Aydilge’yim. Kaç tane aşk yaşayacağım ki? Toplasan toplasan on şarkı
çıkar, sonra biter. Başka insanların yaşadığı aşklardan, acılardan,
sıkıntılardan da besleniyorum. Yoksa şarkı çıkmaz. Şu an Utku’yla (nişanlısı)
çok güzel bir beraberliğimiz olmasına rağmen albümde yine bazı ince ince sızlayan
şarkılar var. Bu benim yaşadığım bir şey değil şu an. Belki insanlarla empati
kurmaktan o… Ben “Allah seni kahretsin, ben ne hale getirdin,” türevi
şarkılardan yoruluyorum; öyle şarkılar yazmıyorum. Kim kimi yenmiş, kim kime
galip gelmiş? Aşk böyle bir şey değil ki, ticaret değil ki. Ben aslında olması
gereken aşkı anlatıyorum galiba, bunu şimdi konuşurken fark ettim.
YHT: ”Atarlı” şarkılar çok tutuluyor oysa.
AYDİLGE: O atarlı kültür bana
çok korkutucu ve zararlı geliyor. Çünkü biz her söylediğimizle bir enerji
yayıyoruz aslında. Çok spritüel geliyor kulağa ama aslında çok bilimsel yanları
da var bunun. Hepsi bir frekans. Bir insana bağırdığımızda, küfrettiğimizde
yaydığımız negatif frekanslar ağırlaşarak yükseliyor ve hem bize hem de
karşımızdaki insana çarpıyor. Bir şarkıda söylediğiniz atarlı sözlerle
yaydığınız negatif frekans da radyoyla, televizyonla bütün ülkeye yayılıyor. Bunun
çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. O negatif enerji doğallaşıyor, çemkirmek
doğallaşıyor ve kültürün bir parçası haline geliyor. Başta çok sevdiğin
birinden nefret eder hale gelmen çok basit, anlık bir şey, çok kolay bir şey
gibi algılanmaya başlıyor. “Canım cicim bir tanemdin, şimdi bak ne oldu, Allah
senin belanı versin,” diye devam ediyor şarkı. Bu zamanla bir değer bozukluğu,
duyarsızlaşma yaratıyor.
YHT: Bir popüler müzik ansiklopedisi yapılsa, ”Aydilge müziği” tanımının
karşısına ne yazılsın istersiniz?
AYDİLGE: Keşke bir şey yazamasak. En çok onu isterim. Ya da en
azından virgülleri olan bir şey yazılsın isterim. Bir nokta koyduğun zaman
cümle tamamlanmış oluyor çünkü. Olmazsa olmazlarım var. Şarkılarımda duygu
sömürüsü yapmam, gözyaşı ticareti yapmam. Çok çabuk ajite edilebilen duygular
vardır; cinsellik, saldırganlık, acı gibi. Bunların üzerinden ilerleyip, nasıl
oradan para kazanırım diye düşünerek çok akıllı olduğunu sanan söz yazarı ve
besteciler var. Onlardan biri olmadığımı biliyorum. Gerçekten en önem verdiğim
şey samimiyet. Ben harika, mükemmel bir insan değilim; kimse değil. Ama ben,
şarkılarım benden güzel olsun diye düşünüyorum. Benim de egom vardır,
komplekslerim, insan kusurlarım vardır ama müziğime en güzel yerim yansısın
istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder