SEZEN AKSU - "PAŞA GÖNÜL ŞARKILARI"
Olgun Serçe son yıllarda müzik kariyerini iyi yönetemiyor,
bu hepimizin malumu. 2017’de yayımlanan “Biraz Pop Biraz Sezen” bence tüm
külliyatının en iyi albümlerinden biriydi. Sanki jübile yaptı o albümle.
Sonrası zorlama. Kulağa çok sempatik ve merak uyandırıcı gelen “Demo” projesi
sahiden demo olduğu şüpheli ve dahi demo olmadığı kesin şarkılarla bir yamalı
bohçaya döndü. Uzadıkça uzadı ve giderek tatsız bir hale geldi. Sezen Aksu bu
süreçte yazdığı en baba yeni şarkılarını Okay Barış’a vermeyi tercih etti.
Kendisinin yeni albüm hazırlıkları ise bir muamma, bir söylence olarak
konuşuldu durdu.
Albümün ismi “Paşa Gönül Şarkıları”ydı. Kapakta siyah beyaz,
gereksiz büyük baş boşluğuyla kadrajı anlamsız bir Sezen Aksu fotoğrafı vardı.
Bilmeyen birisi tuhaf bir fontla yazılmış Sezen Aksu ismini asla okuyamazdı.
Peki o kırmızı kalpler de neyin nesiydi? Sezen Aksu’nun romantizmden en uzak
albümünün kapağına iki küçük kırmızı kalp konulmuştu. Aksu’yu bu tasarımın güzel olduğuna kim ikna etmişti?
O yerli yersiz “Demo” sürecini yok sayarsam (ki saymak
isterim), Sezen Aksu’nun bendeki son “görüldü”sü tam olarak “Biraz Pop Biraz
Sezen” albümünün son şarkısı “Göç”. Bu albümse o şarkıda bahsedilen göçten er
ya da geç nasibini almış kuşakların büyük şehirlerin arka sokaklarına saçılmış
suçlu çocuklarından dem vuran “Linç”le başlıyor. Şarkının adı Aksu’nun da zaman
zaman maruz kaldığı yakın dönem linç kültürüne dair bir şeyler anlatacağı hissi
yaratsa da konu bambaşka. Okey, dünya kötü bir yere gidiyor, insan en ilkel
haline dönüyor ve “Bu son olsun,” diyerek ağıtlar yakmak belki de yıllar boyu
memleketin his dünyasından, duygu durumundan sorumlu bakanlık yapmış birisine bir
görev gibi geliyor ama şu da bir gerçek: Kaybedenler günü gelip
kazanana dönüştüklerinde, önce o güne dek kaybeden olarak yaşamalarının
müsebbibi gördüklerini giyotine gönderiyorlar. Bir yandan çok insani bu kin ve
öfkeyi entelektüel bir şefkatle kutsamaya kalkmak, her dönemin kazananlarının kellesini
kurtarmaya yetmiyor. Siz “Ay ne güzel, sokağın çocuklarını sesini çıkarmaya
başladı, kendilerini nasıl da şahane ifade ediyorlar,” diye onları öpüp
okşarken, onlar daha ne oldum demeden “Biz hep sizin üstünüzde olacağız,” noktasına
geliveriyorlar (BKNZ: Ebo denilen kişinin Instagram paylaşımı). Bunun bir gençlik hezeyanı,
kısa süreli iktidar sarhoşluğu olmadığını son 20-25 yıldır yaşadıklarımızdan
biliyoruz. Kime, neye, ne kadar prim vereceğini iyi hesap etmeli insan.
Yani “Göç” gibi, her babayiğidin harcı olmayan kocaman bir
senfoninin ardından “Linç” gibi son yıllarda her hafta üstümüze boca edilen
yüzlerce şarkının ortak paydası “sound”da bir şarkı tasarlamak, şarkıda ne
anlattığından bağımsız olarak, ülke müziğinin yıllardır içinde debelendiği
pespayeliğe saygı selamı çakmaktan öteye gitmezken, 50 yıllık Sezen Aksu müziğini zannedildiği gibi güncellemiyor. Aksine, bunca zaman pamuklara sardığımız, başımızın üstünde taşıdığımız birisi binmiş ahalinin arabasına da oradan bize nanik yapıyormuş hissi uyandırıyor. Bu kadar yıl sonra çıkmış yeni bir albümün en
başına konulmasaydı bu şarkı, bir renk, bir çeşni der geçerdim ama daha açılışta duyunca,
o kadar iyi niyetli olamıyorum.
Biz Cesur Serçe’den yıllarca çok doğru, çok açık sözlü, bir
o kadar sert şarkılar duyduk. “1945” gibi, “Ünzile” gibi, “Oku-dum-da” gibi…
Her biri sözünü sakınmamanın ötesinde dönemin pop müzik anlayışını umursamayan,
burnunun dikine giden, bildiğini okuyan şarkılardı. Bunlar ise bugünün müzik
anlayışına el pençe divan duruyor, olanca yaranma kaygısıyla yerlere kadar eğiliyor,
el etek öpüyor.
Albümün üçüncü şarkısı “Gemiler” aynı zamanda Sezen Aksu’nun
(ya da Yalı kalabalığının) nezdinde albümün en sevileceğine inanılan şarkısı
olmalı ki üç farklı versiyonla birden konulmuş. Şarkıdaki bütün espri kırk kere
tekrar edilen bir nakarattan ibaret oysa: “Karalar bağladım o da geçti,
ağlamadım yağdım bu da geçti.” Aksu, Yalı’nın penceresinden (ya da kendi çerçevesinden)
geçen gemilerden ancak bu kadar ilham almış olsa gerek. Kısadan değil,
“kıssa”dan hisse alınıyor ne çare. (Yıllar yılı “Git”ten “Gülümse”ye,
“Deliveren”den “Biraz Pop Biraz Sezen”e savrulurken aldığımız hisse pek çoktur
ya, oradan biliyorum.) İlla dinleyeceksem, bu üç versiyondan Okay Barış &
Murat Bulut düzenlemesini şüphesiz tercih ederim zira diğerleri yine Sezen
Aksu’nun sözümona farkında olmadığı ama o iki versiyona imza atan Ozan
Bayraşa’nın da Ersay Üner’in de çok ama pek çok farkında olduğu “değişen kodlara”
uygun düzenlenmiş.
Bu arada Ersay Üner’i de Ozan Bayraşa’yı hem insan olarak
hem müzisyen olarak çok ama pek çok beğenir ve severim, o ayrı. Yakın dönem
popüler müziğinin en iyi müzisyenleri arasındalar bence. Bu düzenlemeler bir
Sezen Aksu albümünde olmasaydı şayet (ne bileyim, Simge söyleseydi bu şarkıyı mesela),
başım gözüm üstüneydi, onu da belirteyim.
Tıpkı yıllar evvel kendi albümüne koyacağı halde gözünü
kırpmadan Rengin’e verdiği “Le Le Le” gibi “Nanik” de benzer bir şekilde, bu
albümde yer alacağı belliyken Aksu tarafından önce Gülben Ergen’e verildi,
malum. Ya da Gülben Ergen tarafından alındı mı demeliyim? Ergen’le radyo
programım için röportaj yaptığımda “Şarkı almak için Serçe Hanım’ın kapısında
yattığınız doğru mu?” diye sormuştum da gayet vakur “Ben şarkı için kimsenin
kapısında yatmam. Şarkı aldıklarım zaten dostlarımdır,” minvalinde bir cevap
vermişti. Bu durumda şöyle olmuş olabilir: Sezen bir gün Nohut Oda Bakla Sofa Yalı’da
Gülben’e yeni albüm şarkılarını dinletiyordur. “Nanik”i de dinlerler ve
birdenbire Eli Açık Serçe “Aaa bu şarkıyı önce sen okusana!” der. Gülben de
dostunu kıramaz ve okur.
Gelin görün ki Gülben Ergen okuduğunda kulağa gayet tapon
gelen “Nanik”, bu albümde ummadığım bir şekilde sevdirdi kendini bana. Belki
“Şinanay” çağrışımı, belki o yeri geldiğinde çok daha keskin ve kıvrak olabilen Sezen
Aksu mizahının kırıntılarıdır buna sebep. Tabii şarkının künyesinde ismini
gördüğümüz Arto Tunçboyacıyan sadece perküsyon çalmakla yetinmeyip şarkının
düzenlemesini de el atsaymış, bu vesileyle işin içine en azından nefesliler
filan girseymiş ne şahane olurmuş kim bilir diye düşünmekten de kendimi alamadım.
Kendine has dili ve şarkı iklimiyle pop müziğin farklı
isimlerinden biri olabilmeyi başarmış Soner Sarıkabadayı, yıllar önce Sertab’a
verdiği “Koparılan Çiçekler”, “Bu Böyle” ve “Açık Adres” ayarında bir şarkıyı
(ki üçü de ayrı ayrı hit olmuştu) bu defa Sezen Aksu’ya vermiş. “Dümenci”
şahane bir şarkı ama bahsettiğim diğer üç şarkı gibi hit olur mu, ona emin
değilim. Dünyanın kodları değişti ya, malum. Belki de Soner Sarıbadayı yerine
bir Semicenk şarkısı bu albümde daha yakışık alırdı. Bence Sezen ve Yalı şürekâsı
bunu bir düşünmeliydi.
Bir Semicenk şarkısı yok ama bir Ferdi Tayfur şarkısı var
albümde. “Bana Sor”, enteresan bir biçimde Ferdi Tayfur’un ölümünden önce
kaydedilmiş ve ilk kez bir dizide dinleyici karşısına çıkmıştı. Derken Tayfur
öldü ve badem gözlü oldu, bu “cover” da başka bir anlam kazandı. Dizi pek uzun
ömürlü olmadı gerçi ama “Bana Sor” epeyce uzun ömürlü Ferdi Tayfur hitlerinden
biriydi zaten. Daha önce pek çok kişi söylemişti. Mutsuz Serçe neden tekrar
söylemek istedi? Belki bu şarkının onun için özel bir anlamı vardır, bilemem
ama bu şarkıyı söylemiş olması hiç kalp çarpıntısı yaratmadı bende. Bir “Ben
Sevdalı Sen Belâlı” efekti olmadı yani. Dinlerken taşikardi geçirene mâni
olmam, o ayrı.
“Yandı İçim” bundan dört sene kadar önce tekli olarak
yayımlanmış ve “Demo 2” albümüne de girmiş bir şarkıydı. O versiyon Murat Acar
tarafından düzenlenmişti, bu versiyonu ise Ayda Tunçboyacıyan düzenlemiş. Sezen
Aksu, “Demo” projesinin “quelle” alaka şarkılarından biri olarak yerini
bulamamış bu şarkının şansını bir kez daha denemek istemiş olsa gerek. “Yandı
İçim”den çok sonra çıkan “Kıra Döke” bu albümde yok mesela. Keza geçen yıl ilk
kez “sahibinin sesinden” yayımlanan “Üşüdüm” de yok. “Yandı İçim”in bu
versiyonu çok farklı, çok ters köşe mi? Değil belki ama albümün bütünü içinde çok
sık teneffüs edemediğimiz Yanık Serçe kokusunu almamızı sağlıyor mu, sağlıyor.
Bu şiir ‘90’larda Sezen Aksu tarafından bestelenmiş, Onno
Tunç tarafından düzenlenmiş ve Levent Yüksel’in 1996 yılında yayımlanan ikinci
albümünde “Abanoz’daki Emine” adıyla yer almıştı. Yüksel’in ilk albümünde de
Aksu’nun Orhan Veli’den bestelediği “Dedikodu” vardı. O daha muzip, daha
hafifmeşrepti. “Abanoz’daki Emine”yse düpedüz acı bal. Haliyle “Dedikodu” kadar
bilinen, sevilen bir şarkı olmadı. İşte Sezen Aksu bu şarkıyı almış, Levent Yüksel’in
albümündeki Onno Tunç düzenlemesine birebir sadık kalındığından kelli de
künyeye “Düzenleme: Onno Tunç” yazdırarak yeniden seslendirmiş. 30 yıl önce daha
mı az hassastık, daha mı az duyarlı? “Duyar kasmak” diye bir tabir yoktu
lügatimizde. Bugünlerde suyunu çıkardığımız “woke” kültürü nedir, hiç bilmez
idik. Belki de ondandı bu şarkıya (tıpkı “Namus” şarkısına olduğu gibi) dikkat
kesilmememiz. Şimdi kesilir miyiz? Sanmam. Öyle ya da böyle hepimizin eline düştüğü bir Afro var artık. Normalimiz bu. Hepimiz Emine olmuşuz ama bilerek ve isteyerek, ama farkında olmadan. E olsun, bir Sezen Aksu
albümünde Onno Tunç imzasını görmüşüz ya yeniden, ne gam!
Bir de hemen peşi sıra “Sen Ağla” patlatırız, al sana bir
Onno göndermesi daha. Şaka değil, her şeyin başlangıcı değil miydi “Sen
Ağlama”? Manşet hazır: “40 yıl önce ‘Sen Ağlama’ diyen Yufka Yürekli Serçe,
artık ‘Sen Ağla’ diyor.” Gerçi bu şarkıyı daha önce Sıla’ya vermişti ve o da
2022 yılında yayımlanan “Şarkıcı” adlı albümünde söylemişti ama o sayılmazdı. Gelin
görün ki burada “Sen ağla” denilen kişi vakti zamanında “Sen ağlama” denilen
kişiyle aynı değil. Yani sinekten yağ çıkarılacak bir durum yok aslında. Artık
“sound”undan mı neyinden bilmem, bende “Öptüm” albümünden çıkıp gelmiş hissi
uyandırdı “Sen Ağla”. Arada derede, aman aman yürek hoplatmayan, yeniden
söylenmese de olurmuş dedirten bir şarkı bence.
“Bir bahçeydik biz, sazlı sözlü, yediveren,” diyor şarkıda
Sezen Aksu. Hah işte biz de o bahçenin şahitleriydik uzun yıllar boyunca. İçeri
giremez, çitlerin arkasından seyrederdik. Kâh ağlar, kâh güler, habire alkış
tutar, en çok da ceplerimizi doldururduk. O bahçede en ustalar vardı. En iyiler,
en eli kalem, dili kelam tutanlar, en güngörmüşler, demini almışlar. O yüzdendi
zaten sokaktan her geçen hokkabazın, madrabazın, koltukçunun, piyazcının kapıdan
bacadan sızamaması. Penceresinden gemiler geçen Yalı’ya toyu, çiği, muhterisi habire
yağ taşıyor şimdi. Bahçe çoktan kurumuş. (BKNZ: Sezen Aksu- “Benim Karanlık
Yanım”: “Kaç bahçe kuruttum bilmem. Yüzleşmedim yıllarca.")
“Bahçe” o iki cümlesiyle başka çağrışımlar yapsa da bende,
aslında kulağa aşina gelen türden bir Âşık Serçe şarkısı. Ve evet, hâlâ en çok
böylesi şarkılar hatırlatıyor o eski, büyülü bahçeyi.
Geldik “Şuh Nefes”e. Şarkının “Khaleena Neshofak” adını
taşıyan orijinali Amr Diab tarafından 2004 yılında seslendirilmişti. Sezen
Aksu’nun yazdığı Türkçe sözlerle “Şuh Nefes”e dönüşen şarkı ilk kez 2006
yılında Cenk Eren’in “Kiraz Mevsimi” adlı albümünde dinleyici karşısına çıktı. Vakti
zamanında o günlerdeki eşi Ahmet Utlu’nun peşinden Katmandulara, sonra
Mısırlara kadar giden Gezgin Serçe, bu bahaneyle gönlünü Orta Doğu müziğine fena
kaptırmış ve o dönem bazı Arap şarkılarına Türkçe söz yazmıştı ki bunların en kıyamet
koparanı “Bi’ Daha” olmuş idi, bilenler bilir. “Şuh Nefes”se “Bi’ Daha”dan on
yıl sonra çıkmış ve onun kadar büyük bir hit olmamıştı. Şarkının Sezen Aksu versiyonu
bu albüme son dakikada (en azından Milliyet Sanat haberinden sonra) girdi. Hem
de Mustafa Ceceli ve Murat Acar tarafından yapılmış iki ayrı düzenlemeyle. İyi
ki de girmiş zira buram buram Sezen kokusu geliyor bu şarkıdan. Bir yüksek
sanat eseri değil belki ama hoş, kıvrak, akılda kalıcı bir oryantal pop
şarkısı.
Tamamen uyduruyor da olabilirim ama kulaklarım beni
yanıltmıyorsa “Şuh Nefes”in her iki düzenlemesinde de Sezen Aksu’nun sesi bugüne
ait değil. Sanki 2005-2006 yıllarında yapılmış demo kaydındaki Sezen sesi bu.
Ya da belki de şarkının havasından dolayı Sezen daha enerjik söylemiştir de
bana öyle gelmiştir. Zira son yıllarda yine fan hesaplarından, Yalı’ya vizeli
vizesiz gelen gidenin çektiği videolardan gördüğümüz üzere Yorgun Serçe şarkı kayıtlarında
hep bir koltukta oturur (hatta bazen uzun oturur) halde. Zaten bu albümde “Şuh
Nefes” dışındaki bütün şarkılarda da Sezen’in oturarak şarkı söylediğini çok
net hissediyorsunuz. Bütünde dinleyene sirayet eden enerji düşüklüğünün
sebebini buna bağlayabilir miyiz? Yoksa daha romantik bir sebep mi bulmalıyım? “Son
yıllarda dünyada ve ülkede yaşananların bünyesinde yarattığı ağır hüznü ve
insanlığın gidişatına duyduğu derin endişeyi Sorumlu Serçe’nin sesindeki
kırılganlıkta hissetmek mümkün.” Nasıl? Oldu mu?.. Gerçi Yalı’da şenlik şamata
gırla, kakara kikirinin bini bir para diyorlar ama ben el âlemin yalancısıyım.
Eh, el âlemin ağzı da torba değil ki ha deyince büzesin.
Tabii ki (Tanrı korusun) Kraliçe Serçe’nin elinden,
dilinden, sesinden nice şarkılar dolusu kahve içmişliğimiz var. 40 yılı çoktan
aştı, 50 yıla ulaştı hatırı. Belki sözünün üstüne söz söylemek de abesle
iştigal bu saatten sonra. Hani nasıl diyordu Şener Şen, “Kibar Feyzo” filminde:
“Ağanın…”
Ama işte dilin kemiği yok. Kalbin de. Başında da dedim ya,
bu albüm beni hiç heyecanlandırmadı. Belki heyecan duyularak yapıldığına dair
en ufak bir hisse kapılsaydım dinlerken, aynı şeyi söyleyemezdim. Belki o zaman
ben de albüm çıktığından bu yana kırkı da aynı havadan kırk türkü söyleyen tek
sesli koroya katılır, ayılır bayılır, bulduğum ilk gezi teknesine atlar, aşı
boyalı Yalı’nın önünde nazlı nazlı seyrederken, fonda son ses “paşa gönül”
şarkılarıyla bayrakları açar, hazır ola geçer, cephe selamına dururdum. Yapardım,
bilirsiniz.
Herkesin Sezen’i kendine tabii ama ne çare bendeki Sezen bu
değil. Haklı olmak uğruna manaları unutanlar, belki de hatırlamaktan yorgundurlar.
Kim bilebilir kimin hâlini? Ve dahi iç hisseder hakikat sırrını. Sürçülisan ettiğimden
şüphe duysaydım, bu yazıyı “affola” diyerek bitirmek isterdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder