"Binmiş Ahalinin Arabasına"

SEZEN AKSU - "PAŞA GÖNÜL ŞARKILARI" 


En son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim: Ta “Serçe” albümünden bu yana, yuvarlak hesapla 50 yıldır ilk kez yeni bir Sezen Aksu albümü beni heyecanlandırmadı, bittiğinde başa alıp yeniden dinleme isteği uyandırmadı. Sahi, niye öyle oldu?

Olgun Serçe son yıllarda müzik kariyerini iyi yönetemiyor, bu hepimizin malumu. 2017’de yayımlanan “Biraz Pop Biraz Sezen” bence tüm külliyatının en iyi albümlerinden biriydi. Sanki jübile yaptı o albümle. Sonrası zorlama. Kulağa çok sempatik ve merak uyandırıcı gelen “Demo” projesi sahiden demo olduğu şüpheli ve dahi demo olmadığı kesin şarkılarla bir yamalı bohçaya döndü. Uzadıkça uzadı ve giderek tatsız bir hale geldi. Sezen Aksu bu süreçte yazdığı en baba yeni şarkılarını Okay Barış’a vermeyi tercih etti. Kendisinin yeni albüm hazırlıkları ise bir muamma, bir söylence olarak konuşuldu durdu.

Son dönem şarkılardan anlaşıldığı üzere artık sözleri ve melodileri tasarruflu, kısa kısa şarkılar yazıyordu. Belli ki zamanın ruhuna ve gerekliliklerine uymak zorunda hissetmişti kendini. Buna karşın resmi sosyal medya hesapları açmayacak kadar da zamanın ruhundan uzak yaşıyor, ona dair haberlerin birtakım fan hesaplarınca, kimi doğru kimi yanlış bilgi kırıntılarıyla, kimi zaman da sadece dedikodu dozunda verilmesinde bir mahsur görmüyordu. Nitekim yeni albüm haberlerini de fan hesaplarından aldık. Yok albüm şu tarihte çıkacak, yok içinde bilmem kaç şarkı olacak… Oysa bildiğim kadarıyla Gizemli Serçe'nin bir basın danışmanı da vardı ama belli ki Yalı’dan bilgi sızdırmanın resmî açıklama yapmaktan daha ciddiyetsiz olsa bile, daha sansasyonel olacağı düşünülüyordu.


Sonra Milliyet Sanat dergisinin Haziran 2025 sayısına kapak oldu Öldürene Kadar Susan Serçe. Albümle ilgili resmi bilgilere ilk kez böyle ulaştık ya da ulaştığımızı sandık. Çünkü albüm çıktığında görecektik ki dergiye verilen şarkı listesinden sonra albüme başka şarkılar da girmiş, bazı şarkılarınsa adı değişmişti. Basında 50 yılını devirmiş, saygın bir dergiye bile gol atmakta sakınca görülmemişti. Bu ciddiyetsizlik niyeydi?

Albümün ismi “Paşa Gönül Şarkıları”ydı. Kapakta siyah beyaz, gereksiz büyük baş boşluğuyla kadrajı anlamsız bir Sezen Aksu fotoğrafı vardı. Bilmeyen birisi tuhaf bir fontla yazılmış Sezen Aksu ismini asla okuyamazdı. Peki o kırmızı kalpler de neyin nesiydi? Sezen Aksu’nun romantizmden en uzak albümünün kapağına iki küçük kırmızı kalp konulmuştu. Aksu’yu bu tasarımın güzel olduğuna kim ikna etmişti?


“Paşa Gönül Şarkıları” mıydı peki gerçekten? “Paşa gönlüm bu şarkıları yazmak ve söylemek istedi” miydi albüme bu ismin konulmasının sebebi? Hani “paşa gönlüm istedi” tabiri aslında bir başkaldırı da içerir ya… Kimseyi dinlememiş, kendi bildiğini yapmışsındır ve o gururla kullanırsın. Ne var ki albümdeki şarkılar kimseyi takmamış değil, aksine etrafındakileri gereğinden fazla dinlemiş bir Sezen Aksu “vibe”ı veriyordu. Mesela birileri şöyle demiş olmalıydı: “Sezuş biraz arenbi marenbi, hipap mipap bi’ şeyler yapalım, şimdi onlar moda. Karanlık bir saaaaund olsun aaaabi.”

O yerli yersiz “Demo” sürecini yok sayarsam (ki saymak isterim), Sezen Aksu’nun bendeki son “görüldü”sü tam olarak “Biraz Pop Biraz Sezen” albümünün son şarkısı “Göç”. Bu albümse o şarkıda bahsedilen göçten er ya da geç nasibini almış kuşakların büyük şehirlerin arka sokaklarına saçılmış suçlu çocuklarından dem vuran “Linç”le başlıyor. Şarkının adı Aksu’nun da zaman zaman maruz kaldığı yakın dönem linç kültürüne dair bir şeyler anlatacağı hissi yaratsa da konu bambaşka. Okey, dünya kötü bir yere gidiyor, insan en ilkel haline dönüyor ve “Bu son olsun,” diyerek ağıtlar yakmak belki de yıllar boyu memleketin his dünyasından, duygu durumundan sorumlu bakanlık yapmış birisine bir görev gibi geliyor ama şu da bir gerçek: Kaybedenler günü gelip kazanana dönüştüklerinde, önce o güne dek kaybeden olarak yaşamalarının müsebbibi gördüklerini giyotine gönderiyorlar. Bir yandan çok insani bu kin ve öfkeyi entelektüel bir şefkatle kutsamaya kalkmak, her dönemin kazananlarının kellesini kurtarmaya yetmiyor. Siz “Ay ne güzel, sokağın çocuklarını sesini çıkarmaya başladı, kendilerini nasıl da şahane ifade ediyorlar,” diye onları öpüp okşarken, onlar daha ne oldum demeden “Biz hep sizin üstünüzde olacağız,” noktasına geliveriyorlar (BKNZ: Ebo denilen kişinin Instagram paylaşımı). Bunun bir gençlik hezeyanı, kısa süreli iktidar sarhoşluğu olmadığını son 20-25 yıldır yaşadıklarımızdan biliyoruz. Kime, neye, ne kadar prim vereceğini iyi hesap etmeli insan.  

Yani “Göç” gibi, her babayiğidin harcı olmayan kocaman bir senfoninin ardından “Linç” gibi son yıllarda her hafta üstümüze boca edilen yüzlerce şarkının ortak paydası “sound”da bir şarkı tasarlamak, şarkıda ne anlattığından bağımsız olarak, ülke müziğinin yıllardır içinde debelendiği pespayeliğe saygı selamı çakmaktan öteye gitmezken, 50 yıllık Sezen Aksu müziğini zannedildiği gibi güncellemiyor. Aksine, bunca zaman pamuklara sardığımız, başımızın üstünde taşıdığımız birisi binmiş ahalinin arabasına da oradan bize nanik yapıyormuş hissi uyandırıyor. Bu kadar yıl sonra çıkmış yeni bir albümün en başına konulmasaydı bu şarkı, bir renk, bir çeşni der geçerdim ama daha açılışta duyunca, o kadar iyi niyetli olamıyorum.


Keza “Linç”in ardından gelen “Doğrucu” da bunun paşa gönlüne göre bir tercih olmadığını gösteriyor. “Doğrucu” boyunca teknolojinin de yardımıyla sesine “R&B” salınımı veren, “kaaapılaaaarı, buraaaalaaaarı” diye şarkı söyleyen Sezen Aksu’nun “Meğer değişmiş dünyanın kodları” deyişine inanmak gelmiyor içimden. Değişimin bu kadar farkında ve bu kadar ayak uydurma çabasındayken “Aaaa değişmiş,” demek çok yapay geliyor kulağa. Eğer Sezen Aksu'nun etrafında sahiden bir doğrucu olsaydı, ondan bu şarkıyı (en azından bu formda) dinlemezdik bence.

Biz Cesur Serçe’den yıllarca çok doğru, çok açık sözlü, bir o kadar sert şarkılar duyduk. “1945” gibi, “Ünzile” gibi, “Oku-dum-da” gibi… Her biri sözünü sakınmamanın ötesinde dönemin pop müzik anlayışını umursamayan, burnunun dikine giden, bildiğini okuyan şarkılardı. Bunlar ise bugünün müzik anlayışına el pençe divan duruyor, olanca yaranma kaygısıyla yerlere kadar eğiliyor, el etek öpüyor.

Albümün üçüncü şarkısı “Gemiler” aynı zamanda Sezen Aksu’nun (ya da Yalı kalabalığının) nezdinde albümün en sevileceğine inanılan şarkısı olmalı ki üç farklı versiyonla birden konulmuş. Şarkıdaki bütün espri kırk kere tekrar edilen bir nakarattan ibaret oysa: “Karalar bağladım o da geçti, ağlamadım yağdım bu da geçti.” Aksu, Yalı’nın penceresinden (ya da kendi çerçevesinden) geçen gemilerden ancak bu kadar ilham almış olsa gerek. Kısadan değil, “kıssa”dan hisse alınıyor ne çare. (Yıllar yılı “Git”ten “Gülümse”ye, “Deliveren”den “Biraz Pop Biraz Sezen”e savrulurken aldığımız hisse pek çoktur ya, oradan biliyorum.) İlla dinleyeceksem, bu üç versiyondan Okay Barış & Murat Bulut düzenlemesini şüphesiz tercih ederim zira diğerleri yine Sezen Aksu’nun sözümona farkında olmadığı ama o iki versiyona imza atan Ozan Bayraşa’nın da Ersay Üner’in de çok ama pek çok farkında olduğu “değişen kodlara” uygun düzenlenmiş.  

Bu arada Ersay Üner’i de Ozan Bayraşa’yı hem insan olarak hem müzisyen olarak çok ama pek çok beğenir ve severim, o ayrı. Yakın dönem popüler müziğinin en iyi müzisyenleri arasındalar bence. Bu düzenlemeler bir Sezen Aksu albümünde olmasaydı şayet (ne bileyim, Simge söyleseydi bu şarkıyı mesela), başım gözüm üstüneydi, onu da belirteyim.


Sezen Aksu’nun toplumsal eleştirileri ve sosyal sorumluluğu “Linç”le ve “Doğrucu”yla bitti sanmayınız. Sırada daha “Yaygara” ve “Nanik” var. “Yaygara”, ismiyle şenlik vaat eden, melodik ve ritmik yapısı ılıman, bir parça da “Kutlama” esintili bir şarkı gibi gelse de kulağa, sözler yine zehir zemberek. İyinin bile gözü göz değil, evet doğru. Zaten aslında kim sahiden iyi, kim iyiyi oynuyor, kimin iyiye boyanmış kalbinin içinde kurtçuklar kaynaşıyor, bunlar hep insanlık kadar eski sorular. “Kişi kendinden bilir işi”, demiş atalar. “Yorgunum hatırlamaktan, hangi bi’ günahıma yanayım?” demiş Özü Sözü Bir Serçe. Olur a bazen en çok kendinize aittir büyük harflerle başkalarına mal ettiğiniz. Aksu kibarlık edip “şeyi şeyine” demiş olsa bile, bilinir ki s.ki ta.ağına denktir kötünün, hiç değişmez. Godot’u zaten evvel ahir gören olmamıştır. Kendini yedinci kattan atmak değil belki ama arsız arsız yan gelip yatmak gayet akılcıdır. Sahi, Yalı kaç katlıydı?

Tıpkı yıllar evvel kendi albümüne koyacağı halde gözünü kırpmadan Rengin’e verdiği “Le Le Le” gibi “Nanik” de benzer bir şekilde, bu albümde yer alacağı belliyken Aksu tarafından önce Gülben Ergen’e verildi, malum. Ya da Gülben Ergen tarafından alındı mı demeliyim? Ergen’le radyo programım için röportaj yaptığımda “Şarkı almak için Serçe Hanım’ın kapısında yattığınız doğru mu?” diye sormuştum da gayet vakur “Ben şarkı için kimsenin kapısında yatmam. Şarkı aldıklarım zaten dostlarımdır,” minvalinde bir cevap vermişti. Bu durumda şöyle olmuş olabilir: Sezen bir gün Nohut Oda Bakla Sofa Yalı’da Gülben’e yeni albüm şarkılarını dinletiyordur. “Nanik”i de dinlerler ve birdenbire Eli Açık Serçe “Aaa bu şarkıyı önce sen okusana!” der. Gülben de dostunu kıramaz ve okur.

Gelin görün ki Gülben Ergen okuduğunda kulağa gayet tapon gelen “Nanik”, bu albümde ummadığım bir şekilde sevdirdi kendini bana. Belki “Şinanay” çağrışımı, belki o yeri geldiğinde çok daha keskin ve kıvrak olabilen Sezen Aksu mizahının kırıntılarıdır buna sebep. Tabii şarkının künyesinde ismini gördüğümüz Arto Tunçboyacıyan sadece perküsyon çalmakla yetinmeyip şarkının düzenlemesini de el atsaymış, bu vesileyle işin içine en azından nefesliler filan girseymiş ne şahane olurmuş kim bilir diye düşünmekten de kendimi alamadım.


Bir Sezen Aksu albümü dinlemekte olduğumuzu nihayet hatırlayacağımız şarkı ise ancak altıncı sırada karşımıza çıkıyor. “Ey Aşk”ın bu yazının yazıldığı günlerde halihazırda albümün çok açık ara en çok dinlenen şarkısı olması tesadüf değil. İki kere iki dört. Kuşkusuz ki şimdilerde Sezen Aksu’nun hayatında aşkın anlamı ve önemi 30’lu yaşlarında olduğu gibi değildir. Bu çok doğal, çok normal. O gitmelerin, gelmelerin, geri dönmelerin ve hatta aşk için ölmelerin durulduğu, dinlendiği ve demlendiği yerde çıkagelmedi mi zaten “Onursuz Olabilir Aşk”lar, “Kimse ölmüyor aşktan maşktan”lar ve benzeri olgunluk, ermişlik cümleleri? Böylesini de aldık, kabul ettik. Neyin tanımı değişmiyor ki insan yaşarken, görürken ve şahit yazılırken hayata? “Ey Aşk” tam da Sezen Aksu’dan duymak isteyeceğimiz bir şarkı. Sözleriyle, melodisiyle, samimiyetiyle.      

Kendine has dili ve şarkı iklimiyle pop müziğin farklı isimlerinden biri olabilmeyi başarmış Soner Sarıkabadayı, yıllar önce Sertab’a verdiği “Koparılan Çiçekler”, “Bu Böyle” ve “Açık Adres” ayarında bir şarkıyı (ki üçü de ayrı ayrı hit olmuştu) bu defa Sezen Aksu’ya vermiş. “Dümenci” şahane bir şarkı ama bahsettiğim diğer üç şarkı gibi hit olur mu, ona emin değilim. Dünyanın kodları değişti ya, malum. Belki de Soner Sarıbadayı yerine bir Semicenk şarkısı bu albümde daha yakışık alırdı. Bence Sezen ve Yalı şürekâsı bunu bir düşünmeliydi.

Bir Semicenk şarkısı yok ama bir Ferdi Tayfur şarkısı var albümde. “Bana Sor”, enteresan bir biçimde Ferdi Tayfur’un ölümünden önce kaydedilmiş ve ilk kez bir dizide dinleyici karşısına çıkmıştı. Derken Tayfur öldü ve badem gözlü oldu, bu “cover” da başka bir anlam kazandı. Dizi pek uzun ömürlü olmadı gerçi ama “Bana Sor” epeyce uzun ömürlü Ferdi Tayfur hitlerinden biriydi zaten. Daha önce pek çok kişi söylemişti. Mutsuz Serçe neden tekrar söylemek istedi? Belki bu şarkının onun için özel bir anlamı vardır, bilemem ama bu şarkıyı söylemiş olması hiç kalp çarpıntısı yaratmadı bende. Bir “Ben Sevdalı Sen Belâlı” efekti olmadı yani. Dinlerken taşikardi geçirene mâni olmam, o ayrı.

“Yandı İçim” bundan dört sene kadar önce tekli olarak yayımlanmış ve “Demo 2” albümüne de girmiş bir şarkıydı. O versiyon Murat Acar tarafından düzenlenmişti, bu versiyonu ise Ayda Tunçboyacıyan düzenlemiş. Sezen Aksu, “Demo” projesinin “quelle” alaka şarkılarından biri olarak yerini bulamamış bu şarkının şansını bir kez daha denemek istemiş olsa gerek. “Yandı İçim”den çok sonra çıkan “Kıra Döke” bu albümde yok mesela. Keza geçen yıl ilk kez “sahibinin sesinden” yayımlanan “Üşüdüm” de yok. “Yandı İçim”in bu versiyonu çok farklı, çok ters köşe mi? Değil belki ama albümün bütünü içinde çok sık teneffüs edemediğimiz Yanık Serçe kokusunu almamızı sağlıyor mu, sağlıyor.


Bilmeyenler, daha doğrusu Google’lamayanlar için (bilmemek ayıp değil, Google’lamamak ayıp zira) söyleyeyim: Necati Cumali’nin “Emine” şiirinde bahsi geçen Abanoz, ta Osmanlı zamanından beri genelevleriyle ünlü Beyoğlu Abanoz Sokak. Şimdilerde o evler kalmadı, sokağın adı da değişti ama bir vakitler Abanoz kelimesinin akla getirdiği ilk çağrışım oydu. Genelevleri genellikle yaşı geçkin kadınlar işletir, onlara da “mama” denirdi. Şiirde adı geçen Afro da öylesi bir mama olmalı ki Emine daha on yedi yaşında onun eline (fuhuş batağına) düşmüş. Neden düşmüş, nasıl düşmüş, onu anlatmıyor şair ama şunu söylüyor: “O içimizden birinin kızı, birinin kardeşi.” O vakitler (ve dahi bu vakitler) ha cüzzamlı, vebalı olmuşsun, ha “kötü kadın”. Öyle bir peşin hüküm, öyle bir öteleme, lanetleme. Ama işte şair tek cümleyle yüzleştirmiş toplumu kendi gerçeğiyle: “O içimizden birinin kızı, birinin kardeşi.”

Bu şiir ‘90’larda Sezen Aksu tarafından bestelenmiş, Onno Tunç tarafından düzenlenmiş ve Levent Yüksel’in 1996 yılında yayımlanan ikinci albümünde “Abanoz’daki Emine” adıyla yer almıştı. Yüksel’in ilk albümünde de Aksu’nun Orhan Veli’den bestelediği “Dedikodu” vardı. O daha muzip, daha hafifmeşrepti. “Abanoz’daki Emine”yse düpedüz acı bal. Haliyle “Dedikodu” kadar bilinen, sevilen bir şarkı olmadı. İşte Sezen Aksu bu şarkıyı almış, Levent Yüksel’in albümündeki Onno Tunç düzenlemesine birebir sadık kalındığından kelli de künyeye “Düzenleme: Onno Tunç” yazdırarak yeniden seslendirmiş. 30 yıl önce daha mı az hassastık, daha mı az duyarlı? “Duyar kasmak” diye bir tabir yoktu lügatimizde. Bugünlerde suyunu çıkardığımız “woke” kültürü nedir, hiç bilmez idik. Belki de ondandı bu şarkıya (tıpkı “Namus” şarkısına olduğu gibi) dikkat kesilmememiz. Şimdi kesilir miyiz? Sanmam. Öyle ya da böyle hepimizin eline düştüğü bir Afro var artık. Normalimiz bu. Hepimiz Emine olmuşuz ama bilerek ve isteyerek, ama farkında olmadan. E olsun, bir Sezen Aksu albümünde Onno Tunç imzasını görmüşüz ya yeniden, ne gam!

Bir de hemen peşi sıra “Sen Ağla” patlatırız, al sana bir Onno göndermesi daha. Şaka değil, her şeyin başlangıcı değil miydi “Sen Ağlama”? Manşet hazır: “40 yıl önce ‘Sen Ağlama’ diyen Yufka Yürekli Serçe, artık ‘Sen Ağla’ diyor.” Gerçi bu şarkıyı daha önce Sıla’ya vermişti ve o da 2022 yılında yayımlanan “Şarkıcı” adlı albümünde söylemişti ama o sayılmazdı. Gelin görün ki burada “Sen ağla” denilen kişi vakti zamanında “Sen ağlama” denilen kişiyle aynı değil. Yani sinekten yağ çıkarılacak bir durum yok aslında. Artık “sound”undan mı neyinden bilmem, bende “Öptüm” albümünden çıkıp gelmiş hissi uyandırdı “Sen Ağla”. Arada derede, aman aman yürek hoplatmayan, yeniden söylenmese de olurmuş dedirten bir şarkı bence.


Albümün on ikinci şarkısında “Gemiler” bir kez daha geçiyor Yalı’nın penceresinden (ya da Sezen’in çerçevesinden.) Bu defa Ersay Üner marifetiyle. Ardından da “Bahçe”ye çıkıveriyoruz. Bu şarkının da şöyle bir tuhaf hikâyesi var: Cömert Serçe aslında şarkıyı Ceylan Ertem’e veriyor ve hatta onun albümüne de giriyor şarkı ama yayımlanmıyor. Sonra gün oluyor devran dönüyor ve Ertem “Bahçe”nin Sezen’in sesinden daha etkili olacağını söyleyip şarkıyı sahibine geri veriyor. Böylece “Bahçe”, Sezen Aksu’nun “paşa gönlü” nasıl istemişse öyle kotardığı albümünde yerini alıveriyor.

“Bir bahçeydik biz, sazlı sözlü, yediveren,” diyor şarkıda Sezen Aksu. Hah işte biz de o bahçenin şahitleriydik uzun yıllar boyunca. İçeri giremez, çitlerin arkasından seyrederdik. Kâh ağlar, kâh güler, habire alkış tutar, en çok da ceplerimizi doldururduk. O bahçede en ustalar vardı. En iyiler, en eli kalem, dili kelam tutanlar, en güngörmüşler, demini almışlar. O yüzdendi zaten sokaktan her geçen hokkabazın, madrabazın, koltukçunun, piyazcının kapıdan bacadan sızamaması. Penceresinden gemiler geçen Yalı’ya toyu, çiği, muhterisi habire yağ taşıyor şimdi. Bahçe çoktan kurumuş. (BKNZ: Sezen Aksu- “Benim Karanlık Yanım”: “Kaç bahçe kuruttum bilmem. Yüzleşmedim yıllarca.")

“Bahçe” o iki cümlesiyle başka çağrışımlar yapsa da bende, aslında kulağa aşina gelen türden bir Âşık Serçe şarkısı. Ve evet, hâlâ en çok böylesi şarkılar hatırlatıyor o eski, büyülü bahçeyi.

Geldik “Şuh Nefes”e. Şarkının “Khaleena Neshofak” adını taşıyan orijinali Amr Diab tarafından 2004 yılında seslendirilmişti. Sezen Aksu’nun yazdığı Türkçe sözlerle “Şuh Nefes”e dönüşen şarkı ilk kez 2006 yılında Cenk Eren’in “Kiraz Mevsimi” adlı albümünde dinleyici karşısına çıktı. Vakti zamanında o günlerdeki eşi Ahmet Utlu’nun peşinden Katmandulara, sonra Mısırlara kadar giden Gezgin Serçe, bu bahaneyle gönlünü Orta Doğu müziğine fena kaptırmış ve o dönem bazı Arap şarkılarına Türkçe söz yazmıştı ki bunların en kıyamet koparanı “Bi’ Daha” olmuş idi, bilenler bilir. “Şuh Nefes”se “Bi’ Daha”dan on yıl sonra çıkmış ve onun kadar büyük bir hit olmamıştı. Şarkının Sezen Aksu versiyonu bu albüme son dakikada (en azından Milliyet Sanat haberinden sonra) girdi. Hem de Mustafa Ceceli ve Murat Acar tarafından yapılmış iki ayrı düzenlemeyle. İyi ki de girmiş zira buram buram Sezen kokusu geliyor bu şarkıdan. Bir yüksek sanat eseri değil belki ama hoş, kıvrak, akılda kalıcı bir oryantal pop şarkısı.

Tamamen uyduruyor da olabilirim ama kulaklarım beni yanıltmıyorsa “Şuh Nefes”in her iki düzenlemesinde de Sezen Aksu’nun sesi bugüne ait değil. Sanki 2005-2006 yıllarında yapılmış demo kaydındaki Sezen sesi bu. Ya da belki de şarkının havasından dolayı Sezen daha enerjik söylemiştir de bana öyle gelmiştir. Zira son yıllarda yine fan hesaplarından, Yalı’ya vizeli vizesiz gelen gidenin çektiği videolardan gördüğümüz üzere Yorgun Serçe şarkı kayıtlarında hep bir koltukta oturur (hatta bazen uzun oturur) halde. Zaten bu albümde “Şuh Nefes” dışındaki bütün şarkılarda da Sezen’in oturarak şarkı söylediğini çok net hissediyorsunuz. Bütünde dinleyene sirayet eden enerji düşüklüğünün sebebini buna bağlayabilir miyiz? Yoksa daha romantik bir sebep mi bulmalıyım? “Son yıllarda dünyada ve ülkede yaşananların bünyesinde yarattığı ağır hüznü ve insanlığın gidişatına duyduğu derin endişeyi Sorumlu Serçe’nin sesindeki kırılganlıkta hissetmek mümkün.” Nasıl? Oldu mu?.. Gerçi Yalı’da şenlik şamata gırla, kakara kikirinin bini bir para diyorlar ama ben el âlemin yalancısıyım. Eh, el âlemin ağzı da torba değil ki ha deyince büzesin.


Son iki sırada önce “Gemiler”in Okay Barış ve Murat Bulut düzenlemesini, ardından da “Şuh Nefes”in Murat Acar düzenlemesini dinliyoruz ve 52 dakikayı tamamlayan albüm sona eriyor. Güzel hesap çünkü 33’lük plakların bir yüzü en fazla 26 dakika olabiliyor. Yani albüm bir dakika fazla olsa tek plağa sığmayacak. E bunun hesabını yapmak da şart. Her şey paşa gönlün uyarınca olmuyor işte.

Tabii ki (Tanrı korusun) Kraliçe Serçe’nin elinden, dilinden, sesinden nice şarkılar dolusu kahve içmişliğimiz var. 40 yılı çoktan aştı, 50 yıla ulaştı hatırı. Belki sözünün üstüne söz söylemek de abesle iştigal bu saatten sonra. Hani nasıl diyordu Şener Şen, “Kibar Feyzo” filminde: “Ağanın…”

Ama işte dilin kemiği yok. Kalbin de. Başında da dedim ya, bu albüm beni hiç heyecanlandırmadı. Belki heyecan duyularak yapıldığına dair en ufak bir hisse kapılsaydım dinlerken, aynı şeyi söyleyemezdim. Belki o zaman ben de albüm çıktığından bu yana kırkı da aynı havadan kırk türkü söyleyen tek sesli koroya katılır, ayılır bayılır, bulduğum ilk gezi teknesine atlar, aşı boyalı Yalı’nın önünde nazlı nazlı seyrederken, fonda son ses “paşa gönül” şarkılarıyla bayrakları açar, hazır ola geçer, cephe selamına dururdum. Yapardım, bilirsiniz.

Herkesin Sezen’i kendine tabii ama ne çare bendeki Sezen bu değil. Haklı olmak uğruna manaları unutanlar, belki de hatırlamaktan yorgundurlar. Kim bilebilir kimin hâlini? Ve dahi iç hisseder hakikat sırrını. Sürçülisan ettiğimden şüphe duysaydım, bu yazıyı “affola” diyerek bitirmek isterdim.

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder