Bu Tören Bizim!

TÜRKİYE MÜZİK ÖDÜLLERİ 2013


“Ünlü İtalyan modacı Fernando Tahterevalli’nin özel tasarımı takım elbisemi giydim, üzerime şişesi 5000 dolarlık Norti Morti parfümümü sıktım ve İstanbul Kongre Merkezine doğru yola çıktım,” diye başlamak isterdim bu yazıya. Ne ki hepi topu bir tane takım elbisem var; onu da düğün bayram, kına gecesi, açılış, davet, kokteyl nerede gerekirse orada giyiyorum. Sevmediğimden değil, ihtiyaç hissetmediğimden bir ikincisini daha almayı düşünmedim son birkaç senedir. Parfüm deseniz; 24 senedir değiştirmemiş, başka parfüm denememişim bile. Hal böyleyken, eninde sonunda böyle bir yazı yazacağımı hesaba katarak, kıyafetim ve parfümümle de bir fark yaratamadığıma göre, önceki yıllardan farklı ne yapsam da yazının ilk cümlesi olsa diye günler öncesinden düşünmeye başladım. Ve sonunda buldum… 



Uzun süredir uzatmakta olduğum efil efil saçlarımı, 18 yıl önce modası geçmiş Antonio Banderas –“Desperado” modeli toplayıp, bozulmasın diye spreyle sabitledim. Orta boy bir servis tabağı büyüklüğündeki afili davetiyenin üzerinden kapı girişinde kullanılacak renk kodlu kartı söküp cebime attım, not defterimi, kalemimi yanıma aldım. Artık Türkiye Müzik Ödüllerine gitmeye hazırdım.


Nasıl bir zamanlamayla vardıysak artık Kongre Merkezine, kırmızı halıdan geçerken bir alkış kıyamet koptu ki sormayın. Kırmızı kordonlarla ayrılmış bölümde birbirini ezmekte olan hayran kitlesinin (şunun veya bunun diyemeyiz, daha ziyade ünlü olan her kişinin hayranı gibiydiler zira) takım elbise üzerine ilk kez uyguladığım saç modelime gösterdikleri bu ilgi itiraf etmeliyim ki heyecan vericiydi. Galiba bundan sonra üzerinde sürekli ilgi hisseden ünlülerin ruh halini daha iyi anlayacak, kim bilir belki de artık sıradan insanlar gibi sokakta rahat rahat yürüyememekten dert yanacaktım… Ki tam da o sırada hemen sağımızda, bizimle neredeyse paralel olarak Murat Boz ve Eliz Sakuçoğlu’nun yürümekte olduğunu gördüm. Sanırım bu alkış ve çığlıkların bir kısmı Boz içindi. Belki de hepsi onun içindi, bilemiyorum. Yine de ben saç modelimi beğeniyordum.


Biz salona girmeden bir dumanlanalım diye kapı girişinde Kendi ve arkadaşlarının hemen berisinde mevzilenmiş, “Yahu bu Kendi de bildiğin Barbie bebeklerin bir boy büyüğü imiş,” diye düşünürken, kırmızı halıdan bu defa da Sinan Bieber geçmesin mi? Uzanan ellere el vurmalar, öpücük atmalar, feryatlar, figanlar… Saçımı değil Banderas modeli, gelin başı bile yaptırıp yürüsem o halıdan, bu ilginin binde birini göremezdim herhalde diye düşündüm o an. Bu durumda Sinan Bieber’ın yeni çıkan albümünü acımasızca eleştirmek için yeterli sebep kendiliğinden doğmuş oluyordu. Düpedüz kıskanıyordum işte; daha ne olsundu!


Neyse biz sonunda yürüyen merdivenlerden inip granit zeminli kokteyl alanında girdik girmesine ama bir de ne görelim?.. Sona kalmış ve haliyle dona kalmıştık. Bu sözü vakti zamanında kim bilir ne sebeple söylemiş atalarımızı her hal ve şartta asla yanıltmadığımız gerçeğinden hareketle, kokteyle geç kalmış davetliler olarak kokteyl salonuna kurulan barlarda sadece su kaldığını öğrenmemiz şaşırtıcı olmadı. E biz de ne yapalım, iki sohbet edelim bari tanıdıklarla dedik.

Bu resmin yukarıdaki paragrafla bir ilgisi yok ama koymasam çatlardım :)
Siz ünsüzler bilmezsiniz, bu etkinlik öncesi kokteylleri bir harikadır. Bütün birbirinin canı ciğeri, en yakın dostu ünlüler, nasılsa yıllardır görüşememiş olmanın (bir önceki kokteylde de aynı seremoni yaşanmıştır oysa) hasretiyle kucaklaşır, yeni telefon numaralarını alıp verir, ağızlar “çok mutlu oldum seni tekrar gördüğüme,”nin altını çizmek üzere kulaklara doğru uzanan eğri büğrü bir çizgi çizer, “acil buluşup bir kahve içelim, ay ne olur arayı açmayalım,”lar havada uçuşurken, şık ve şuh kahkahalar atar, arkalarını dönüp başka tanışlara doğru yol alır, bir yandan da birbirlerinin ne giydiğini göz ucuyla süzmekten ve hafızaya kaydetmekten geri kalmazlar. Bitip gitmiş Aşk-ı Memnu’nun 79 bölüm tekmili birden senaryosunu bir araya getirseniz, bu kadar çok sahte gülücüğün, haset ve şüpheli bakışın, imalı lafın sözün yarısını bulamazsınız, ben o kadar diyeyim size.

Bunu da öyle :))
Ne çare kokteylden de hevesimi alamadım zira konukları salona davet eden anonslar çoktan başlamıştı bile. Hedefimiz sahnenin hemen önüne kurulan localar bölümüydü ama biz salona en yukarıdan girilen kapıların önünde idik. Zorlu bir mücadele, epey engebeli bir yol bizi bekliyordu. Oturma yerlerinin sayısı, renk kodlarına göre ayrılmış davet kartlarını karşılamıyordu anlaşılan. Kırmızı kartı olanlar mavi koltuklara yönlendiriliyor, mavi kartlılarsa turuncu koltuklarda boş yer arıyordu. Yani kapıda ve dahi salonda yapılan onca sıkı kontrol bir işe yaramamış, davetliler yine birbirine girmiş, oturma yeri kargaşası kaçınılmaz bir şekilde bir kez daha yaşanmış ve yayına dakikalar kala halen yaşanmakta idi. Biz o kaostan sağ çıkıp loca kısmına varana dek “Oturun lan artık yerinize artık, yayın başlayacak amk,” diye kaç kez anons yapıldı hatırlamıyorum. Kan ter içindeydim ve saçım bozulacak diye çok endişeleniyordum. Anons tam olarak böyle yapılmamış olabilir; cümleler daha kibardı galiba ama anlatılmak istenen tam olarak buydu, ben öyle anladım.


Şunu baştan söyleyeyim; önceki yıllara göre çok daha yüksek tempolu, akışkan bir ödül töreni izledik başından sonuna dek. Yine yer yer sarktığı, ağdalandığı anlar oldu, olmadı değil ama Orhan Gencebay ve Bülent Ersoy’a mikrofon verildiği her ortamda bu risk kaçınılmaz değil midir zaten? Neyse… İşte daha gecenin başında akışın tempolu olacağını hissettik. Bir kere sunucu yoktu. Bir Vatan Şaşmaz’ı, bir Ece Erken’i, hiç olmazsa bir Berna Laçin’i, Ceyda Düvenci’yi aramayacak mıydı bu gözler, bu kulaklar?..  Gerçi salona girmeden önce Öykü Sertel ve Deniz Akkaya’yı, bir de parlak yakalı smokini, suratından eksilmeyen “bak ben şimdi ne soruyorum ve seni nasıl zor duruma düşürüyorum” gülümsemesiyle Şafak Karaman’ı ellerinde mikrofonla iş başında görmüştüm uzaktan. Kırmızı halı seremonisini onlar sunuyorlardı canlı yayında. 


Deniz Akkaya’nın yanına röportaj için kimi getirseler kısa boylu duruyor, ağız hizası konuklarının tepe üstüne denk geldiği için kadıncağız sorularını hep eğilerek sormak zorunda kalıyordu. Öykü Sertel yayında izleyeceğimiz vasat gösterileri ekran başındakilere “büyük sürprizler” diye yutturabilmek çabasındaydı olanca coşkusuyla. Ama gelin görün ki salonda bir sunucu yoktu. İyi ki de yoktu. Hiç zevzeklik duymamak kadar büyük bir lüks olabilir miydi böylesi bir gecede? Bence olamazdı.


Meğerse olabilirmiş. Nice sonra fark ettim. Localarda hem müzik sektörünün irili ufaklı yapım firmalarına hem de gecenin çeşitli kategorilerde aday isimlerine ayrılmış bölümler vardı ve ödül almak haricinde sahneye çıkacaklar bir şekilde yanımızdan yöremizden geçerek kulis kapısına gidiyorlardı. Haliyle duman ihtiyacı hasıl olanlar, törenden sıkılıp iki hava almak isteyenler filan da sık sık ayaklanıyor, kulise açılan kapı sürekli açılıp kapanıyordu. Yani sahnedeki eğlence kesmezse, oturduğum yerin geleni gideni, evinin penceresinden bütün gün mahallenin girdisini çıktısını izleyen yaşlı amcaların, teyzelerin duyduğu keyfi haydi haydi yaşatabilirdi bana. Üstelik bu mahallede herkes ünlüydü. Sağına dön Tuğba Altıntop, soluna dön Banu Zorlu. Daha ne isterdim ki?..


İki üç sıra önümde oturmakta olan Sıla ve Kutsi’nin ne kadar samimi olduklarını, sık sık eğilip birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldadıklarını görünce, ne şahane bir malzeme yakaladım diye nasıl sevindim anlatamam. Biraz dedikodunun kimseye bir zararı olmaz, yazının reytingi artardı; şayet onların aslında Funda Arar ve kocası Febyo Taşel olduğunu neden sonra fark etmeseydim. Bereket ki fark ettim. Yoksa Sıla’ya da Funda’ya da Kutsi’ye de Febyo’ya da çok ayıp olacaktı ki hiçbirini şahsen tanımadığım halde sadece isimlerini kullanmamdan da anlayabilirsiniz fuzuli samimi hassasiyetimi.


Gelelim törene…

Tören Murat Boz’la başladı ve yeni şarkısını ilk kez duymuş olduk. Hem şarkı güzeldi, hem de Boz, üzerindeki ataleti, ağırlığı atmış gibi gözüküyor, sahneyi dolduruyordu. Bayık pop-arabesk aşk şarkıları söyleyen romantik bakışlı, içli genç adama dönüşmekten, yanlış kulvarda koşup durmaktan nihayet kurtulmuş galiba diye düşünüp memnun oldum içimden içimden.


Gece boyunca törenin şov kısmı neredeyse tamamen DMC şarkıcılarının sırtına yüklenmişti. Murat Boz’un yanı sıra Nilüfer ve Sertab Erener de yeni albüm tanıtımı (gizli ya da açık) misyonuyla sahnedeydiler. Kubat ise kaybettiklerimizi anma bölümünde boy gösterdi. Bunlar dışında sahne üzerinde şarkı söyleyenler ise Zeynep Başkan, Halil Sezai, Ümit Besen ve Demet Akalın oldu (Nilüfer’e eşlik eden Gripin, Model ve Gece’yi de unutmamak lazım.) Bütün hepsinin ortak noktası ise sahne üzerinde “playback” yapıyor olmaları idi. Bir müzik ödülleri töreninin, sektörün bir anlamda gövde gösterisi de sayılabilecek bu gösterinin “playback” sakilliğine sırtını dayaması neresinden baksanız tatsızdı. 


Bir de insan böylesi önemli gecelerde sahnede olmadık şeyler görüp şaşırmak istiyor. Ne bileyim ben, mesela salonda seyirciler arasında oturan Türkan Şoray çıkıp bir şarkı söylese ya da Nilüfer kendi şarkılarını söylemese de mesela en iyi şarkı adaylarını söyleyerek bize tanıtsa filan… O da olmadı Tuğba Ekinci törenin bir yerinde kendini sahneye atıp Tarkan’a neden okul yaptırmadığını sorsa (biliyorum daha önce yapıldı bu numara ama bence hala gideri var.) İşte o vakit sürpriz kelimesinin içi dolar gibi geliyor bana. Okuyucu sana söylüyorum, sayın Sertel sen anla.


Sahnenin sağ ve sol cenahlarına yerleştirilmiş eşit büyüklükteki “led” ekranların inip kalkması, sade sahne tasarımını renklendiren, şık ve göz alıcı bir detaydı. Özellikle geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz isimlerin anıldığı bölümün yarattığı etkide “led” ekranların payı büyüktü. Eni konu duygulandık Neşet Ertaş’ı, Kamil Sönmez’i, Ferdi Özbeğen’i ve Müslüm Gürses’i Kubat, Zeynep Başkan, Ümit Besen ve Halil Sezai ile anarken… Ben özellikle yıllardır hem sıkı rakip, hem de ahbap olduğu Ferdi Özbeğen’in şarkısını söyleyen Ümit Besen’i seyrederken duygulandım. Ha iki dost, ha iki düşman… İkisinden biri artık bu dünyada olmayınca nasıl anlamı yitiyor yaşarken çok önemli sandıklarımız… Kırgınlıklarımız, küskünlüklerimiz, sırdaşlıklarımız, paylaştıklarımız… Geriye sadece birinin yokluğu kalıyor. Ya da tam da şairin dediği gibi bir “hoş seda”.


Bu fevkalade hisli anma seremonisine limon sıkan detayları anlatmadan da geçemeyeceğim. Müslüm Gürses’in şarkısını Halil Sezai’ye söyletmek kabul etmeli ki parlak bir fikirdi ve bence cuk oturmuştu. Ama gelin görün ki Sezai’nin sahneye adımını ilk attığı andan itibaren nerede ve niye bulunduğunun farkında değilmiş gibi davranması, beş yaşında bir çocuk gibi yerinde duramayıp sağa sola bakması, gidip geri gelmesi filan, tiyatro disipliniyle yetişmiş biri için haddinden fazla yapay bir bohemlikteydi. Bırakın şarkıcılığı bir yana, bir oyuncu sahneyi bu kadar kötü kullanıyor olabilir mi sahiden?.. Açıkçası benim inanasım gelmedi bu şaşkınlığa.


Müslüm Gürses’in şarkısı söylenirken Muhterem Nur’un oturduğu yerde döktüğü gözyaşlarını “zoom” yapmak ucuz ve sıradan bir televizyonculuk numarasıydı, ona da tamam da; yardımsız yürümekte zorlanan kadıncağızı ödül vermek üzere sahneye sürüklemek, orada ayakta bekletmek filan gerekli miydi, onu bilemedim. Ödül pekala oturduğu yerde de verilebilirdi. Ama daha fenası Halil Sezai’nin üzerindeki özel yaptırılmış Müslüm Baba tişörtünü çıkarıp Muhterem Nur’a hediye etmesiydi. Sahne teriyle birlikte, öylece… Biraz acayip oldu sanki.


İşin ödül dağıtımı kısmında çok şaşırtan, “Yok artık!” dedirten birkaç sürpriz yok değildi. Mesela en iyi grup kategorisinde Seksendört kendi adıma en beklemediğim gruptu. “Fan gazı” ağır basarsa Kolpa, müzikal kriter ağır basarsa, mevcut adaylar içinden Mor ve Ötesi ödül alır diye düşünüyordum. En iyi dizi müziğinde Muhteşem Yüzyıl’ın müziklerini yapan Aytekin Ataş, Soner Akalın ve Fahir Atakoğlu, en iyi projede Orhan Gencebay, en iyi çıkışta Mehmet Erdem, en iyi düette “Soğuk Odalar”la Emre Aydın ve Gülden Mutlu, en iyi “single”da “Beni Biraz Böyle Hatırla” ile Emre Aydın, ödül alacağı neredeyse garanti olanlardı. 


En iyi albümde Göksel ve Sıla albümlerinin ödül almasını bekliyordum. O kategoride Ebru Gündeş’in “13,5” albümünün yer alması bence yanlıştı; zira o bir proje albümdü. Öyle olmasa bile 2012’de çıkmış nice albümün yanında esamisi okunmazdı bence. Ceceli’nin “Es” şarkısı en iyi şarkı ve en iyi “remix” ödüllerini alsa şaşırmazdım ama “Es” albümünün en iyi albüm ödülü alması bana sürpriz oldu. En iyi şarkı kategorisinde “Türkan” aday iken başka bir şarkının ödülü alması biraz zordu; nitekim öyle de oldu. Ben kendi adıma bu kategoride adaylar arasında “Dağılmak İstiyorum”u da görmeyi umardım.


En iyi erkek sanatçı adayları çok güçlüydü ve açıkçası kestiremiyordum hangisinin alacağını. Murat Boz’un, Dalkılıç’ın ve en çok da Emre Aydın’ın ciddi “fan” desteği vardı, Volkan Konak’ın ne kadar seveni olduğu da malumdu ama ödül Ceceli’ye gitti. Eh, onun da az buz “fan” gücü yok tabii. En iyi klip adaylarının hiçbiri parlak değildi. Yıl içerisinde çekilmiş çok daha iyi klipler vardı ama oylar klipten ziyade şarkılara verilmiş gibiydi. Nitekim bir film kurgusunda çekilen “Her Şey Güzel Olacak” nispeten daha iyi bir klip olarak Nihat Odabaşı’na ödül kazandırdı. En iyi film müziği konusunda hiçbir fikrim yoktu çünkü filmleri izlememiştim ama o kategoride de ödül en iyiden ziyade en popülere gitti sanki. En iyi enstrümantal albümde Erkan Oğur’un “Dönmez Yol”unun ödül alması kimseyi şaşırtmadı; aksine Oğur gibi bir müzik işçisinin ödüllendirilmesi geceye anlam kattı.          


Tabii ağırlıklı olarak tahmin edilen isimler ödül alınca, program da yağ gibi akınca, ekran başında ve salonda skandal, aksiyon, kan ve gözyaşı bekleyen seyirci için tören giderek sıkıcı olmaya başladı. Göksel ödül alırken “Ağlarsam kusura bakmayın,” dedi ama ağlamadı. Demet Akalın en iyi şarkıcı ödülünü Göksel’e kaptırınca Alişan’ın Twitter’a “Acıyor, acıyor, acıyor” yazdığını ben dahil birçok kişi ancak ertesi günü haber olunca fark etti; o malzeme de heba oldu. 4 kategoride aday olup sadece “Türkan”la ödül alan Demet Akalın, “Ödüllerin hepsini biz hak ettik,” dediyse de bir ara, ödül alan son isim olduğu için kimse ona cevap veremedi; arada kaynadı gitti. Bir tek Kayahan, Atatürkçülük damarlarını kaşıyarak bir aksiyona girişti, hatta salonu ayağa kaldırmayı başardı ama gidişata tepkisini böyle zamanlarda ayağa kalkıp alkışlamaktan, olmadı Taksim’e çıkıp yürümekten, e bir de Twitter’da Yılmaz Özdil yazılı RT’lemekten öte gösteremeyen, göstermeyen bir toplumun bu anlık galeyanı, ne çare heyecan verici olmaktan uzaktı. Gencebay’ın akil adamlığını aklama kaygılı şiiri de ona keza.


Bazı isimlerin etrafında zaman içerisinde kendilerinden çok daha büyük bir hare, aura oluşuyor. Bu haleyi biz yaratıyor ve kutsuyoruz aslında. Ne ki onlar da inanıyorlar bir süre sonra ve kendilerini sahiden o kadar sanmaya başlıyorlar. Sonra bir şey oluyor ve neresinden tutsanız elinizde kalmaya başlıyorlar. Oysa dursalar, sussalar ve o bu kadar saçmasalar kendilerini ortalığa, biz onları yine kutsamaya devam edeceğiz. Gencebay gece boyunca birden fazla kez sahneye çıkıp boy gösterdiğinde ve konuştuğunda, en çok da Cemal Safi’nin “Yedi düvel elinden kim kurtardı bu yurdu? Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü?” diye sürüp giden o şiirini kafamıza vura vura okuduğunda ister istemez bunları düşündüm.


Bir de böylesi gecelerin değişmez bir kuralı var: İşi biten çekip gidiyor. Oysa siz almış olsanız ya da hiç almamış olsanız bile meslektaşlarınız ödül almaya devam eder, üstelik canlı yayın sürerken salonu terk etmek en hafifinden ayıptır. Gece için özel kostümler diktirmek, takıp takıştırmak, sürüp sürüştürmek, kırmızı halıdan alımlı çalımlı yürüyüp, objektiflere uzun uzun poz vermek söz konusu olduğunda örnek alınan Oscar törenlerinin hangisinde salonun gece bitmeden terk edildiğini gördü acaba ünlülerimiz?.. Bizim Oscar özentiliğimiz de buraya kadar mı yani?.. O gece eve dönüp Twitter’a girdiğimde çok kişinin “Türkan”ı boş koltuklara söylemek zorunda kalan Demet Akalın’ı diline doladığını gördüm. Burada suçlu Demet ya da “Türkan” mıydı diye düşünmeden edemedim. “Gösteri devam eder”in anlamını en iyi o ön koltukları dolduran ve sonrasında vakitsizce terk edip gidenlerin biliyor olması gerekmez mi?.. Bence gerekir.


Nitekim bütün gece oturduğum yerde kaskatı durmak suretiyle bozulmasına meydan vermediğim saçlarım, üç saat boyunca kargacık burgacık bir şeyler karaladığım kara kaplı not defterim, kadim takım elbisem ve ben salonu terk ettiğimizde canlı yayın sahiden sona ermişti. O derece saygılıydım gösteriye. Sonra sağ tarafımızda duran kulis kapısından geçerek, bir reklam arası çıktığımızda Elhan ve Mine Abla’nın (Mucur) her nasılsa keşfettiği gizli kulis barına yollandık. Uzun koridorlar ve dehlizlerden geçerek vardığımız gizli kulis barında beyaz şaraplarımızı yudumlarken töreni kritik etmeye başlamıştık bile.


Mevzuu kritik etmek olunca zihnim de çenem de açılıyor, ona şüphe yok. Eve döndük, Twitter mwitter oyalandık, sonra yattık ama uyumak ne mümkün. Kafamda Sayın Ortaç’ın özlü sözü misali deli sorular… O gün bugün bazılarına hâlâ cevap bulamamış olabilirim. İyisi mi buraya yazayım da benden çıksın; biraz da siz düşünün.             

Nihat Odabaşı, klip yönetmeni titriyle en iyi klip ödülünü alınca, Oscar’da en iyi film ödülünü almış kadar sevindi mi sahiden, yoksa o coşku sekansı da çektiği fotoğraflar gibi bir miktar Photoshop mu içeriyordu?..  


Fuat Güner yılın en iyi grubu ödülünü alan Seksendört’ün konseri nedeniyle geceye gelmediğini öğrenince niye “Ben olsam konseri iptal ederdim,” dedi? Bakalım Seksendört, MFÖ kadar konsere, şana şöhrete, varyeteye doymuş mu idi?..


Mustafa Ceceli’nin heyecan içerisinde kurduğu “Ödülümü eve gidince oyuncak diye oğluma vereceğim,” ve “heyecanımı MARUZ görün,”  cümleleri gaf içeriyor muydu; yoksa sadece sempatik miydi?..


Koskoca Türkan Şoray, “Türkan”ın yazan, besteleyen ve söyleyeni tarafından şarkıya alenen meze edilmesi için mi geceye çağırılmış ve en görünür koltuğa oturtulmuştu? Zaten “Türkan”ın ne kadarı Türkan Şoray’dı ki? (İtiraz etmeden önce Nükhet Duru’dan “Türkan Şoray’ın Gözleri”ni dinleyin; sonra konuşalım.)


Sertab’ın eski ve “unutulmaz” şarkılarını “potborilemesi”, sektördeki kıdemine bir gönderme miydi, yoksa neydi, ne kadar gerekliydi? (Bu arada yeni şarkılarından “Öyle de Güzel”i seslendirirken “led” ekrana yansıtılan klip gayet yaratıcı ve güzeldi; yiğidi öldürürken hakkını yemeyelim.)   


Erkan Özerman’ı katıldığı bir ödül töreninde belki de ömrü hayatında ilk defa sahneye çıkıp 45 dakika konuşmadan, onu bırakın şu veya bu sebeple hiç sahneye çıkmadan öylece oturtmak kimin fikriydi ve bunu nasıl başardı?..

Model’in solisti Fatma Turgut platin sarısı saçlarından memnun muydu? Birisi çıkıp ona sahnede Nilüfer’le yan yana geldiğinde ondan 10 yaş yaşlı durduğunu söylese buna güler geçer miydi?..


Uzun uzun konuşup, lafı dereden tepeden, dağdan bayırdan aşıra aşıra Orhan Gencebay’a ödülünü takdim ettikten sonra kendi alkışını kadim dostuna kaptırmamak için seyirciden müsaade isteyip sahneyi terk etmeyi Bülent Ersoy divamızdan başka kim akıl edebilir, bu beylik alaturka gazino numarasını kim kendine bu kadar yakıştırabilirdi?..


Siz sağ, ben selamet, bir müzik ödülleri töreni daha böylece bitti. Bu tören bizimdi… Bu tören, müzik sektörünün kara bağrında, sıra dağlar gibi duranlarındı… Ve bitti… Gökten üç elma düşmedi. Birileri tahtına çıktı mı bilemem ama biz kerevetine filan da çıkmadık. Biraz konuştuk, belki biraz daha konuşur, sonra da unuturuz. Seneye Allah kerim. (Ha bu arada seneye de aynı takım elbiseyi giyersem ve bu yazıyı okuduğu için bunun farkına varıp alaycı bakışlar atan, imada bulunan olursa çok fena pisleşirim şimdiden söyleyeyim.)

Bu yazı www.sahiplen.com tarafından Yavuz Hakan Tok adına koruma altına alınmıştır. Kaynak gösterilmeden ve izinsiz kullanılması kanunen suç teşkil etmektedir.  

NİSAN 2013  

Yavuz Hakan Tok

3 yorum:

  1. Körün, kör satıcısı olur.

    YanıtlaSil
  2. Onca güzel şarkı dururken en iyi şarkı Türkan'a canlı yayında ekrana yansıyan o kareler için verildi zaten.
    Dinlenme rakamlarında çok önünde olan ES ve Soğuk Odalar'ı halk oylamasında da geçmesi olası değil.
    Ne diyelim, bir kısmı aynı zamanda "müzikten anlayan!"
    magazincilerden oluşan 200 kişilik dev jüri sağ olsun!

    YanıtlaSil
  3. o kadar çok güldüm ki ...aslında bu müzik ödülleri yada ünlüler ne giymiş ne içmiş ne söylemiş hiç de anlamam ,merakımda olmadı ..benim çokça güldüğüm sizin anlatımınızda ki o muzip kelimeleriniz...siz ünsüzler bilmezsiniz ile başladığınız cümleleler , bir türlü birbirine yapışmayan saçlarınıza gösterdiğiniz ilgi takdire şayandı doğrusu :))bence siz ünlüleri değil kendinizi anlatan bir yazı yazarsanız bu konuda çok daha başarılı olacağınıza inanıyorum sevgiler Banu

    YanıtlaSil