Nasıl TV Programı Yaptık? 6


“Gökten yağmur değil, sevgiler yağsın,” diyordu Emel Sayın... Bunu söylerken dizlerini hafifçe kırıyor, başını  yukarı doğru kaldırıyor, sağ elinin parmaklarını birleştirerek ileri doğru uzatıyor ve kameraya profilden poz veriyordu. Gece mavisi tuvaleti, kısa ve küt kesilmiş sarı saçları ışıl ışıl parlıyordu televizyonda. Bostancı’da, perdeleri örtülmemiş bir evin salonunda, oda kapısının hemen yanına, pencereye dönük yerleştirilmiş, büyük ekran, renkli bir televizyondu bu. 

Günlerden pazardı. Yılbaşı ise geçen Salı gecesiydi. Bostancı’dan minibüsle geçiyordum. Her hafta sonu hep aynı güzergahtan gide gele yol boyu her evi, her dükkanı, her sokak arasını ezber etmiştim. O evin perdeleri hep açık durur, her geçişte ister istemez gözüm takılırdı. Çok kısa bir an sürerdi göz konukluğum. Minibüs geçer giderdi sonra başka tanıdık evlere, sokaklara, caddelere uğramaya. Nedense o ev kadar yer etmemişti hiç biri bende. Perdeleri ve televizyonu hep açık duran, her geçişimde televizyonundan caddeye renkler, ışıklar dökülen o evde kimler yaşardı, kaç kişiydiler hiç bilmedim. Ama ahbaplığımız çok uzun sürdü.

Beş gün önce TRT’nin yılbaşı gecesi özel programında izlediğim Emel Sayın görüntüleri, bu akşam vakti o ekrana nasıl düşmüştü ? Demek bir video cihazları vardı ve şu an oturmuş, yılbaşı gecesi kasete kaydettikleri görüntüleri seyrediyorlardı. Nasıl kıskanmıştım anlatamam. Ben her görüntüyü hafızama atmak ve durup durup hatırımda kalanları sıcak tutmaya çabalamaktan bir hal olurken, onlar kaseti takıp yeniden seyredebiliyorlardı. Onlar ne kadar zengin ve ben ne kadar fakirdim Yarabbim ! 


Çok değil, bir yıl sonra, bizim aile de bir video sahibi olacak ve kaydedip yeniden seyretmenin doyumsuz hazzına ben de erecektim ama ne kadar kaydedip ne kadar yeniden izlesem de, o gün gözlerimin önünden geçip giden o Emel Sayın görüntüsünü, minibüsün sıkış tıkış koltuğunda, içerisinin havasızlığına inat yüzümü dayadığım pencereden bir küçük an misafir olduğum perdeleri örtülmeyen evin televizyon ekranından yansıyan görüntüyü hiç unutmadım. Emel Sayın’ın gözleri, gözlerimi kamaştırıyor şimdi. Bir anda kopkoyu, simli, ışıklı bir gece mavisi dökülüyor aktarma stüdyosunun basık tavanından üzerimize... Minibüs önce yavaşlıyor, sonra duruyor. Gökten yağmur değil, sevgiler yağıyor.

Her bir bölümde bir şarkıcının müzik yolculuğunu yarı belgesel, yarı delimserek bir kadının anıları üslubuyla anlattığımız “Kimler Geldi Kimler Geçti” serisini altmış bölüm sonunda nihayetlendirmeye ve ikinci sezona farklı bir konseptle başlamaya karar vermemiz aslında hepimizi çok rahatlatmıştı. Çünkü bir çok şarkıcı için yirmi dakika boyunca anlatacak kadar uzun bir hikaye bulamıyorduk ya da bulsak bile görüntülerini denkleştiremiyorduk. Mesela Neşe Alkan, Gülistan Okan gibi isimlerin denetimden geçmiş şarkıları az olmalıydı ki hep aynı şarkılara ait görüntüler geçiyordu elimize. Ya da çok istediğim halde bir Gülden Karaböcek bölümü yapamıyordum çünkü sadece bir tek şarkılık görüntü vardı elimizde. 

Zaman zaman karma bölümler yaparak bu tek şarkıları değerlendirmiştik ama onu da halihazırdaki metin mantığıyla kotarmak epeyce zor oluyordu. İyisi mi dedik ve başından beri hiç olmasını istemediğimiz bir hale soktuk işi. Dış sesleri tamamen kaldırdık, bir şarkı bir anons formülüne döndük ve bizim meşhur “deli kadın”ı biraz daha derli toplu, usturuplu bir hale getirdik, hatta uzaktan bakıldığında edepli bir sunucu bile sanılabilirdi artık çünkü izleyenlerden gelen şahane tepkilere rağmen, yönetim bu eli kolu yerinde durmayan kadından pek de haz etmiyor, her ne kadar D. bunu bize çok sezdirmemeye çalışsa da, D.’nin kulağı bu yüzden zaman zaman yukarıdan çekiliyordu.

Tabi yine de büsbütün boşlamamış ve bu formatı da kendi içinde formatlara bölmüştük. Her hafta serinin bir bölümü Yeşilçam filmlerinden alınmış şarkılı sahnelerden oluşacaktı, bir bölümü Eurovision Şarkı Yarışmalarına ayrılacaktı. Birer bölümü ise eski dergilerden okunacak haberlerle bağlantılı çalacağımız şarkılarla oluşturacaktık. 

Artık çekimleri de orada burada değil, sabit bir stüdyoda yapacaktık. Böylece hem, “auto-cue” denilen sisteme sahip kameraları kullanmak suretiyle, metinlerin eksiksiz okunmasını sağlayacaktık, hem de seksenli yılların muhteşem çekim tekniği “blue-box” sistemini kullanarak yayınladığımız görüntülerin “kitch”liğine bir doz “kitch”lik de biz katacaktık. Televizyon tarihinin bin yıllık bu iki tekniğiyle formatladığımız yeni serimiz eskisinden çok daha kolay, ama kim bilir, belki de çok daha göz alıcı olacaktı. Olmadı tabi.

Bir kere blue-box denen sistemin ince ayarı, kumanda masası üzerindeki aptal bir düğmenin sağa sola çevrilmesinden ibaretti ve o ayar bir türlü tutturulamıyordu. Fazla çevirince Elhan’ın saçı başı yok olmaya başlıyor, az çevrilirse siluetinin etrafında mavi bir hale oluşuyordu. Sonra elinde tuttuğu dergide, ya da kostümünde en ufak bir mavi varsa, o kısım anında yok oluyor ve ortaya acayip görüntüler çıkıyordu. 

“Auto-cue” ise tam bir hayal kırıklığı idi. Birinin cihazın başında oturup metni yavaş yavaş akıtması gerekiyordu ki Elhan kameraya yansıyan metni kendi temposunda okuyabilsin. Okumak, anlatmak gibi olmuyor, işin içine soğukluk ve samimiyetsizlik giriyordu. Cihaz takıldığında Elhan da takılıyor, her defasında baştan almak da hepimizi yoruyordu. “Auto-cue”dan çabuk vazgeçtik. “Deli kadın”ı edepli yapacağız diye büsbütün haber spikerine dönüştürmeye kimse razı gelmemişti zaten. “Blue-box”a ise bütün çirkinliğine rağmen bir süre daha devam ettik, çünkü kamerayı ve kameramanları sırtlayıp alıp başını gitmek ve istediğimiz her yere hemen ışık ve ses düzeni kondurmak hiç de kolay değildi ve “blue-box” en azından ucuzundan fon görüntüsü sağlıyordu. 

“Yıllar önce, Halit Kıvanç’ın sunduğu ‘Zaman Zaman İçinde’ adlı programda, Barış Manço ve annesi Rikkat Uyanık ilk kez ekranda birlikte görünmüşlerdi. Üstelik Rikkat Uyanık, bu programda oğlunun bir şarkısını söylemişti. Gelin şimdi sizleri o günlere götürelim. Ve sahnede Rikkat Uyanık... Belli ki çok heyecanlı. Oğlu Barış Manço ise seyirci koltuğunda oturmuş, annesinin kendi şarkısını söylemesini izliyor. Şarkının sözlerinde ‘Barış bir gün toprak olur,’ diye bir cümle var. Anne yüreği dayanamıyor ve o cümleyi söyleyemiyor. Rikkat Uyanık “Barış bir gün adam olur,’ diye şarkısını değiştiriyor...”

Elhan kamera karşısında cümlesini zor tamamlıyor. Göz pınarlarından birkaç damla ha düştü ha düşecek. Koridorun diğer tarafındaki reji odasında, monitörlerden izliyoruz bu anı. D.’yle göz göze geliyoruz. O çoktan koy vermiş. Nerde olduğumuzu, ne yaptığımızı unutmuşuz o dakika. Resim seçicimiz, pek de resim seçmeyi gerektirmeyen bu tek kameralı çekim nedeniyle halinden gayet memnun, ara ara monitöre baksa da, gözü harıl harıl örmekte olduğu kazakta, şişlerde. Yan odadakiler de akşamki maçı konuşuyorlar kalabalık ağızlarla. 

Bir D., bir ben, bir de aramızdaki duvarlara ve stüdyonun sıkıca kapatılmış kapısına rağmen Elhan, aynı hüznün matemini, aynı koyulukta soluyoruz. Rikkat Uyanık da, Barış da çoktan toprak olmuş. Sesleri, görüntüleri taptaze oysa hala, siyah beyaz bile olsa capcanlı. Televizyonda yayınlandığında bu bölüm, kim bilir bizim gibi kaç kişiye bulaşacak bu duygu. Kim bilir, belki Rikkat ananın ve Barış oğlanın ruhuna da değecek içimize dokunup geçen buruk ve sevgili sıcak. İşte bunu düşünmek bile yetiyor, yapmakta olduğumuz işin sihrine inanmamıza. Bunu hiç dillendirmiyoruz ama eminim ki üçümüz de bütün yorgunluklara, sıkıntılara, zorluklara değdiğini düşünüyoruz içimizden. 

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder