Her Zaman Genç Kalacak Olanın Ardından...

(İlk kez Cem Karaca'nın ölümünden bir kaç gün sonra, Şubat 2004'te www.birzamanlar.net adresinde yayımlanmıştır.)

 
Cem Karaca da gitti. Onun ölüm haberi, babamı kaybedişimin üzerinden on beş gün geçmişken geldi. Babamla aynı yaşta, aynı sebepten ve aynı şekilde ölmüştü. Her ölüm erken ölümdü işte. Her ölümün geride kalanlara en çok öğrettiği şey, yaşarken çok sık göremeseniz, görüşemeseniz, başka şehirlerde yaşasanız ve hatta hiç tanışmamış olsanız bile, onların oralarda bir yerlerde var olduğunu bilmenin verdiği sonsuz güven duygusundan bir anda yoksun kalmanın acı hayat bilgisiydi. Gidenlerin içinizde bıraktığı boşluk, yaşarken hayatınızda kapladıkları alandan bile daha büyük oluyor ve bir daha asla dolmuyordu. On beş gün önce gözyaşları içinde karlı yollarını adımladığım Karacaahmet Mezarlığında bu kez Cem Karaca defnediliyordu. Ekranda gördüğüm kan çanağı gözlerin acısını sanki en iyi ben anlıyordum...


CemKaraca'yı tanımam yetmişlerin ilk yarısına rastlar. 1968 yılında piyasaya çıkmış "İstanbul'u Dinliyorum / Oy Bana Bana" 45'liği, dedemin bir dolu plağı arasında en sevdiklerimden biriydi. Gelip gittikçe dinlerdim onu. İstanbul'dan uzakta yaşamak zorunda kalmış bir İstanbul çocuğuydum. Daha şiirinden haberdar değilken sevmiştim bu İstanbul'u anlatan şarkıyı. O yaşlarda çok sevdiğim aranjman şarkılara hiç ama hiç benzemeyen bu iki şarkı ve Cem Karaca'nın bildiğim hiçbir şarkıcıyla kıyaslanamayacak enteresan sesi çocuk aklımla bile ilgimi çekmişti. Nitekim bu iki şarkıyla aşina olduğum ses, yetmişlerin ikinci yarısında artık hemen hemen her yerde karşıma çıkmaya başlayacaktı. 


O günlerin İstanbul'unda kimi kez Üsküdar'da, bazen Eminönü'nde ama caddelerde, ama meydanlarda ama sokaklarda, bir yerlerde mutlaka bir mitinge, bir grev şenliğine, bir protesto yürüyüşüne rastlar, her rastladığımız yerde fonda yankılanan bir Cem Karaca şarkısı duyardık. Dayım sayesinde 45'likleri birer ikişer evimize de girmeye başlayacak o şarkılar, kimi zaman hiçbir şey anlamadığım sözlerine rağmen hep ama hep ilgimi çekecek, beni derinden etkileyecekti. 

O günlerden aklımda en çok "Mutlaka Yavrum / Kavga" 45'liği kaldı. Hala dinlediğimde beni ağlatan "Mutlaka Yavrum"; "Biz görmedik, sen görürsün yavrum, didişmeden geçen bir gün mutlaka, yalansız dolansız bir dünyayı yavrum, kuramadık kurarsınız mutlaka," diye başlıyordu. Hem göremediği ve yapamadığı şeylerin mutsuzluğunu haykıran, hem artık kendinden umudu kesse de yavrusuna ya da kendinden sonra geleceklere umut vaat eden bu o etkileyici şarkı henüz hayatla hiçbir zorum yokken, dünya üzerinde olan bitenden neredeyse bütünüyle habersizken, içime nedenini bilmediğim bir ateş düşürmüştü. 


Birilerinin birileriyle, bir şeylerle bir derdi vardı demek ki. Her şey göründüğü kadar toz pembe değildi. Bunca kavga kıyamet, bunca ölüm, bunca sokaklarda yürüyen, greve duran insan boşuna değildi. Hatta kim bilir, belki de şarkıda umut vaat edilen o küçük çocuk bendim, "yarın benim ellerimde"ydi ve ben onu "güzel kur"makla yükümlüydüm. Çok ilkel, çok cahil ama bütünüyle sezgisel bir politik bilincin ilk adımlarını Cem Karaca şarkılarıyla atmıştım böylece.

Sonra o meşum seksenler geldi. Cem Karaca, Selda, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan ve benim adlarını bilmediğim kimbilir kaç kişi daha Türk vatandaşlığından şu veya bu nedenlerle çıkarıldı. Hangi akla hizmet bilmiyorum ama o çok sevdiğim "Mutlaka Yavrum" 45'liğini, ve Selda'nın içinde yine çok ama çok sevdiğim "Kızıldere" şarkısının da olduğu 33'lüğünü kırdığımı hatırlıyorum. Çevremde o kadar çok ev baskını, tutuklanma, alınıp götürülme haberi vardı ki, aile içinde ya da konu komşuda öyle ürkütücü hikayeler anlatılıyordu ki, sanırım korkmuş olmalıyım. 


Daha 13-14 yaşlarındaydım. Her nedense "Namus Belası" 45'liğini kırmamıştım. Sanki onun sözleri diğerleri kadar sakıncalı değildi. Böylesi de bir sansür mekanizması kurmuştum kendi kendime, içinde yaşadığım memleketin devlet büyüklerine öykünerek olsa gerek.

Seksenlerin sonlarına doğru Cem Karaca, "Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar" albümüyle hem yurda hem de artık her zamankinden daha da alacalı bulacalı hale gelmiş müzik dünyasına geri döndü. Artık onun ne uğruna neler yaptığını, hangidönemeçlerden geçip nereden nereye geldiğini çok iyi biliyor, şarkılarını anlayarak dinliyordum. 


Nazım'ın dört satırlık o muazzam şiiri "Mavi Liman", Cem Karaca'nın albümüne "Çok Yorgunum" adını taşıyan bir şarkı olarak girmişti. Memleketten uzakta geçirilmiş onca yılın acısını, özlemini, yorgunluğunu ve belki de pişmanlığını sadece bu dört satır olanca çıplaklığıyla anlatıyor ve başka hiçbir söze gerek kalmıyordu. "Mutlaka Yavrum"dan bu yana beni en çok etkileyen Cem Karaca şarkısı, kimbilir belki de bu yüzden, "Çok Yorgunum" oldu.Öyle ki yıllarca Amerika'da yaşamasından yola çıkarak olsa gerek, günün birinde Serpil Barlas da bu şarkıyı söyleyiverince kahrımdan nasıl ölmediğime hala şaşarım.


Sonrasında hep takip ettim Cem Karaca'nın yaptığı işleri. Zaman içerisinde eski plaklarını da bir bir ekledim arşivime. Zaten Yavuz Plak, bir şekilde hemen hemen tüm Cem Karaca diskografisini birkaç sene içerisinde, hem de cd formatıyla piyasaya sürdü. "Raptiye rap rap, zaptiye zap zap" kesmiyorsa "İhtarname" çektim vara yoğa, ya da "Kahya Yahya"nın dramı "light" kaçıyorsa içinde bulunduğum halet-i ruhiyeye, dönüp dönüp "Tamirci Çırağı"na acılandım. 

En çok da o heybetli, öfkeli, o bıçak keskinliğinde ses işledi içime. "33 Kurşun" gibi zor bir şiirden çıkarılmış o muazzam şarkının, eskilerden "Safinaz", "Yoksulluk Kader Olamaz" gibi destansı şarkılardaki müthiş ustalığın karşısında şapka çıkardım.O büyük kavgaların, ideallerin, amaçların ve hayallerin birer birer eksildiği, ucuzladığı, hatta pazara düştüğü bir zaman diliminde büyüdükçe büyüyor olmaktan, ya da büyüdükçe küçülüyor olmaktan utanç duydum o şarkıları dinlerken.  


Cem Karaca'nın artık efsanesi kendisini çoktan aşmış şöhretinin soldan sağa hızla dönmekte olan sureti ise beni ne üzdü ne de kızdırdı. Şaşırdım evet, ama onun şarkılarıyla büyümüş herkesin, onun hayatının bundan sonrası için vereceği karara saygı duyması gerektiğini düşündüm hep. Daha yolun en başında yaptığı "Oy Bana Bana" şarkısı bunu anlatır gibiydi: "Tabuttaki ölü gibi ölemem, derdim çoktur onun için gülemem, ben insanın değerini bölemem, doğu-batı, gavur-müslüm bir bana."

Birkaç gündür, şükürler olsun ki ölmeden kitaplaştırılmış bir "koca çınar"ın, Cem Karaca'nın öyküsünü, Gökhan Aya'nın titiz kaleminden dökülmüş satırlarda yeniden okuyor, bir yandan da aynı titizlikle ortaya çıkarılmış diskografisiyle boğuşuyorum. Zamanında yayımlanmış hangi plağı, Yavuz Plak cd serisinin hangi albümünde, tek tek arayıp buldum ve Yavuz Plak'ın hangi şarkıları yeniden basmadığını zor da olsa tespit ettim. 


Umalım ve hatta ümit edelim ki öncelikle cd üzerine basılmayan şarkıları, sonrasında da tüm Cem Karaca diskografisi, orijinal kapakları ve şarkı sıralamalarıyla da bir gün piyasada satılır hale getirilsin. Bir kerecik olsun, bir sanatçının ömrünü adadığı eserlerine ve dolayısıyla kendisine, aslında şüphesiz henüz hayattayken hak ettiği saygı en azından, anısına hürmeten gösterilsin. Diyorum ya umalım ve ümit edelim. Çünkü ne yazık ki şimdilik elimizden daha fazlası gelmiyor.

Cem Karaca, nasıl bir acı tesadüftür ki, tüm müzikal geçmişi boyunca sürekli mukayese edildiği ve rakip gösterildiği Barış Manço'nun ölüm yıldönümünden bir hafta sonra aramızdan ayrıldı. Vakti gelen yaprak düşüyor, ne yapsanız tutamıyorsunuz. Sevenlerinin tek avuntusu, sesinin hep bizimle kalacak olması.Tıpkı Barış Manço, Zeki Müren, Tanju Okan ve daha niceleri gibi. Çok iyi biliyorum ki böylesi anlarda söylenebilecek çok az şey, hatta sadece iki kelime var; "Başımız sağ olsun."

ŞUBAT 2004

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder