Nasıl TV Programı Yaptık? 4


Sonrasında aktarmalara her gün gidip gelemeyecek, işin hamaliyesini başından beri çok da severek yapan Elhan’a tamamen devredecektim. Yani, ilk günden beri aklımda olan, metinleri izlediğim görüntülerin izdüşümden yola çıkarak yazma planı, dün bir bugün iki sekteye uğramıştı. İşim gereği her gün stüdyoda olamıyordum. Stüdyoda aktarılan görüntüleri de eve getirme şansımız yoktu. 

Birkaç kez boş zamanlarımda stüdyoya giderek, aktarılmış kasetleri izlemeye çalıştıysam da, bunun da o kadar kolay olmadığını görünce vazgeçtim. Özellikle hafta sonları boş cihaz bulup, oranın sorumlusuna rica minnet cihazı açtırmak, sonra saatlerce başında oturup görüntü izlemek filan TRT bürokrasisinde epeyce çetrefilli işlerdi. Nitekim bürokrasi kelimesinin bile tek başına yetersiz kalacağı o “işi sekteye uğratma” hali ilerleyen safhalarda da sıklıkla karşımıza çıkacaktı. 


Bu durumda bana düşen, yıllar öncesinden hatırladığım ya da hiç görmediğim görüntüleri Elhan’ın bana anlattığı kadarıyla hayal ederek metne dökmekti. Ben de öyle yaptım. Her şeyden bir parça aldım. Her hafta radyo programım sonrasında gelen telefon ve postalardan hatırıma düşenler de vardı o metinlerde, kendi hissettiklerim de, başkalarının, sözgelimi Elhan’ın, hatta D.’nin  hayatlarından kulağıma yer edenler de. Herkese, kim varsa hepsine, aslında tek kelimeyle geçmişe delice hayran sunucu kadın tiplemesi gittikçe şekillenirken gözümde, bir yandan da bu TRT geleneğine göre hayli “sulu” sayılabilecek kadını dengelemek için, şarkıcıların resmi biyografilerini de kısa metinler halinde kaleme alıyordum. 

O metinleri görüntülerin üzerine dış sesle verecek ve sunucu kadının öznelliğini, TRT usulü bir ağızla resmileştirecek ve işin içine belgesel sosunu sezdirmeden yedirmiş olacaktık. Tabi her gün onar dakikalık ikişer bölüm halinde yayınlanacak bir serinin içerisine bunca şeyi sığdırmanın sonunda dönüp dolaşıp çok sağlam bir kurgu cambazlığına dayanacağını henüz kestiremiyordum. 

Radyoda bunu yapmak çok kolaydı. Ses dosyalarını kolayca kesip biçmek, saniyelerle hatta saliselerle dans etmek, kendi başıma, yardım almaksızın bile becerebildiğim bir şeydi. Bir projede her şeyin hayal ettiğim gibi olmasının, radyoda pekala mümkün, televizyonda ise bir çok koşula ve kişiye bağlı olarak ihtimal dahilinde olduğunu öğrenmem için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti.


“Kumral bir kadın,” diyordu Elhan telefonda bana. “Biraz tombik ama çok güzel bir kadın...” Anlamadığımı görünce telefonu dayıyordu önünde duran monitörün hoparlörüne. Ceylan Ece söylüyordu: “İsmin cismin ne söyle kimsin, nerden geldin, kimsin nesin ?..” Siyah, askılı tuvaletinin üzerine şifon bir pelerin giymişti. Bukle bukle saçlarını, peleriniyle aynı ahenkte savuruyor, arada bir hangi kameraya bakacağını şaşırıyor, sürekli gülümseyerek durumu idare etmeye çalışıyordu. Ne kadar da çok Fatma Teyzeye benziyordu. 

Kim bilir neredeydi şimdi Fatma Teyze ? Orduevi gecelerinin değişmez assolistiydi o. Tıpkı Ceylan Ece’ninkine benzer tuvaletler giyer, gecenin belli bir saatine kadar salondaki masalardan birinde kocası ve çocuklarıyla birlikte kendi halinde otururken, ismi anons edilince alkışlar arasında sahneye çıkar, askerliğini yapan müzisyenlerden oluşan saz heyetine doğru dönüp, bir baş işaretiyle “başlayın” komutunu verir, sonra değme alaturkacılara taş çıkaran bir edayla şarkısına başlardı. 

En çok da bizim aramızdan, bizim oturduğumuz masalardan birinden kalkıp sahneye çıktığı için, daha dün sabah evimize komşu balkonda çamaşır asmış, halı dövmüş olduğu için, gecenin sonunda cümbür cemaat eve dönülürken, salondaki tüm kadınlarınkinden daha afili de olsa tuvaleti, bizimle aynı taşlık yoldan yürüyerek kocasının kolunda lojmanın yolunu tutacağı için alkışlardık onu. 

Sesi güzeldi ya da değildi, şarkı söyleyebiliyordu ya da söyleyemiyordu, ne fark ederdi ki ? Orta yaşını almış, iki çocuk annesi, orta gelirli bir ailenin börek açan, turşu kuran, gün aşırı süpürge yapan ev kadını, allı güllü tuvaletler içinde sahneye çıkıp şarkıcıymış gibi yapıyordu ya, o bile az şey değildi seksenli yılların Türkiye’sinde. 

Çok az plak yapmış, sonra nedense ortalardan kaybolmuş Ceylan Ece’nin yüzü Fatma Teyze’nin yüzüyle karışıyor hafızamda. Fatma Teyze’nin assolisti olduğu Elazığ Orduevi’nin bahçesinde, 12 Eylül sonrası Elazığ’a ilk ziyaretini yapacak olan Kenan Evren’i beklediğimiz gün geliyor aklıma. 

Geliş haberi kulaktan kulağa yayılmış, lojmanlardaki bütün subay-astsubay eşleri, en süslü gün kıyafetlerini giyip, Orduevinin kuaföründe en seksenli yıllar saçlarını yaptırmış, sonra çocuklarıyla beraber bahçede toplanmıştı. Kimi Pamela’ydı, kimi Sue Ellen, kimiyse Leydi Di... Sarı sıcak bir yaz günüydü. Kenan Paşa saatler sonra geldiğinde hep beraber ayağa kalkmıştık. Resmi arabadan inmiş, eliyle uzaktan selam vermiş, biz deli gibi alkışlarken o, Orduevi binasından içeri girip, odasına çıkmıştı. 


Saatler süren bekleyişimiz sırasında, kuaför salonundaki Hey dergisini aşırmış, bahçede bir köşeye çekilip başından sonuna okumuştum. Bülent Ersoy, Bo Derek’e özenmiş, uzun saçlarını onun gibi tutam tutam ördürmüştü. Derginin kapağını onun Bo Derek saçlı pozu süslüyordu. Bir süre sonra gazetelerde Bülent Ersoy’un sahne yasağı haberlerini okuyunca Kenan Evren’in o gün benim Orduevi bahçesindeki masalardan birinde bıraktığım Hey dergisini her nasılsa bulup Ersoy’un o resimlerini gördüğünü ve çok kızdığını düşünmüştüm. Uzun zaman Bülent Ersoy’un sahne yasağının suçlusu olarak gördüm kendimi. Neyse ki Kenan Evren, Fatma Teyze’yi şarkı söylerken görmemiş, ona da yasak getirmeye kalkmamıştı da gazino sahnelerinden bir assolist eksilmiş olsa bile, bizim sahnemizden eksilmemişti.

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder