Yeter ki Müzik Olsun
  • Seninle Üç Dakika
  • _Giriş
  • _1975
  • _1976
  • _1977
  • _1978
  • _1979
  • _1980
  • _1981
  • Röportajlar
  • Konser Yazıları
  • _2019 Konserleri
  • _2018 Konserleri
  • _2017 Konserleri
  • _2015 Konserleri
  • _2016 Konserleri
  • _2014 Konserleri
  • Günün Şarkısı
  • Albüm / Şarkı Eleştirileri
  • Güncel
  • Yıldızlar
  • Klasikler
  • Ses Dergisi
  • Günlükler
  • _Eurovision 2011 Günlüğü
  • _Eurovision 2010 Günlüğü
  • _Nasıl TV Programı Yaptık?

 KÖFN - "Bir Tek ben Anlarım" 


Yakın zamana kadar popüler müzik dinleyicisi için öncelik şarkıcıdaydı. İyi bir şarkıcı, etkileyici bir ses her hâl ve şartta iş yapardı; kötü şarkıları bile dinletebilir, sevdirebilirdi. Evrilen teknoloji, değişen müzik dinleme alışkanlıklarımız her şeyi tepe takla ettiği gibi şarkıcı odaklı beğenilerimizi de tersine çevirdi. Şarkı odaklıyız artık. Şarkıcının kim olduğunu merak etmeyecek kadar da ileri gidebiliyoruz üstelik. Bir gecede meşhur olmak, şandan şöhretten sokakta yürüyememek, başının üzerinde ansızın “star” halesinin konduruluvermesi gibi şeyler hiç kolay değil artık.


Bu yüzden bana fikir soran genç müzisyenlere hep şunu tavsiye ediyorum: Çıkardığınız her şarkıyı, yaptığınız her albümü, çektiğiniz her klibi, çıktığınız her konseri milyonlar dinliyor / izliyormuş duygusuyla hareket edin. Varsın yüz kişi dinlesin, varsın kapıda kırk beş bilet satılsın. Günün birinde sahiden milyonlar dinlediğinde / izlediğinde hissedeceğiniz sorumluluk, o hem cesaret veren hem kemiren endişe ve bir sonraki işiniz için göstereceğiniz titizlik ve ciddiyet ne olacaksa, üçler beşler dinlediğinde / izlediğinde de o olsun. O olsun ki bir gün geriye dönüp baktığınızda yüzünüzü buruşturmayın, bir gün sizi keşfettiklerinde ve geriye dönüp baktıklarında yüzlerini buruşturmasınlar.


Daha önce de yazdım; Salman Tin son dönemin en iyi şarkı yazarlarından biri. Başından bu yana yayımladığı her şarkıyla bunu gösteriyordu. Hem solo şarkıları hem Bilge Kağan Etil’le KÖFN olarak kaydettiği şarkılar, iki farklı anlayışla, iki ayrı koldan Salman Tin müziğine dikkat çekti. 2018’den bu yana üst üste konulan işlerde tek boş yoktu ve haliyle günü gelince bir patlama kaçınılmazdı.


İşte geçtiğimiz mart ayında yayımlanan KÖFN şarkısı “Bi’ Tek Ben Anlarım” o patlamanın fitilini ateşledi. Şimdilerde hem KÖFN hem de Salman Tin şarkıları daha önce hiç olmadığı kadar revaçta. Ve evet, geriye dönüp 2018’den beri yapılmış şarkılara baktığımızda da yüzümüzü buruşturmuyoruz.


Salman Tin’in kendine has bir dili, bir söz cambazlığı, yerelden (dozunu abartmadan) beslenen bir melodi zenginliği var. Bilge Kağan Etil’in düzenlemelerindeki güncel ve modern “sound”, ucuzluğa kaçmadan sade, gösterişsiz ama ihtişamlı olabilmenin mümkün olduğunu gösteriyor. İkilinin başından beri video klip yönetmenliğini yapan Samet Eruzun ve Ümit Şahin’in kliplerde yarattıkları esprili ve absürd atmosferin süreklilik taşıması da zekice bir plan. (İlk kliplerden birinde benim bile tufaya düşüp “Bu çocuklar da kamera karşısında pek acemi,” yazmışlığım var.)


Şarkı çıkalı neredeyse üç ay olacak. Ne zaman, nerede kulağıma çalınsa, hangi “playlist”te karşıma çıksa, yandım Allah gün boyu düşmüyor dilimden. Yapışıp kalıyor. KÖFN konser videolarına bakıyorum. Cayır cayır tam tekmil eşlik ediyor herkes. O bir vakitler BPM sayan radyolar bile çala çala liste başı ettiler şarkıyı haftalardır. Fazla söze gerek yok; buna “hit” deniyor.


Bu arada yazmadan geçemeyeceğim. KÖFN’ün bağlı olduğu Hypers, belli ki bu şarkıyı Zeynep Bastık üzerinden “promote” etmeye çalışmış. Şarkı 18 Mart’ta yayımlanıyor, 19 Mart’ta Bastık’ın Bostancı Gösteri Merkezi konserine KÖFN konuk oluyor ve birlikte bu şarkıyı söylüyorlar. Sonra hooop 31 Mart’ta Bastık’ın YouTube kanalında bu şarkının yine birlikte söyledikleri akustik videosu yayınlanıyor. Sonuç? Bu yazının yazıldığı gün itibariyle KÖFN’ün videosu sekiz milyonu aşmışken, Bastık’ın kanalındaki video dört buçuk milyondaydı. Tweet bu kadar.

0
Share

Evdeki Saat - "Huzursuzluğun Meyvesi"


Müzik yapan da dinleyen de çok ama müzik okuyan pek kalmadı malum. Ona mukabil yazan da kalmadı gibi. Sosyal medya duyuruları, basın bültenleri cümleleri, Spotify kategorizasyonları ve Zorlu PSM ilanları arasında sıkıştık kaldık. Onlarla tanımlanıyor kimin nasıl müzik yaptığı, ne yaptığı. Haliyle onlar da tarafsız, analitik, eleştirel, geniş açılı, diyalektik bakış açıları sunmuyor okuyana.


“Üçüncü Yeniler” deniyor mesela. ‘70’lerden bu yana Türkiye’de üretilen müziğe şahit olmuş, öncesini de araştırıp öğrenerek hatmetmiş biriyim ya, ister istemez “E bunun ikincisi, birincisi neydi ki?” diye düşünüyorum. Şiirdeki “İkinci Yeni”nin bir uzantısı olarak kullanıldığını biliyorum bilmesine ama Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı, Muzaffer İlhan Erdost’u filan sarı sayfalı popüler “edebiyat” dergilerinin posterine, çıkartmasına, hatta çantasına dönüştürmüş zamanın ruhuna alışamamışım ki daha, ona alışayım.


Her dönem yaldızlı cümleler, havalı tabirlerle yeni yeni müzik türleri icat ediliyor. Her dönemin genç kuşağı böylece kendinden önceki kuşakların dinlediklerini dinlemiyor olmanın gönül rahatlığıyla süregelene kafa tutmanın, düzeni değiştirmenin ve kendi dilini icat etmenin o sadece ama sadece genç yaşlarda yaşanabilecek hazzına eriyor. Bütün tekamülün altında saklı tekerrürün farkına vardığındaysa zaten artık genç olmuyor. İstisnalar asla kaideyi bozmuyor. Eşyanın tabiatı hükmünü sürüyor.


Evet, özellikle Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar, Büyük Ev Ablukada gibi (bir dönem tuhaf isimli gruplar şeklinde kategorize edilen) grupların başı çektiği bir tayfanın şarkılarındaki alegori, ironi ve metafor sağanağının İkinci Yeni’yle benzeşen bir tarafı yok değil. Ama bir Üçüncü Yeni icat edeceksek şayet, Murathan Munganları, Küçük İskenderleri ve ardıllarını nereye koyacağız? Şarkı sözü şiiri nereye kadar, ne kadar ikame edebilir ki? Niye etsin ki? Devrini doldurmuş düşünceler, modası geçmiş endişeler mi yoksa bunlar? Kafam karışık.


Şöyle ya da böyle müziğin, özellikle de şarkı sözlerinin uzunca bir süre içinde boğuştuğu “aşk-ihanet-gözyaşı-drama-kin-intikam-nefret-atar-gider” sarmalından kurtulmamıza ve şöyle bir rahat nefes almamıza vesile oldukları için yukarıda saydıklarım ve benzeri genç gruplara, şarkı yazarlarına minnet borçluyuz. Gerçi aynı dönemde yükselen “rap” o sarmalın daha keskin ve küfür kıyametlisini musallat etti başımıza (incelikli ve zeki olanı, yani az birazı hariç) o ayrı mesele ama söz konusu grupların müziğini o yapay ve sevimsiz kategorizasyonların arasından çekip çıkarıp da dinlerseniz, içiniz epeyce ferahlıyor.


İşte Evdeki Saat de böylesi nefes aldıranlardan biri. Yakın dönemin yükselen değeri Evdeki Saat. Ta 2014’ten bugünlere dek gelen bir zaman aralığında, adını yavaş yavaş duyuran, yerini yavaş yavaş sağlamlaştırıp müziğini yavaş yavaş benimseten Evdeki Saat, şimdi geldiği yerde ziyadesiyle tanınır olmanın, ne yapsa dinlenir olmanın tadını çıkarıyor muhtemelen.


Kimi zaman grubun belkemiği kimi zamansa tek başına bizzat Evdeki Saat’in ta kendisi olmuş Eren Alıcı, daha öncesinde birtakım kayıtlar yapmış, bunları çeşitli mecralardan yayımlamış da ama Evdeki Saat ismiyle yayımlanan ilk kayıtlar 2014 yılına denk geliyor. 2014’ten 2017 Nisan’ında yayımlanan “Bizi Orada Arama” adlı ilk resmi albüme kadar gelen süreçte yapılmış kayıtlardan sadece “Eski ve Tozlar İçinde” adlı şarkı var Spotify’da. Geriye kalan 17 şarkıysa Evdeki Saat YouTube hesabından dinlenebiliyor.


Yani Evdeki Saat’in resmi macerası “Bizi Orada Arama” albümüyle başlıyor denebilir. Aslında müziğindeki evrim de tam olarak bu albümden sonra başlamış. O zamana dek “soft-rock” ya da “pop-rock” diyebileceğimiz türde, akustik kaydedilmiş şarkılar var Evdeki Saat diskografisinde. 2018 Ocak ayında yayımlanan ilk tekli “Yanlış Var”dan başlayarak Evdeki Saat’in müziği elektronik altyapılı “synth pop”a dönüşmüş.


“Rock” furyasının egemen olduğu dönemde müzisyen olmaya heves eden gençlerin büyük yüzdesi “rock”çı olmak üzere çıktı yola. Onlardan öncekiler popçu olmaya yeltenmişti, daha eskileri tavernacı, arabeskçi, türkücü vs… İnternet teknolojisi dünyayla birebir entegre etti ya bizi, artık özenilen kişiler doğrudan sınırların dışından. “Rock”çı olmak isteyenin örneği Teoman, Şebnem Ferah, Duman filan değil artık (sahi bir ara bütün genç “rock”çılar onlar gibi söylüyordu.) Türlü çeşitli ülkelerden türlü çeşitli alternatif gruplar ya da şarkıcılar, kimi zaman büyük kimi zamansa çok küçük isimlerin farklı müzik türleri ilham veriyor Türkiye’deki genç müzisyenlere.


Gelin görün ki yolumuz yine dönüp dolaşıp popla kesişiyor. “Pop bitmez. Kendisine alternatif üretilen türleri içine alır, yutar ve yoluna devam eder,” dediğimde “Olur mu öyle şey?” diyenler olmuştu. Bu benim kişisel öngörüm, kehanetim değildi oysa; hayatın doğal akışıydı. Nitekim yine şaşmadı. Alternatif sahnelerde müzik yapanların çoğu o yaldızlı cümlelerin, havalı tabirlerin bilet sattıran, link tıklatan cazibesinin gölgesinde bir dönemin pop müziğine göz kırpar oldular nicedir. Türkiye’de alternatif müzik denilen şey ‘80’lerde Depeche Mode, a-ha, Alpahaville ve hatta Modern Talking gibi bayıldığımız, kimisini hafife aldığımız grupların ve dahi ‘90’lar Türk popunun kaotik atmosferinin bir retrospektifine dönüştü.


Kötü bir şey mi bu? Bence değil. Bilakis ben kulağıma aşina geldiği için pek seviyorum “synth pop” tınılarını. Hele bir de birebir yurt dışındaki örnekleri “copy paste” edilmiyor, içinden ince ince yurttan sesler geçiriliyorsa bayılıyorum. Tıpkı Evdeki Saat’in yaptığı gibi.

Yerlileşememiş hiçbir müzik türü uzun vadede kalıcı olmaz, olmadı bu memlekette. Anadolu-“rock” boşuna türemedi. Seattle “sound”, Kadıköy “sound”a boşuna evrilmedi. Alaturka makamlar popa durduk yere girmedi. Rap boşuna arabeske bulanmadı. Say say bitmez.


Evdeki Saat 2018’de beş tekli, 2019’da dört tekliyle yoluna devam etmişti. Ancak onca kalabalık arasından öne çıkması, pandemi döneminde Bartu Küçükçağlayan ve Melikşah Altuntaş’ın “Mücbir Sebepler” adını verdikleri Instagram canlı yayın serisi sayesinde oldu. Her gece on binlerin izlediği o yayınlarda o günlerde yeni yayımlanmış “Uzunlar” şarkısının çalınması, Evdeki Saat’i daha önce hiç dinlememişlerin gözünü, daha doğrusu kulağını açtı. O şarkı değil de başka bir şarkı çalınsaydı ne olurdu onu bilmiyorum. Bir gün doğru iş, doğru yer ve doğru zamanla kesişir ve başarı hikayeleri genellikle böyle başlar. Burada da öyle bir şey oldu. Hesapsız, kitapsız, plansız ama doğru bir kesişme “Uzunlar”ı dillere düşürdü.   


Arzu etsin, amaç etsin, hedef kabul etsin ya da hiçbirini etmesin; “şan-şöhret-para” üçgeni üretenin hem başarı göstergesi hem de laneti oluyor eninde sonunda. Bin yıldır böyle bu. Tanınırlık, bilinirlik ve dinlenirlik, yapmak istediklerinizin daha fazlasını, daha cesurunu yapabilmek için bir konfor alanı yaratıyor üretene. Ve sizi her an içine çekmeye hazır tuzak da o konfor alanının tam orta yerinde duruyor:     

“Ya bundan sonra yapacaklarım bunun kadar ilgi görmezse? Ya yakaladığım ivmeyi sürdüremezsem? Ya 'Uzunlar' sönerse?”


O saatten sonra bu ve benzeri kaygıları hissetmeden yola devam edebilmek kolay değil. Çoğu zaman üreteni tökezleten de bu oluyor. Neyse ki Evdeki Saat “Uzunlar” eşiğini kazasız belasız atlayıp geçti. Daha “funky” tınılar içeren “Kötü Zamanlar” ve “Dibi Ne Kadar”la 2020’yi verimli kapattı, müziğinin çizgisi daha belirgin hale getirdi.  

2021’de yayımlanan “Hiç Uyanmasam” ve “Zaman Mekân”, melodik açıdan zengin, ritmik açıdan kulağı kolay yakalayan şarkılardı. Tabii ki tüm bu şarkıların hiçbiri bir “Uzunlar” sayısal başarısı getirmedi ama Evdeki Saat’i geriye de düşürmedi.


2022’yi ise gelecek yeni bir albümden teklilerle karşıladı Evdeki Saat. Önce “Sarmaşık”, sonra “Rüyadasın”, ardından “Sustum” teklileri ve nihayet “Huzursuzluğun Meyvesi” adı verilmiş albüm geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Aslında “Selahattin Sarıkaya Şarkıları” projesinden bir parça olan “Adana Köprü Başı” ise aynı gün hem albümün bir parçası olarak hem de bağımsız bir tekli olarak listelere girdi. Yedi şarkılık albümün üç şarkısını önceden dinlemiş, bir “cover”ını da albümle eşzamanlı olarak karşılamış olduk böylece.


“Adana Köprü Başı” çok kişinin anonim türkü bildiği bir Selahattin Sarıkaya bestesi. Evdeki Saat’in bugüne dek yayımladığı işler arasında hiç “cover” yok; en azından resmi kayıtlarında yok. Bu anlamda zaten ters köşe bir iş. Şayet bir saygı albümü işi olmasaydı da akla gelir miydi bu şarkıyı “cover”lamak, ona emin değilim. Ve fakat acayip bir şey olmuş. 


İtiraf edeyim, bir zamanların Anadolu-popunu üzerine bugüne dair hiçbir şey koymadan karbon kopya taklit eden grupları hiç sevemedim. Misal herkesin ayılıp bayıldığı Altın Gün bana pek bir şey ifade etmiyor. Barış Mançoların, Moğolların, Cem Karacaların, Seldaların ve dönemdaşlarının o zamanın imkânsızlıkları içinde kanla başla yaptıkları kayıtlar taş gibi duruyor hâlâ. Zamanında zaten dinlemişim, şimdi de dinlerim. Barış Manço, Cem Karaca hayatta değil diye bu tür müziğin en büyük pazarı haline gelen yurt dışı festivallerinde onların müziğini çalacak gruplar icat etmenin bende bir karşılığı yok.


Fakat Evdeki Saat’in “Adana Köprü Başı”nı çok sevdiğimi söyleyebilirim. Evdeki Saat, türkü formundaki bu besteyi Anadolu-popun etinden sütünden bir şekilde istifade eden pek çok genç gruptan, müzisyenden daha zekice, daha yaratıcı, daha parlak bir biçimde kendine uyarlamış. Yeni bir şey. Heyecan verici.


Buradan mı yola çıkıldı bilmiyorum ama albümde bu türküden hemen önce dinlediğimiz “İyi Nöbetler” de ılgıt ılgıt Anadolu kokuyor. Hem de halk edebiyatı cümlelerinden şarkı sözü devşirmeden, günün ifade biçimiyle cümleler kurarak. Bence önemli bir ayrım bu. Bu arada daha ilk dinleyişte şarkının nakarat kısımlarında “Hadi hadi yandan,” diyesiniz geliyorsa da işin aslı o da otantik bir melodik kalıp, “Namus”un bestecisi Arto Tunçboyacıyan’ın özgün bestesi içinde Anadolu’ya gönderdiği bir selam. Sorun yok yani.


Şarkı sözlerinde kare kare fotoğraflar çeken “Böyle İyiyim”, sakin ve kırgın bir aşk şarkısı. Şarkıya klip çekilmesine hiç gerek yok. Klibi kendi içinde saklı çünkü. Bu arada bu şarkı da aslında 2018’de akustik bir kayıtla Evdeki Saat’in YouTube kanalında yayımlanmış.


Evrensel bir “sound”a yerel motiflerin iğne oyası gibi işlendiği “Sarmaşık”, buzuki ve bağlamanın ahbap renkleri, ‘70’ler stili vokalleri ve “funky” yürüyüşüyle dinleyeni çabuk kavrayan bir başka şarkı. Tekli olarak yayımlandığında da çok sevdiğim “Rüyadasın” ise albümdeki favorim. Hani Nükhet Duru “Uzunlar” çok popüler olunca aldı söyledi, “Uzunlar” ve Duru’yu aynı cümle içinde kullanmayı aklına bile getiremeyecekleri şaşırttı ya… Keşke Ajda da alsa “Rüyadasın”ı söylese diye geçirdim içimden ilk dinlediğimde. Öyle de buram buram Ajda “vibe”ı tüten bir şarkı.


‘80’leri bizzat yaşayıp görmüşlerin o yılları üç saniye anımsadığında kendiliğinden çalmaya başlayan şarkılar, döndü dolaştı bugünün müziğine ilham oldu dedim ya yukarılarda bir yerde. Tam olarak böyle demedim gerçi ama demeye getirdim. Hah işte mesela al Evdeki Saat’in “Eksildi İçimizden”ini ver Pet Shop Boys’a söylesin. Oralardan bir yerlerden çıkıp gelmiş bir “sound”, elektronik dans müziğinin o günlerden bugünlere eskimemiş, her dönem kendini yenileyerek tekrar etmiş ritimleri ve pekâlâ bir gitarla da çalınıp söylenebilecek, “basic” bir melodik yapıyı sürükleyen anlamlı şarkı sözleri.  


Bir Ekşi Sözlük yazarı albümün açılışında yer alan “Sustum”u Empire of The Sun’ın “We Are The People”ına benzetmiş. Benzemiyor dersem yalan olur. O benzerliği bir kenara koyar da şarkının sözlerine bir göz atarsak, albümün adının en çok bu şarkıda saklı olduğunu söyleyebiliriz.


‘70’lerin toplumcu söylemleri ‘80’lerde bireysel bunalımlara, ‘90’larda eğlenceye vurmuştu kendini. Yakın geçmişte hem gelişen teknolojilerin hem de üstüne tuz biber pandeminin bizi getirdiği ruh hali, yalnız olma, yalnız kalma halini korkulacak ve hüzünlü bir şey olmaktan çıkarıp bir tercihe dönüştürdü. Bir zamanların bireyciliğiyle bunun arasında kocaman bir fark var. Çünkü artık sosyal medya sayesinde yalnızken de kalabalıklara karışmak mümkün. Kimseyle yüz yüze gelmeden kavga edebilir, dövüşebilir, âşık olabilir, flört edebilir, uzun uzun fikir alışverişinde bulunabilir, birileriyle dost ya da düşman olabilir ve günün sonunda üstünüzü başınızı hiç kirletmemiş olarak yatağa gidebilirsiniz.


Bu durum şimdilik bir lüks gibi dursa da aslında yaşadığımız zamanda ülkenin içinden geçtiği koyu karanlıkla hem çok ilgili hem de çok ilgisiz olarak üzerimize çöken huzursuzluğun da asıl sebebi. Nitekim son dönemin genç şarkılarında sıklıkla bu huzursuzluğun izlerini sürebiliyorsunuz. “Sustum” böyle bir şarkı. Aslına bakarsanız “Huzursuzluğun Meyvesi” bütün dans ritimlerine, yüksek enerjisine rağmen böyle bir albüm.


Bu arada “Huzursuzluğun Meyvesi”, Twitter’da Cihat Akbel isimli kullanıcı tarafından atılan bir “tweet”e ithafen konulmuş bir isimmiş ve söz konusu “tweet” şöyleymiş: “Hiçbir zaman huzuru bulacağımı düşünmüyorum fakat artık bu huzursuzluk meyvesini vermeli.”

Albümdeki düzenlemelerde Eren Alıcı, Yüce Akın, Bahadır Kartal, Kaan Ceylani ve Kerem Demirayak’ın imzalarını görüyoruz. Kapak tasarımı ise Afterworks tarafından yapılmış.


Günün müzik pazarlama stratejistleri albüm yapmayı hiç ama hiç önermiyor. Dijital platformlar zaten albüm yapılmasın da sirkülasyon hızlansın diye müzisyenleri sıkboğaz ediyor. Türkiye’de müzik zaten hiçbir zaman gerçek anlamda bir sektöre dönüşmediği için bu yeni düzen en çok bizim müzisyenleri vuruyor. Yoksa müziğin bacasız sanayi olduğu ülkelerde hâlâ çatır çatır albüm yapılıyor. Sözün kısası albüm yapmadığı ya da albüm niyetine üçer beşer şarkılık işler yaptıkları için müzisyenlere kızmak haksızlık olur. Yine de bunca birikimin ardından yapılmış bu albümün en azından on şarkı olmasını isterdim kendi adıma. Bir “boomer”lık etmeden yazıyı bitirecek değildim herhalde.

0
Share

Sefo & Capo - "Isabelle" 


Kendime çok gülüyorum. Daha birkaç yıl öncesine kadar albümleri / şarkıları didiklediğim yazılarımda tek bir prozodi hatası için paragraflarca cümle kurmuşluğum vardı. Aman Allah’ım o ne bilmişlik! Yok orada o “aaaa” uzatılmazmış da, öbür taraftaki o “rrr” vurgulanmazmış da… Vıdı vıdı vıdı… Hele “auto-tune” denen meret tam bir felaketmiş. Duyduğum an “Geldi yine tipini…” diyormuş, kapatıveriyormuşum çat diye.

Müzik eleştirisi de ancak bu kadar işe yarar işte. Ne oldu? En prozodi hatalı, en artikülasyonu, diksiyonu bozuk şarkıcılar, en “auto-tune”lu şarkılar kazandı. Yavuz Bey hadi itiraf et, utanma; bazılarını sen de dinliyor, hatta seviyorsun şimdi.


Eh, popüler müzik de böyle bir şey. Gelen her yeni kuşak bir önceki kuşağın yaptıklarını alaşağı eder, tepki çeker, eleştirilir, öfke doğurur hatta yasaklanır, sonra paşa paşa kendini kabul ettirir. “Rock’n roll” dan başlayarak okuyun popüler müziğin hikâyesini. Hepsini anlatıyor tarih.

Şimdilerin popüler şarkılarını dinlerken çoğunlukla üç cümle ya anlıyorum ya anlamıyorum. YouTube videolarını 1.25 hatta 1.50 hızla izleyen, 15 saniyelik bir “story”nin ya da Tik Tok videosunun sonunda ne olacağını anlayıp beş saniyede bir sonrakine geçen, türlü çeşitli oyunlarda saniyelerle yarışmayı çocuk oyuncağı eden, anlık refleksleri palazlanmış bir kuşak var sonuçta. O kuşağın yaptığı ve dinlediği şarkılar bunlar. Bu şarkıların sözlerini de bir dinleyişte anlıyor haliyle.


Ben o arada sözleri aratıp buluyorum, ekrandan okuyorum ama yine anlamıyorum. Başka bir dil, başka bir ifade biçimi, bambaşka bir duyarlılık ve ruh hali. Galiba bize anlamaya çalışmak düşüyor. Müziğin, şarkının, şarkı sözünün, şarkı söylemenin, armoninin, melodinin bin yıllık kurallarına, kaidelerine, konservatuarlarına, hocalarına, akademik bıdı bıdılarına rağmen böyle bu. Hayat yeniliyor kendini. Bunun ne kadarını tekâmül, onu zaman gösterecek. Kim içinden geçtiği zamanı, içinden geçerken doğru anlatabilmiş ki?


Bir ülkenin popüler müziğinde eğilimleri her zaman orta-alt ekonomik düzey ve kültür belirler. Bir üst kültürün kendine tehdit gördüğü eğilimleri kendince temize çekme, sterilize ederek benimseme çabaları ise her zaman boşa çıkar. TRT’nin “acısız arabesk” komedyası, şahit olanların hiç unutamadığı bir ibret vesikasıdır misal: “Henüz üç yaşında bir gardaşım var, seni ondan bile kıskanıyorum.”


Daha yakın zamana kadar “creme de la creme” gece kulüplerinin, sonradan görme “beach”lerin, Bebek sahilinde turlayan üstü açık son model arabaların gözdesi popçular tahtlarını sokak çocuklarına bırakmanın inanılması ve hazmedilmesi güç hezimetiyle onların yakınına dükkân açmanın yollarını arıyor şimdi. Kolay değil. Kırmızı ışıkta durduğunda arabasının camlarını silmeye yeltenen çocuğu ya kovar ya eline üç beş sıkıştırıp savarlardı oysa. Şimdi o çocukla düet yapmanın yollarını arıyorlar. Garip bir paradoks. Onu ya da ötekini yüceltmek için yazmıyorum bunları. Durum tespiti yapıyorum sadece. Aslında söylemeye gerek yok ama bu zamanda altını çize çize söylemek gerekiyor artık: Durum tespiti yapmak, tespit ettiğin durumu onayladığın anlamına gelmez. 


Varsın Zeynep Bastık, sponsorlu koltuğunda akustiğe yatırıp çitilesin o şarkıları. Varsın Mustafa Ceceli Kanlıca sırtlarındaki stüdyosunda bir yanına Kurtuluş Kuş’u, bir yanına Burak Bulut’u alıp Esenyurt’a selam göndersin. Semicenk günün birinde Bodrum’a yerleşip köy muhtarı olmaya karar veren Funda Arar’ın Göktürk’teki villasını satın alabilir. Ziynet Sali, Demet Akalın, Hande Yener, Gülşen ve Murat Boz’la birlikte verdiği nostaljik “Şimdi 2010’lar” konserinden çıkıp Bilal Sonses’in Altın Tıklama Ödülü alacağı törene seyirci olarak katılabilir. Belki aynı gece Sefo da Açık Hava’daki sekizinci konserine çıkar; önceki yedi gece gibi o gece de “sold-out” olmuştur. Bilemeyiz.


Şimdilerde herkes Sefo’dan konuşuyor ama kimse Sefo’yla konuşmuyor, onu anladım. Sağdan saysanız iki, soldan saysanız üç röportajı var internette. Ana akım medya çok temkinlidir bu konularda. Her yeniyi hemen bağrına basmaz, genellikle geriden takip eder popüler olanı. “Bakın böyle biri var, ilginizi çekebilir,” demez de o birinde ancak toplum tarafından ilgi gördükten sonra haber değeri bulur. Buna alışkınız. Ama şu da bir gerçek ki yeni neslin müziğini yapanların da kendilerini anlatmak, tanıtmak gibi bir dertleri pek yok. Sadece şarkı çıkarıyor, yeri geldikçe de konser yapıyorlar o kadar. Kim bilir belki de anlatacak hikâyeleri yoktur. Öyle ya eskilerden kime sorsan şu orkestrada başladım, şu müzisyenlerle çalıştım, buralarda sahne yaptım filan diye anlatır da anlatır. Şimdikilerin ortak hikayesiyse şöyle: “Lisedeyken müzik dinliyordum, sonra bilgisayar aldım ve müzik yapmaya başladım. Şarkılarımı internete saldım ve bir gün bir tanesi viral oldu.”


Haksızlık etmeyeyim ama pek çoğunun anlatacağı bundan ibaret. Sefo’nun da aynen öyle olmuş. 1998 yılında Samsun’da doğan ve gerçek ismi Seyfullah Sağır olan Sefo’nun, küçük yaşlarında Ceza’yla başlayan “rap” sevdası, 50 Cent’le ve sonrasında daha “underground” isimlerle devam etmiş. Dinleye dinleye geldiği yer de bizzat bu işi yapmak olmuş. 14-15 yaşlarında yazmaya, şarkılar üretmeye başlamış. Önceleri yaptıklarını duyurabilmek için bir dolu insana “mail” atmış ama kimseden dönüş alamamış. İlk şarkısı “Yalan”ı 2018 yılında yayımlamış. 2019 yılında sosyal medya fenomenleri Ala Tokel ve Ahmet Aksöz’ün destek verdiği “Derdi Ne?” şarkısı viral olunca da onu başından beri takip edenlerin dışında bir kitlenin ilgisini çekmeyi başarmış.


Ardı ardına gelen “rap” işlerden sonra ufak ufak pop “sound”undan beslenmeler, önce “Toz Duman” sonra bir başka sosyal medya fenomeni Reynmen’le birlikte kaydettiği “Bonita” ve derken “Bilmem mi?”yle gelen büyük tanınırlık. İlkokul çocuklarının okul bahçesinde olanca sevimlilikleriyle bir ağızdan “Bilmem mi?” söyleyip eğlendikleri o video, bu karanlık günlerde hangimizin içini açmadı ki? Yılların burnundan kıl aldırmayan Altın Kelebek’i bile gidip Sefo’ya kondu bu şarkı sayesinde. Kral TV Video Müzik Ödülleri çoktan tarihe karışmamış olsaydı, oradan da payını alırdı hiç şüphe yok.


Sefo’nun aslında “Muu?” şarkısıyla başlayan pop, daha doğrusu “reggaeton” açılımı karşılığını çabuk buldu. Sonuçta “reggaeton” dediğimiz şey de “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” memleketin evvel ezel pek bayıldığı kıvrak ve ateşli Latin tonlarından, ritimlerinden devşirme. Hadi onu da geçtim, düpedüz halay ritmi be kardeşim. Bir yandan müstehzi Mahmut Tuncer şakaları yapıp bir yandan “reggaeton”a ayılıp bayılmalar da Orta Asya’dan geldi geleli Boğaz’ın hangi yakasına daha fazla meylettiğini hiç bilememiş bizlerin yüz bin milyon “bu ne yaman çelişki”sinden sadece biri.


Zaten Sefo da ister “reggaeton” deyin ister düz halay, ritmi bir yana, şarkı söyleme biçimiyle de Anadolu’nun bağrından kopup geliyor. O bağır tam olarak neresi, onu bilmiyorum. Çünkü aşina olduğumuz hiçbir aksana benzemiyor Sefo’nun aksanı. Güneydoğu değil, Kars, Azerbaycan değil, Ege değil, İç Anadolu değil ki Sefo Samsunlu ama Karadeniz hiç değil. Gerçi bu yeni aksan Sefo’nun icadı da değil. Böyle bir Müslüm Gürses edası üstüne gurbetçilerin üçüncü kuşak Almanca-Türkçe kırması sosu, belki bir parça siyahi Amerikan çeşnisi filan derken “rap-trap-hip hop-şu-bu” türevi Türkçe müzik yapanların benimsediği aksan bu oldu. Oysa videolarını izliyorum Sefo’nun; bildiğin İstanbul Türkçe’siyle konuşuyor. Şarkı söylerken niye böyle oluyor onu bilmiyorum. İçten gelen bir şey olsa gerek. Yermek için söylemiyorum; durum tespiti yapıyorum sadece (bak yine!..)


“Bilmem mi?”nin 2021 yılının ikinci yarısında damgasını vurmasından sonra 2022’yi “Affettim” teklisiyle açtı Sefo. Ardından “Bilmem mi?”nin İspanyolca versiyonu “Mirame”yi Meksikalı grup Reik ile kaydederek ilk dünyaya açılma denemesini yaptı. Peki sonuç ne oldu? “Büyük beğeni toplayan şarkı başta Meksika olmak üzere Fransa, İtalya, İspanya, Yunanistan, Norveç, Portekiz gibi birçok ülkenin listelerine ve dünya çapında yüzbinler tarafından takip edilen Global X gibi listelere üst sıralardan girdi ve kapağında yer aldı.” (Daha doğrusu almış; ben basın bülteninin yalancısıyım.)


Peşi sıra genç rapçi Revart ile Aerro prodüktörlüğünde “Yarım Kalır” şarkısını yayımlayan Sefo’nun yakın dönemde servis edilen yeni “hit”i ise “Tuzak” oldu. Şarkının ilk dinleyişte bir defada anladığım ve aklıma yer eden “mükemmel bir film tadında” cümlesi nicedir dilimde dolaşıp duruyor. Gerisini de söyleyeyim istiyorum hatta ama bir türlü oturup çalışacak fırsat bulamadım. Çünkü ezber yapmanın en iyi yolu okuduklarınızı bir mantığa oturtmak, hikâye ederek akla sokmaktır. Ama daha ilk cümleler “Gümüş gerdanında tutsaktı ben ellerinde,” olunca ne mantık kalıyor ne hikâye. “Bir mendil niye kanar?” diye sorardı Edip Cansever bir şiirinde. “Bir yapı çıldırabilir mi?” diye sorardı Tomris Uyar bir öyküsünün ilk cümlesinde. Kafa yorardık. Aynı şey mi? Belki de… Kim bilir? (Emin olun, bu da bir durum tespiti.)


Sefo geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni şarkısı “Isabelle”i ise (basın bülteninde “Isabella”, diğer her yerde “Isabelle” yazıyor) Türkiye kökenli bir aileden gelen Alman rapçi Capo ile birlikte kaydetmiş. Şarkı kulağa çok tanıdık gelen gitar tınıları ile başlayıp ele, ayağa, nerenizle ritim tutuyorsanız oraya çok tanıdık gelen ritimlerle devam ediyor. Bu tür, bu tarz müzikte şarkıların fena halde birbirine benzemesi şimdilik bir sorun değilmiş gibi gözükse de zamanla usandırır mı? Bence usandırır. Hiç 130 BPM pop sevmemişlerin en büyük argümanıydı ya: “Popta bütün şarkılar birbirine benziyor,” denirdi. Çünkü “sample”lar kardeş, “loop”lar akraba, “kick”ler “drum”lar ruh ikiziydi. Müziğe elektroniğin girmesinin bir bedeli vardı, ödenecekti. Şimdi aynı yoldan popa “alternatif” türler yürüyor.


“Isabelle” kıpır kıpır, fıkır fıkır. Kızgın kumlardan serin sulara atlarken fonda çalsa “değiştirin şunu” demez kimse. Kaldı ki hepi topu 2 dakika 25 saniye, “değiştirin” desek bile değiştirene kadar bitiverir. Şarkının Almanca kısımlarını (dili bilenler hariç) zaten anlamıyoruz, Capo yüzümüze küfretse (ki “rap”te kuvvetle muhtemeldir malum), “yaya” deyip geçeriz. Türkçe kısımları deseniz… Yıllar yılı sıkıldığımız, yerden yere vurduğumuz saçma sapan Türkçe pop şarkı sözlerine alternatif mi arıyorsunuz? Misal, “Onu sal, yola gel, bi’ tutam karamel” cümlesinin bizi arkamızdan itip 130 BPM şarkılarda arayıp da bulamadığınız mana derinliğinin içine yuvarlaması pekâlâ mümkün olabilir. Tıpkı “Bu kız bir afet bir afet, bu kız felaket felaket,” ya da “Dedim götür beni aya,” cümleleri gibi.   


Fark ettiyseniz hiç rol yapmadım, bu tür müziği çocukluğumdan beri dinlermiş ve severmiş gibi davranmadım. Benim çocukluğumda bu tür müzik yoktu zaten, yemezdiniz. Kendisinden önce gelen diğer kuşaklarla arayı zart diye açıveren z kuşağını yakalamaya çalışmak çok kere zavallı bir çaba gibi görünebilirken sadece anlamaya çalışmak bile insanı “rahmetli” konumuna düşürebiliyor. Ve fakat x, y ya da z her neyse, bir kuşağın kendisinden önce hiçbir şey yapılmamış, yazılmamış, çizilmemiş, söylenmemiş sanması, sanmasa bile öyle saymasında, aslında tarihin bir yerinden tekrar ettiği şeyleri ilk defa yaptığına inanmasında da acıklı bir cehalet yok mu?  

Acaba bir müşterek mi bulmalı? Birbirimizi tanısak… Sever miyiz?

1
Share

TARKAN - "GEÇÇEK"


Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu? Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.

Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert, uydurmasan ayrı dert.

Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni şarkısını.


Her perşembe gecesi saatler 12’yi vurduğunda dijital platformlara boca edilen yüzlerce yeni şarkı arasından sıyrılsın diye Tarkan’a özel bir ayrıcalık tanındı. Şarkı saatler 12’yi vurmadan üç saat önce düşürüldü platformlara. Ben şahsen oturup dakika dakika bekledim bilgisayar başında. Eminim çok bekleyen oldu benim gibi. Demek ki işe yaradı. Kimileri bunun bir haksızlık olduğunu yazıp çizdi sonrasında, onları da gördüm. Bence değildi. Çünkü o kimilerinden bazıları da listelerde görünür olmak için haftada bir şarkı çıkarıyor misal. O da bir öne çıkma çabası, bir rekabet üçkağıdı (ya da pazarlama taktiği) değil mi sonuçta?


Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.

“Kötü…”

“Çok kötü…”

“Tarkan bunu senden beklemezdim.”

“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”

“Tarkan vurdu gol oldu!”

“Tarkan farkı.”

“Geççek ne abi ya?..”


Twitter’ı açınca insanda gece gezmesi sonunda mekândan çıkarken paparazzi mikrofonları ağzına dayanan ünlü psikolojisi hasıl oluyor ister istemez. Herkes ama herkes gündemdeki konuyla ilgili senin ne düşündüğünü merak ediyor o anda. Öyle bir hisse, telaşa kapılıyorsun. Acilen fikir beyan etmeli, dakika sekmemeli.

“Kötü… Çok kötü!”

“Mükemmel, süper, olağanüstü!”

Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın. Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler, “retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.


“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.

Bak Demirel dedim hooop geldik mi siyasete? Gelelim çünkü asıl kıyamet orada koptu. Eğer bu şarkı ortalama bir aşk şarkısı olsaydı yine aşırı beğenmeler ve aşırı beğenmemeler arasında gidip gelecektik her zaman yaptığımız gibi. Bu da üç bilemediniz beş gün sürecekti, o kadar. Ama onu da gölgede bırakan bir şey oldu bu defa. Şarkının sözleri yeni ve daha önce görülmemiş bir başka kutuplaşma ihtimalini orta yere bırakıverdi ki biz bizim her çeşit kutuplaşma ihtimalimizi sevmiştik zaten nicedir. İstisnasız her şey ama her şey kutuplaşmamız için bir sebep olabilirdi. Fırsatı kaçırmadık, hemen bir kere daha kutuplaşıverdik. Hemen oracıkta… Yani daha şarkı çıkalı yarım saat, bir saat bile geçmemişken üstelik.


‘70’leri yaşayanlar bilir, o dönemde sokakta elinizde gazeteyle gezemezdiniz. Çünkü elinizdeki gazetenin siyasi eğilimine göre ya sağcılar ya da solcular tarafından potansiyel düşman görülüp oracıkta vurulmanız işten bile değildi. Abartı değil, oldu böyle şeyler. İşte o zamanlar elinizde bir gazeteyle sokakta gezmek neyse, şimdilerde sosyal medyada siyasi bir fikir belirtmek de aynı şey. Tek fark silahla vurulacak kadar hayati bir tehlikeyle karşılaşmamanız. Yani en azından şimdilik öyle…


Peki “Geççek”in siyasetle ne ilgisi var? “Geççek” siyasi bir şarkı mı? Aslına bakarsanız değil. Öte yandan yaşadığımız hayatta ne siyasetle ilgili değil ki? Hele ki sanat siyasetten bağımsız düşünülebilir mi? “Sen sanatçısın, sanatını yap, siyaseti siyasetçiler yapsın,” kafalarına hiç girmiyorum bile. Olmaz öyle şey! Kahvede tavla atan kasketli Osman Amca kadar “megastar” Tarkan’ın ya da şunun ya da bunun da siyaset konuşmaya, fikir belirtmeye hakkı vardır. Bunu ister doğrudan doğruya yapar, bir safta yer alır, hatta aktivist olur, isterse de kendinde saklı tutar, tarafsız olur ya da en azından öyle görünür. Bu yüzden durduğu yere göre kimi kez kızarız, küseriz, eleştiririz ya da daha çok alkışlarız, bağrımıza basarız o ayrı mesele. İçine top tüfek ya da en az onlar kadar tehlikeli katıksız önyargı girmediği sürece o da bizim fikir beyan etme hakkımız.


Ama gelin görün ki “Geççek” siyasi bir şarkı değil. Misal bir “Yiğidim Aslanım” gibi açık bir siyasi slogan, vurgu taşımıyor. Zaten şarkı bir anda öyle bir yere konulunca “rock”çılar filan kendi şarkılarını paylaşmaya başladılar: “Bakın siyasi şarkı böyle yapılır, öyle yapılmaz, biz daha siyasiyiz, en siyasi biziz,” filan diye. İyi güzel, buna bir itirazımız yok ama şarkılar kendi kaderlerini kendi tayin eder /etmiştir tarih boyunca, buna da yapacak bir şey yok. İçinden geçilen zamana, hâle, duruma göre şarkılar bazen anlamlarını aşar ve beklenmedik misyonlar üstlenebilir. O misyonu üstlensin diye yaptığınız şarkılar bazen hiçbir işe yaramaz da ummadığınız şarkılar yarar ne çare. Örnek mi? Basit bir hafif Türk müziği şarkısı olan ve yayımlandığı dönemde bile dile düşmemiş, dikkat çekmemiş “Dur Bakalım” adlı şarkının yıllar sonra neye dönüştüğünü en iyi o siyasi “rock”çı arkadaşlar bilir ama nasıl dönüştüğünü kimse bilemez. Hiçbir zaman da bilemeyecek.


Ya da zamanında sadece belli bir siyasi görüşün bayraktarlığını yaptığı herkesin malumu Ahmet Kaya şarkılarının bugün beyaz Türk’ünden türbanlısına, Kürt’ünden milliyetçisine herkes tarafından dinlenir, sevilir olmasını nasıl açıklayacağız? Benzer minvaldeki Zülfü Livaneli şarkılarının yıllar içinde herkesin birlikte söylediği türkülere dönüşmesini? Şenay’ın “Sev Kardeşim”inin sözlerinde siyasi bir mesaj var mıydı? Ne oldu da bir dönem CHP mitinglerinin vazgeçilmez şarkısı oldu? Örnekler çoğaltılabilir. Yani bir şarkının, bir görüşün, bir inanışın, bir kitlenin, bir eylemin şarkısı olması bazen yazanından, söyleyeninden ve onların maksadından bağımsız gelişir. Ondan sonra siz istediğiniz kadar “Ben o şarkıyı onun için yazmadım,” deyin, işe yaramaz. Yani Tarkan bu şarkıyı sahiden de sadece pandemi sürecinde kasılmış insanların ruh halini düşünerek yazmış da olabilir, her kelimesini çift anlamlı seçerek subliminal mesajlar vermek istemiş de olabilir. Bilemeyiz. Bunun bir önemi de yok zaten. Sonuçta bir kesim öyle anlamak istemiş ve öyle anlamak onlara iyi gelmişse şarkı kendi hikâyesini yazmış demektir. Sanat zaten tam da böyle bir şeydir.


Bunca laf ettim de hâlâ şarkı hakkında benim ne düşündüğümü yazmadım. Onu da yazayım, tam olsun:

Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için geç bile kalmıştı. Daha önce denedi ama olmadı. Bu sefer olur mu? Onu kısa vadede tahmin etmek mümkün değil. “Geççek” siyasiler tarafından bile paylaşılıp, haber programlarında tartışma konusu olmuşken Tarkan bu saatten sonra şarkının arkasında ne kadar duracak, onu görmek lazım. Misal, “Cuppa”nın arkasında hiç durmamış, anında vazgeçmişti şarkıdan.   


“Geççek, gitçek” kullanımlarına takılanlar çok ama ben hiç takılmadım. Sonuçta gündelik hayatta “geçecek, gidecek” diye konuşan kaç kişi var? Kaldı ki o kelimeler diksiyon kuralları gereği de “geçecek, gidecek” diye telaffuz edilmez, “geçicek, gidicek” diye telaffuz edilir. Aradan bir “i” harfini çıkarsanız ne olur? Kısaltma yapmış olursunuz. Sıklıkla kullandığımız “n’aber” gibi ya da “bir” yerine “bi’” dememiz gibi. Tarzan Türkçesi ve “nigga” şivesi kullanılan “rap” şeylerine, Seattle aksanlı alternatif solistlerine, arabesk “trap”in korkunç prozodilerine takılmadınız bunca zamandır da buna mı takıldınız Allah aşkınıza?


Evet şarkının bir iki yerinde Tarkan da yer yer “rap”çiler gibi Türkçe’yi eğip bükmüş, bazı yerlerde sözler hiç oturmamış, bunu da belli ki bilakis yapmış, bir nevi olta atmış “rap”sever gençliğe. Bunu çok gereksiz buldum, doğruya doğru. Öte yandan bir evvelki paragrafta bahsettiğim üç köşeden ibaret Tarkan imajının dışına çıkmış, bunu da görmek lazım. Cilve yapmıyor, nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.


Şarkının Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış düzenlemesi de gayet yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele'inki gibi "old school" bir "sound" bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece "rap", "trap", "R&B", "hiphop"tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah'tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.  


Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu. Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı. Peki biz nicedir moraller bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının çatından vursun mu? Nasıl yapalım?     

0
Share
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda


Photo Profile

Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci

2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.

Daha Fazla



Takip Et

  • Instagram
  • YouTube
  • Twitter
  • Facebook

Bu Hafta Çok Okunanlar

  • Tarkan Kurtlar Sofrasında
     TARKAN - "KUANTUM 51" Tarkan'ı öncelikle günün avam tarz ve türlerinden uzak durduğu, "rap"çilerle filan iş birliği...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • Hande Yener - "Afrodizyak"
    "BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
  • Kim, Ne Demiş?
    ZEYNEP BASTIK NE DEMİŞ?   Zeynep Bastık Sober dergisine verdiği röportajda şöyle demiş: “’Cover’ şarkılar söylemem ve kendi şarkılarım yok...
  • Prestij Müzik'in Film Gibi Hikâyesi
    (Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.)    1997 yılında bir vesileyle Pre...

Arşivden

  • Suna Yıldızoğlu Röportajı
    Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • Prestij Müzik'in Film Gibi Hikâyesi
    (Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.)    1997 yılında bir vesileyle Pre...
  • İzlediklerim Ocak 2012
    ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
  • Oya Bora Röportajı
    "Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
Copyright © 2019 Yeter ki Müzik Olsun

Created with by Beauty Templates | Distributed by Gooyaabi Templates