Yeter ki Müzik Olsun
  • Seninle Üç Dakika
  • _Giriş
  • _1975
  • _1976
  • _1977
  • _1978
  • _1979
  • _1980
  • _1981
  • Röportajlar
  • Konser Yazıları
  • _2019 Konserleri
  • _2018 Konserleri
  • _2017 Konserleri
  • _2015 Konserleri
  • _2016 Konserleri
  • _2014 Konserleri
  • Günün Şarkısı
  • Albüm / Şarkı Eleştirileri
  • Güncel
  • Yıldızlar
  • Klasikler
  • Ses Dergisi
  • Günlükler
  • _Eurovision 2011 Günlüğü
  • _Eurovision 2010 Günlüğü
  • _Nasıl TV Programı Yaptık?

TARKAN - "GEÇÇEK"


Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu? Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.

Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert, uydurmasan ayrı dert.

Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni şarkısını.


Her perşembe gecesi saatler 12’yi vurduğunda dijital platformlara boca edilen yüzlerce yeni şarkı arasından sıyrılsın diye Tarkan’a özel bir ayrıcalık tanındı. Şarkı saatler 12’yi vurmadan üç saat önce düşürüldü platformlara. Ben şahsen oturup dakika dakika bekledim bilgisayar başında. Eminim çok bekleyen oldu benim gibi. Demek ki işe yaradı. Kimileri bunun bir haksızlık olduğunu yazıp çizdi sonrasında, onları da gördüm. Bence değildi. Çünkü o kimilerinden bazıları da listelerde görünür olmak için haftada bir şarkı çıkarıyor misal. O da bir öne çıkma çabası, bir rekabet üçkağıdı (ya da pazarlama taktiği) değil mi sonuçta?


Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.

“Kötü…”

“Çok kötü…”

“Tarkan bunu senden beklemezdim.”

“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”

“Tarkan vurdu gol oldu!”

“Tarkan farkı.”

“Geççek ne abi ya?..”


Twitter’ı açınca insanda gece gezmesi sonunda mekândan çıkarken paparazzi mikrofonları ağzına dayanan ünlü psikolojisi hasıl oluyor ister istemez. Herkes ama herkes gündemdeki konuyla ilgili senin ne düşündüğünü merak ediyor o anda. Öyle bir hisse, telaşa kapılıyorsun. Acilen fikir beyan etmeli, dakika sekmemeli.

“Kötü… Çok kötü!”

“Mükemmel, süper, olağanüstü!”

Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın. Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler, “retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.


“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.

Bak Demirel dedim hooop geldik mi siyasete? Gelelim çünkü asıl kıyamet orada koptu. Eğer bu şarkı ortalama bir aşk şarkısı olsaydı yine aşırı beğenmeler ve aşırı beğenmemeler arasında gidip gelecektik her zaman yaptığımız gibi. Bu da üç bilemediniz beş gün sürecekti, o kadar. Ama onu da gölgede bırakan bir şey oldu bu defa. Şarkının sözleri yeni ve daha önce görülmemiş bir başka kutuplaşma ihtimalini orta yere bırakıverdi ki biz bizim her çeşit kutuplaşma ihtimalimizi sevmiştik zaten nicedir. İstisnasız her şey ama her şey kutuplaşmamız için bir sebep olabilirdi. Fırsatı kaçırmadık, hemen bir kere daha kutuplaşıverdik. Hemen oracıkta… Yani daha şarkı çıkalı yarım saat, bir saat bile geçmemişken üstelik.


‘70’leri yaşayanlar bilir, o dönemde sokakta elinizde gazeteyle gezemezdiniz. Çünkü elinizdeki gazetenin siyasi eğilimine göre ya sağcılar ya da solcular tarafından potansiyel düşman görülüp oracıkta vurulmanız işten bile değildi. Abartı değil, oldu böyle şeyler. İşte o zamanlar elinizde bir gazeteyle sokakta gezmek neyse, şimdilerde sosyal medyada siyasi bir fikir belirtmek de aynı şey. Tek fark silahla vurulacak kadar hayati bir tehlikeyle karşılaşmamanız. Yani en azından şimdilik öyle…


Peki “Geççek”in siyasetle ne ilgisi var? “Geççek” siyasi bir şarkı mı? Aslına bakarsanız değil. Öte yandan yaşadığımız hayatta ne siyasetle ilgili değil ki? Hele ki sanat siyasetten bağımsız düşünülebilir mi? “Sen sanatçısın, sanatını yap, siyaseti siyasetçiler yapsın,” kafalarına hiç girmiyorum bile. Olmaz öyle şey! Kahvede tavla atan kasketli Osman Amca kadar “megastar” Tarkan’ın ya da şunun ya da bunun da siyaset konuşmaya, fikir belirtmeye hakkı vardır. Bunu ister doğrudan doğruya yapar, bir safta yer alır, hatta aktivist olur, isterse de kendinde saklı tutar, tarafsız olur ya da en azından öyle görünür. Bu yüzden durduğu yere göre kimi kez kızarız, küseriz, eleştiririz ya da daha çok alkışlarız, bağrımıza basarız o ayrı mesele. İçine top tüfek ya da en az onlar kadar tehlikeli katıksız önyargı girmediği sürece o da bizim fikir beyan etme hakkımız.


Ama gelin görün ki “Geççek” siyasi bir şarkı değil. Misal bir “Yiğidim Aslanım” gibi açık bir siyasi slogan, vurgu taşımıyor. Zaten şarkı bir anda öyle bir yere konulunca “rock”çılar filan kendi şarkılarını paylaşmaya başladılar: “Bakın siyasi şarkı böyle yapılır, öyle yapılmaz, biz daha siyasiyiz, en siyasi biziz,” filan diye. İyi güzel, buna bir itirazımız yok ama şarkılar kendi kaderlerini kendi tayin eder /etmiştir tarih boyunca, buna da yapacak bir şey yok. İçinden geçilen zamana, hâle, duruma göre şarkılar bazen anlamlarını aşar ve beklenmedik misyonlar üstlenebilir. O misyonu üstlensin diye yaptığınız şarkılar bazen hiçbir işe yaramaz da ummadığınız şarkılar yarar ne çare. Örnek mi? Basit bir hafif Türk müziği şarkısı olan ve yayımlandığı dönemde bile dile düşmemiş, dikkat çekmemiş “Dur Bakalım” adlı şarkının yıllar sonra neye dönüştüğünü en iyi o siyasi “rock”çı arkadaşlar bilir ama nasıl dönüştüğünü kimse bilemez. Hiçbir zaman da bilemeyecek.


Ya da zamanında sadece belli bir siyasi görüşün bayraktarlığını yaptığı herkesin malumu Ahmet Kaya şarkılarının bugün beyaz Türk’ünden türbanlısına, Kürt’ünden milliyetçisine herkes tarafından dinlenir, sevilir olmasını nasıl açıklayacağız? Benzer minvaldeki Zülfü Livaneli şarkılarının yıllar içinde herkesin birlikte söylediği türkülere dönüşmesini? Şenay’ın “Sev Kardeşim”inin sözlerinde siyasi bir mesaj var mıydı? Ne oldu da bir dönem CHP mitinglerinin vazgeçilmez şarkısı oldu? Örnekler çoğaltılabilir. Yani bir şarkının, bir görüşün, bir inanışın, bir kitlenin, bir eylemin şarkısı olması bazen yazanından, söyleyeninden ve onların maksadından bağımsız gelişir. Ondan sonra siz istediğiniz kadar “Ben o şarkıyı onun için yazmadım,” deyin, işe yaramaz. Yani Tarkan bu şarkıyı sahiden de sadece pandemi sürecinde kasılmış insanların ruh halini düşünerek yazmış da olabilir, her kelimesini çift anlamlı seçerek subliminal mesajlar vermek istemiş de olabilir. Bilemeyiz. Bunun bir önemi de yok zaten. Sonuçta bir kesim öyle anlamak istemiş ve öyle anlamak onlara iyi gelmişse şarkı kendi hikâyesini yazmış demektir. Sanat zaten tam da böyle bir şeydir.


Bunca laf ettim de hâlâ şarkı hakkında benim ne düşündüğümü yazmadım. Onu da yazayım, tam olsun:

Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için geç bile kalmıştı. Daha önce denedi ama olmadı. Bu sefer olur mu? Onu kısa vadede tahmin etmek mümkün değil. “Geççek” siyasiler tarafından bile paylaşılıp, haber programlarında tartışma konusu olmuşken Tarkan bu saatten sonra şarkının arkasında ne kadar duracak, onu görmek lazım. Misal, “Cuppa”nın arkasında hiç durmamış, anında vazgeçmişti şarkıdan.   


“Geççek, gitçek” kullanımlarına takılanlar çok ama ben hiç takılmadım. Sonuçta gündelik hayatta “geçecek, gidecek” diye konuşan kaç kişi var? Kaldı ki o kelimeler diksiyon kuralları gereği de “geçecek, gidecek” diye telaffuz edilmez, “geçicek, gidicek” diye telaffuz edilir. Aradan bir “i” harfini çıkarsanız ne olur? Kısaltma yapmış olursunuz. Sıklıkla kullandığımız “n’aber” gibi ya da “bir” yerine “bi’” dememiz gibi. Tarzan Türkçesi ve “nigga” şivesi kullanılan “rap” şeylerine, Seattle aksanlı alternatif solistlerine, arabesk “trap”in korkunç prozodilerine takılmadınız bunca zamandır da buna mı takıldınız Allah aşkınıza?


Evet şarkının bir iki yerinde Tarkan da yer yer “rap”çiler gibi Türkçe’yi eğip bükmüş, bazı yerlerde sözler hiç oturmamış, bunu da belli ki bilakis yapmış, bir nevi olta atmış “rap”sever gençliğe. Bunu çok gereksiz buldum, doğruya doğru. Öte yandan bir evvelki paragrafta bahsettiğim üç köşeden ibaret Tarkan imajının dışına çıkmış, bunu da görmek lazım. Cilve yapmıyor, nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.


Şarkının Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış düzenlemesi de gayet yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele'inki gibi "old school" bir "sound" bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece "rap", "trap", "R&B", "hiphop"tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah'tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.  


Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu. Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı. Peki biz nicedir moraller bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının çatından vursun mu? Nasıl yapalım?     

0
Share

KALBEN - "ESKİ DÜNYANIN YANGINI"


Kalben 2021 yılında hiç boş durmadı. Hem sürekli yeni şarkılar üretti hem de konserden konsere gezdi. Ocak ayında “Hükümsüz” dizisi için kaydettiği “Yüksek Yüksek Tepeler” türküsünü yayımladı. Mart ayında Teoman düeti “Robot Kozmonot” piyasaya çıktı. Nisanda ilk iki albümünden dokuz şarkıyı canlı kayıtla yeniden seslendirdiği “Eski Yeniler” albümüyle çıktı karşımıza. Mayısta “Şansız Mücadeleci”, temmuzda “Ne Güzel Yerlerin Var” ve yine temmuzda “Robot Kozmonot (Karakter Remix)” teklilerini yayımladı. Eylülde “Bilmiyor İçim”, kasımda ise bir reklam filmi için kaydettiği “Çünkü Başka Sen Yok” teklileriyle de yılı kapattı.


Farklı bir öneri sunan, benzersiz bir stille dinleyici karşısına çıkan müzisyenlerin işi iki kat zordur çünkü dinleyici o ilk günlerde “Ne değişik ne enteresan,” diyerek sevdiği şarkılardan ve sesten bir süre sonra sıkılır, “Amaaan bu da hep aynı,” demeye başlar. Örnekleri çoktur. Kalben’de böyle bir şey olmadı ama. Müziğini kendi içinde yer yer ufak tefek yer yer radikal değişikliklerle çeşnilendirse de şarkılarındaki özü, çekirdeği hemen hiç değiştirmedi ve buna rağmen dinleyicinin ilgisini peşinden sürüklemeyi başardı.

Geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan “Eski Dünyanın Yangını”, Kalben’in beşinci albümü. Albümden önce “Kaybolmuş” teklisi yayımlandı ve 10 gün sonra da albüm piyasaya sürüldü.


Daha önce de yazmıştım: Kalben’in kendi içindeki tekamülüne, ruhsal ve fiziksel değişimine birlikte şahit olduk. 2017 yılında röportaj yapmak için Cihangir’de bir kafede bir araya geldiğimizde “Ay çok heyecanlıyım Yavuz Abi,” diyen ve gerçekten de heyecanı her halinden belli olan, sohbet esnasında utana sıkıla bir sigara isterken mahcubiyetten elleri titreyen çekingen genç kız, Eylül 2021’de “Bilmiyor İçim” şarkısının Kabataş Setüstü’ndeki tanıtım partisinde pembe saçlarıyla oradan oraya uçuşuyor, kendinden emin ve çok belli ki sahici bir özgüvenle dostlarını ağırlıyordu.


En çok Kalben’i gözlemledim o gece. “Sahici özgüven” tabirini kullanırken emin olmak istiyordum çünkü. Aksi takdirde bu hikâye Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın’ın köylü kızından sosyete kızına dönüşümü hikâyesi kadar sığ ve gerçeklerden uzak kalabilirdi.


Geçtiğimiz yıl çektiğimiz ve halen Exxen’de yayınlanmaya devam eden “Arabeskin Âşık Kadınları” belgeselinde bir zamanlar sahneye çıkan, şarkı söyleyen kadınların erkek egemen bir dünyanın tahakkümü altında nasıl ufalandıklarını anlatıyorduk. Daha doğrusu bizden çok onlar anlatıyordu. Çoğunu biliyor olsak bile dinlerken bir kez daha derinden sarsıldığımız hikâyeler. Erkeğin istediği kadar, izin verdiği ölçüde var olabilmek. Sahnede binlerce insan seni alkışlarken sahne arkasında bir tek erkeğin ilgisi ya da ilgisizliğinden güç devşirmeye çalışmak. İşin ilginci, ayakta kalabilmiş, kaybolmamışların da kendi başlarına değil, yine bir erkek himayesiyle bugünlere gelebilmiş olmasıydı. Başka bir örnek yoktu. Bugün artık var.

Her ne kadar kendisi çok açık etmese de Kalben’in de benzer bir hikâyeden geçip bugüne geldiği ve bir yerden sonra zincirlerini kırdığı çok belli. Değişiminin, dönüşümünün ve kanatlarını alabildiğine özgür açabilme sürecinin anlatılması gereken bir kıssası var. Kim bilir belki de ileride bugünlere dair yapılacak belgesellerde anlatılacak hikâyeler de böyle hikâyeler olacak.


Bütün bunları yazıyorum çünkü bunlar Kalben’in müziğinde doğrudan izlerini sürebileceğiniz şeyler. Sahnede şarkı aralarında o kendine has esprili hitabet yeteneğiyle anlattıklarında, sosyal medya paylaşımlarında kurduğu uzun uzun cümlelerde hep var bu izler. Bırakın kadın ya da erkek olmayı, bir insanın ruhsal ve zihinsel özgürlüğünü, cesaretini arayışına, arayıp buluşuna şarkıların diliyle şahit olmak müthiş ilham verici.

Tabii ki hiçbir insan yaşadığı sürece her şeyi çözemiyor ve hayatın her sırrına eremiyor. Kafasının içinde bir kara sinek her zaman kalıyor ve mütemadiyen “vız vız vız” ediyor. “Eski Dünyanın Yangını”nda Kalben’in söze böyle başlaması boşuna değil. Albümün açılışını yapan “Kara Sinek Senfonisi” bizi en baştan uyarıyor.


O artık minimum enstrümanlar, minimalist düzenlemelerle şarkı söyleyen sakin genç kız değil. Yer yer yırtıcı, yer yer öfkeli, bazen pasif agresif bazen huzurlu, uysal bazen de alabildiğine neşeli. Bu hem şarkıcılığında gözüküyor hem de şarkıların düzenlemelerinde. Daha ikinci şarkıda yaylıların sakinleştirici eşliğiyle “Bugün Bana Tatil” derken, kafasının içindeki kara sineği çıkarıp atan da kendisi.

Sonrasında “Kaybolmuş”un peşine düşüyor. Öpülmemiş kadınlar, ağlamamış adamlar, sevilmemiş çocuklar, hiç güneşe uçmamış yüreksiz kuşlar… Her insanda en az biri, bazen hepsinden birazı, bazen de hepsi yok mu? Bilmiyorum. Kalben de vermiyor cevabını zaten, kafanızı karıştırıp öylece bırakıyor. 


Hemen üstüne de sıcak sıcak retro tınılarla “Kalbim Yeniden”i servis ediyor. Hoooop dolduk mu bir umutla yeniden? Cayır cayır “Kalbim atsa atsa atsa yeniden,” diyor Kalben. “Bu oda yansa yansa yansa yeniden,” diyor. Tam bir konser şarkısı. Kalabalıklarla hep bir ağızdan nasıl söyleneceğini hayal edebiliyorum.


Kalben’in Emre Aydın’la YouTube sohbetini izledim. Bu albümdeki şarkıların hepsinin bir defada çıktığını, yazıldığını anlattı. Hem söz hem müzik mi yoksa sadece söz ya da sadece müzik mi onu detaylandırmadı ama bu albümde yer yer o “bir defada”lık kendini hissettiriyor. O sohbeti izlemeden önce şunu düşünmüştüm: Hani ünlü şairlerin şiirleri bestelenir bazen. Özellikle de vezinsiz, kafiyesiz, misal Nazım Hikmet’in olgunluk dönemi şiirleri türden şiirler doğal olarak kolay notaya gelmez. Biraz zorlama olur hatta bazen de çok zorlama olur öyle şarkılar. Beste şiirin hakkını veremez. Şiir içine sokulmaya çalışılan kalıba sığmaz, taşar, dökülür. İşte tam da böyle bir şey hissetim Kalben’in bazı şarkılarını dinlerken. “Bi’ Şeyler” bunlardan biri mesela. Sanki önüne daha önce hiç görmediği bir şiir koymuşlar ve “Bir defada bestele bakalım,” demişler gibi. Ya da o anda aklına gelen sözleri doğaçlama besteliyormuş gibi. Hani kaydetmiyor olsa ikinci defa söyleyemeyecek belki de; o kadar dağınık melodiler. “Bi’ Şeyler”in sözleri çok şey anlatıyor, çok derine iniyor ama bunu yaparken şarkı formunun sınırlarına meydan okumaktan hiç çekinmiyor. Belki de yukarıda bahsi geçen özgürlük arayışına bu da dâhildir, kim bilir?  


Peşi sıra gelen “İçinden Ben Çıktım” bir insanın belki on belki yirmi belki otuz, kırk yılda yaşayacağı, yaşadığı kendisiyle hesaplaşma, anlaşma ve barışma sürecini 4 dakika 3 saniyede anlatıveriyor anlatmasına ama o da tıpkı bir önceki şarkı gibi sözü müziğini gölgeleyen bir şarkı. Şarkı bittiğinde bir tek “İçinden ben çıktım” tekrarları kalıyor aklınızda.

Albüme adını veren “Eski Dünyanın Yangını” yedinci sırada karşımıza çıkıyor. Sadece albüme adını vermiyor bu şarkı; aynı zamanda Kalben’in albümle eş zamanlı olarak piyasaya çıkan ilk romanına da adını veriyor. 13 yıla yayılmış bir yazım macerasından sonra romanı nihayet tamamladığında, 13 şarkılık albümüyle birlikte piyasaya sürmek istemiş Kalben ve doğrudan bir bağlantısı olmasa da her ikisine de aynı ismi vermiş. Bunun bir tanıtım sorunu yaratacağı konusunda kendisini ikaz edenlere de kulak asmamış Kalben. Kendisi bilir tabii ama albümle ilgili bilgi ararken internette hep kitap bilgisiyle karşılaştım ne çare. Albümle kitabın eşzamanlı piyasaya çıkmasıydı hep öne çıkarılan ama misal albümün aranjörleri kimler ona hiç değinilmemişti. Ben de bu yüzden bu yazıda aranjörlerden hiç bahsetmiyorum farkındaysanız. Bunu özellikle yapıyorum. Önemsiz bulduğumdan değil; kendileri önemsiz bulduğundan.


Şarkıya gelince… Hoş bir folk esintisiyle başlayıp retro sularda seyreden “Eski Dünyanın Yangını” albümün akılda kalıcı şarkılarından. Peşinden gelen “Pişmaniye” de hem akor düzeni hem de melodik yapısıyla adeta onun kardeşi gibi. Şarkının sözleriyse yıllar önce “Beni Kategorize Etme” diyen Ortaçgil’e cevap verir gibi. Şarkının pişmaniyeyle ilgisi ise “…saydım…seydim”le biten pişmanlık cümlelerinde saklı; bildiğimiz yiyecekle bir bağlantısı yok yani.

“Düşünürüm”, albümün en melodik ve sıcak kanlı şarkılarından biri. Tabii bu sıcaklıkta nostaljik tınıların, düzenlemenin etkisi büyük. “Kuşgözü” ise ilk iki albümünün sularında gezen, bir yere kadar tek bir gitarla kaydedilmiş, sakin sakin yürüyen ama sözleriyle dinleyeni dürtmekten de geri kalamyan bir şarkı.


Sırada “Kedi” var. Albümdeki birçok şarkının aksine söz ve müziğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü, birinin diğerine baskın çıkmadığı bir şarkı “Kedi”. Bir önceki şarkı gibi bu şarkıda da Kalben’in pes seslerdeki hakimiyeti, şarkıcılığının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekici. Peşinden gelen “Yasak”, adından da anlaşılacağı üzere, içinden geçtiğimiz döneme dair bir şarkı. Düzenlemedeki kaotik atmosfer boşuna değil.

Albümün kapanışını “Taksi” yapıyor. Belli ki bir yaşanmışlığın içinden çıkıp gelmiş, kişisel bir şarkı “Taksi”. Kalben’in birçok şarkısı üzerinde kafa yormayı gerektiren metaforlar, göndermeler, değinmelerle doludur. Çoğunlukla bütünü tam oturmaz üzerinize ama bazen bir ya da birden çok cümlesi “bızzzzzt” yapar ciğerinizde ya da yüreğinizde. “Taksi”deki “Bu aşk bizi birbirimizden koparacak” cümlesi gibi. Yoksa ne Roma’ya gitmişliğiniz vardır büyük ihtimalle ne de Roma’dan İstanbul’a taksiyle gitmişliğiniz.


Tabii bütün bu şarkıları benim yaptığım gibi tek tek, kabuğunu kıra kıra dinlemez de albümü başından sonuna fonda çalmaya kalkarsanız bütün şarkıların birbirine benzediğini düşünme ihtimaliniz yüksek. Zor bir albüm “Eski Dünyanın Yangını”. Sizi öyle hemen o dakika sarıp sarmalamıyor, kulağınıza melodilerini, sözlerini bir kerede yapıştırmıyor. Bunu bir handikap olarak nitelendirmiyorsam da Kalben’in bir tık kendi döngüsünün içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabileceğini düşünmüyor da değilim.            


Albümle aynı adı taşıyan roman mı? Onu daha okumadım. Kalben’in de kabullendiğini ve röportajında söylediği bir şey var: “Bu zamanda görünür olmak zorundasınız.” Misal, uzunca bir süre müzik üzerine yazılar yazmazsanız artık size basın bülteni de göndermezler, imzalı kitap da lansman konseri daveti de. Görünür olmadığınız sürece işlerine yaramazsınız. Yani yaptığınız işi ne kadar “alternatif”, “bağımsız” ve benzeri kelimelerle tanımlarsanız tanımlayın, oyunu “bağımlı”ların kurallarına göre oynarsınız, oynatırlar. Hoppp döndük mü başa? “O lanet kara sinek kafamın içinde gezinecek: Vızzz vızzz vızzz…”

0
Share

ELİF SANCHEZ - "ELİF SANCHEZ"


Bu şarkı bolluğunda, her hafta çıkan onlarca, yüzlerce yeni şarkı, az biraz da albüm arasında ister istemez gözden kaçanlar oluyor. Bunların arasında zamanın eğilimlerine, güncele, dolu bittiye yüz vermemiş işler de var. Onlar uzun vadede kalıcı olacak şüphesiz. Elif Sanchez’in kendi adını taşıyan ilk albümü de bunlardan biri.


Bakmayın siz soyadının Sanchez olduğuna. Elif, İstanbul’da doğmuş, büyümüş.  Ailesinin de müzikle ilgili olması nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren müzik eğitimi almaya başlamış, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orta bölümüne girmiş ve lise bölümünden Üstün Başarı Ödülü ile mezun olmuş. Konservatuarda obua ve korangle eğitimi alan Sanchez, 16 yaşından itibaren Senfoni Orkestrası’nda çalmaya başlamış.

Üniversite eğitimine de aynı konservatuarda devam ederken bir yandan da Bahçeşehir Üniversitesi Caz Bölümünde caz vokal öğrenimi görmüş. Böylece Türkiye’nin önemli caz müzisyenleriyle sahneye çıkma fırsatını da yakalamış.


Sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmeye karar veren Elif, hayatını müziğe adamış her gencin hayali olan Berklee College of Music’e tam burslu olarak kabul edilmiş ve orada caz, obua, vokal ve “music business” dallarında eğitim almış. Bu da ona uluslararası çapta tanınmış müzisyenlerle çalışma fırsatını getirmiş. Çok önemli konser salonlarında, caz kulüplerinde sahneye çıkmış, önemli müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer almış.


Bütün bunlardan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Oysa yurtdışında, özellikle de Amerika’da herhangi bir sanat dalında başarı kazanmanın önündeki yegâne engel Doğu’dan gelmenizdir. Bu yaftayı ancak olağanüstü yeteneğinizle söküp atabilirsiniz. O yüzden yurtdışında, özellikle de Amerika’da başarı kazanmak, bütün Orta Doğulu komplekslerimizden bağımsız olarak, sahiden önemlidir. Buna karşın böyle şeyler Türkiye’de icra ettiğiniz müzik türü ve tanınmışlığınızla orantılı olarak dikkat çeker, yazılır, çizilir, konuşulur ya da kimsenin umurunda olmaz.


Elif Sanchez’in hikâyesi, icra ettiği müzik türlerinde yurt dışında varılabilecek en üst noktalara kadar uzanan başarılarla dolu. Buraya hepsini sıralamak mümkün değil. Dedim ya, tüm bu detayların bizi ilgilendirmesi için öncelikle onun Türkiye’de tanınır olması gerekiyordu. İşte bunun ilk adımı da Passion Turca-Elif Sanchez iş birliğiyle atıldı. Sanchez’in kendi adını taşıyan ilk albümü 2021 yılında Passion Turca etiketiyle yayımlandı.


Açıkça söyleyeyim: Doğası gereği tek sesli türkülerin caz, “blues”, “rock”, şu ya da bu formlarda çalınması ve söylenmesi hiç yeni bir fikir olmadığı gibi epeyce de suyu çıkarılmış bir yöntem. Ben kendi adıma bu tür iddialarla yayımlanan albümlere nicedir mesafeli yaklaşıyorum. İlk aklıma gelen de “Herhalde söze, besteye verecek paraları yoktu, onun için anonim türküleri alıp çaldılar, söylediler”, ön yargısı oluyor. Gelin görün ki Elif Sanchez’in albümü böyle bir albüm değil. Çünkü bu albüm için seçilen şarkılar ya da türküler Elif Sanchez’in müzikal birikimi, tarzını ve tavrını ifade etmesinin aracı olmuşlar. Sanchez’in “Biyografi gibi bir albüm oldu,” demesi boşuna değil.


İstanbul’da doğmuş ama Anadolu müziğinden etkilenmiş, buna karşın ülkenin hem doğu hem de batı sınırlarının ötesindeki müzik kültüründen de beslenmiş, caz ve klasik müzik eğitimi almış, bir İspanyol müzisyenle evlenerek (Sanchez soyadını havalı olsun diye almış değil yani) Latin müziğiyle de haşır neşir olmuş bir müzisyenin yıllar içerisinde edindiği birikimin doğal sonucu bu. Bu albüm bütün bu renklerin içinden geçtiği, hiçbir rengin bir diğerine baskın çıkmadığı, rengarenk ve ahenkli bir gökkuşağı gibi.

Sanchez soyadı İspanyolca konuşulan ülkelerde tıpkı Türkiye’deki Yılmaz gibi, Öztürk gibi sıklıkla karşınıza çıkan bir soyadı ama bu Sanchez başka Sanchez; bu Sanchez Elif Sanchez ve tıpkı ismi gibi müziği de melez.   


Bir kere Elif Sanchez’in gerçekten etkileyici, dokunaklı, yakıcı bir sesi var. Şarkı söylerken doğru tekniğin getirdiği en büyük kayıp duygudur çoğu zaman. Nice Türkçe caz albümünde, Türk caz solistlerinde Türkçe vurgu, Türkçe duygu yoktur bu yüzden. Yabancı dilde bir şarkıyı Türkçe kelimelerle söyler gibidirler. Elif Sanchez bunu yapmıyor. Hatta yeri geldiğinde türkülere mahsus ve bence gerekli gırtlak nağmelerini, oyunlarını yapmaktan çekinmiyor. Bu da türkülerin etnik kimliğine yabancılaşmamızı önlüyor. Bunu çok önemli ve değerli bulduğumu söylemeliyim.


Albümde dokuz şarkı var. Bunların sekizi türkü. “Ay Oğlan Yiğit misin?” Kütahya, “Bağlamam Perde Perde” Giresun, “Giyinmiş Kuşanmış” ve “Bulut Bulut Üstüne” Mersin yöresinden türküler. “Yemenimin Oyası” bir İstanbul türküsü. “Küçelere Su Sepmişem”, “Quba’nın Al Alması” ve “Almanı Atdım Xarala” ise albümdeki Azerbaycan türküleri. Söz ve müziği Meksikalı besteci ve şarkıcı Armando Manzanero’ya ait “Contigo Aprendi” ise İspanyolca bir şarkı.


Elif Sanchez’in müziği Afrikalı kölelerin çalıştığı pirinç tarlalarından Hazar Denizi’ne, Karadeniz’in fındık bahçelerinden Akdeniz’in pamuk ekilen ovalarına, oradan sıcak Endülüs topraklarına uzanıyor; farklı coğrafyalarda yaşayan insanların duygudaşlığını, ortak acılarını, sevinçlerini, aşklarını müzik potasında harmanlıyor. Bunu yaparken ülkelerinin yerel müziklerini uluslararası platformlara taşımış Buika, Amelia Rodriguez, Haris Alexiou ve Loreena Mckennitt gibi isimlerden aşağı kalmayan bir müzikal standardı yakalamayı da başarıyor.


Bu albümü mutlaka dinleyin ve şayet severseniz Elif Sanchez’i bir konserinde sahnede canlı izlemeyi de ihmal etmeyin. Zira bu yetkinlikte bir müzisyenin albüm performansından çok daha fazlasını bir konserde dinlemenin bir sürpriz olmayacağı gün gibi aşikâr. Günün harala gürele güncel müziği her yerden üzerimize boca edilirken kulak temizlemek için böyle bir alternatif zor bulunur.

0
Share

AJDA PEKKAN - "AJDA" 


Ajda hep iyi bir manken oldu. Fecri Ebcioğlu’nun diktiği elbiseleri de yakıştırdı üzerine, Fikret Şeneş’in diktiği elbiseleri de. Şehrazat’ın diktiği elbiselerle de göz alıcı ve alımlıydı, Tarkan’ın diktiği elbiselerle de. Hatta zaman zaman onun için dikilmemiş elbiseleri bile ilk kez o giyiyormuş gibi göstermeyi, sunmayı becerdi, Yıldırım Gürses elbiselerinde olduğu gibi. ‘60’lardan bu yana her giydiği elbiseyle biraz daha kendinden emin, bir adım daha kendinden ileride, beğenilen, özenilen, taklit edilen ama hiç erişilemeyen oldu.


Di’li geçmiş kullandığıma bakmayın; pekâlâ biliyoruz ki hâlâ öyle. Ne çare ki eskisi gibi terziler yok artık. Var olanlar da kıdem ve yaş itibarıyla Ajda’ya söz geçirebilecek, emrivaki ya da metazori yapabilecek güçte değiller. Hâl böyle olunca da Ajda kendi müzikal seçimlerini kendi yapar oldu nicedir. Ya da “yapamaz oldu”, emin değilim. Zira Ajda’nın ezelden beri en az kendisi kadar meşhur ve kararsızlıkları, fikir değiştirmeleri, bugün “olur” yarın “olmaz” demeleri had safhaya vardı son yıllarda. Star yönetimi mühim bir şeydir ve herkesin yapabileceği bir şey değildir. Hele ki starın kendi kendisini yönetmesi hiç olacak şey değildir.


Tüm bunların sonucu olarak da Ajda’nın yıllardır beklenen yeni albümü bekleyenleri tatmin etmekten çok uzak kaldı. Beş yeni şarkı, bir farklı versiyon ve bir “cover” ya da bir parmak bal. Peki gerisi nerede? Kaç yıldır haberleri yapılan, adına varıncaya kadar açık edilen, Ajda’nın stüdyoya girip okuduğu bilinen diğer şarkılar?.. “Off the record” sohbetlerde o şarkıların Ajda’nın içine bir türlü sinmediği için birer birer elendiği konuşuluyor. Denilen o ki albümün bu hâli de içine sinmemiş aslında ama artık bir şekilde ikna edilmiş; Ajda da “En azından kapak fotoğrafları güzel oldu,” diye düşünmüş olsa gerek ki nihayet albüm çıkabilmiş.


Şaka değil; dünyada bile bir ikinci örneği verilemeyecek, verilse de kıyas kabul etmeyecek bir star Ajda. İlk kez 1964 yılında plak stüdyosuna girmiş, ondan da evvel sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlamış. Onun emsali olabilecek Erol Büyükburç’un son yıllarını küçük restoranlarda küçük paralar karşılığı şarkı söylemek zorunda kaldığını ve uzun yıllar boyunca bir tek albüm yapamadığını düşünün misal. Vefasız, kadir bilmez, kolay unutur bir tarafımız var milletçe, bunu kabul etmemiz lazım. Buna rağmen kendini hiç unutturmamış, markasını her dönem değerli kılabilmiş tek isim Ajda. Ondan sadece dört yaş büyük Barbra Streisand’ın 2017 tarihli konserini izlediğimde sesinin ne kadar deformasyona uğradığını görüp üzülmüştüm. Ajda hâlâ taş gibi. Sesiyle de fiziğiyle de.


Dolayısıyla Ajda yapımcısından bestecisine, aranjöründen organizatörüne onunla çalışan herkes için eşsiz bir değer. Bunu hem sanatsal hem de ticari anlamda söylüyorum. “Peki yeterince değerlendirilebiliyor mu?” sorusunun cevabını ise son albümü ayan beyan veriyor.

Böyle saydırıyorum diye albümü beğenmediğimi düşünmeyin; aksine beğendim, çıktığından beri çokça da dinledim. Ama dedim ya, o “bir parmak bal” hissinden bir türlü kurtulamadım. Her defasında albüm bitmemiş, yarım kalmış hissine kapıldım. Süresinin kısalığıyla, yedi “track” olmasıyla ilgili bir şey değil bu. Bazen bir tek şarkı da doyurabilir kulağınızı. Bazen 15 şarkı doyurmaz. İşte öyle bir şey.


Albümün açılışında ve kapanışında iki farklı versiyonla yer alan “Bi’ Tık” söz ve müziği Şehrazat’a ait bir şarkı. Zaten dinlemeye başlar başlamaz Şehrazat’ın kokusunu duyuyor, duygusu alıyorsunuz. Dört dörtlük bir Ajda şarkısı. Zamansız, uzun vadeli, geniş bir melodik yapısı, Ozan Çolakoğlu imzalı şık düzenlemeleriyle modern ama klasik olmaya aday. Bangır bangır çalınıp söylenecek bir “hit” mi? Değil. Olmasın da zaten.


Yeri gelmişken söyleyeyim: Ajda’nın bu saatten sonra yeni bir “hit”e ihtiyacı yok. Bin tane var zaten geçmişten gelen. Hele bugünün “hit” anlayışına ayak uydurmasına hiç gerek yok. İki cihan bir araya gelse Ezhel dinleyen gençler “Bi’ Tık”, “İki Tık”, “Üç Tık” dinlemeyecek. Ajda bir Ezhel şeysi (yani “şarkısı” ama tırnak içinde) söylese de dinlemeyecek. Tarkan şarkıları modayken Ajda’nın bir Tarkan şarkısı söylemesi etki yaratabilirdi, yarattı da nitekim ama Tarkan şarkılarıyla Ajda şarkıları arasında bir organik bağ vardı en azından. Bugünün “hip hop”, “trip”, “trap”, “rap”, her neyse adı, o kültürle Ajda müziğinin hiçbir bağı yok. Kaldı ki kimsenin Ajda’dan böyle bir beklentisi de yok. O kendisi gibi olsun, kalsın yeter.


“Bi’ Tık”ın hemen ardından gelen “Mümkün Değil” de aynı hattan ilerleyen ve yüzde yüz Ajda “vibe”ı veren bir şarkı. Son dönemin en yetenekli ve donanımlı müzisyenlerinden biri olan Okay Barış’ın söz ve müziğine imza attığı bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu yapmış.

Ajda kariyerinin ‘90’lardan bu yana süregelen kısmında söylediği şarkıları iki kategoriye ayırmak mümkün: Tam Ajda’lık şarkılar ve hiç Ajda’lık olmadığı halde Ajda'nın sesi ve söyleyiş biçimiyle iyi kötü kendine yakıştırdığı şarkılar. Maalesef ikinci kategoride daha fazla şarkı var. Çünkü tam Ajda’lık şarkı bulmak ya da yazmak, onu ‘60’lardan bu yana taşıdığı “aura”nın sınırlarından çıkmadan ama demode de kalmadan günün müziğine entegre etmek her babayiğidin harcı değil. “Mümkün Değil” de tıpkı “Bi’ Tık” gibi hem söz ve müziği hem de düzenlemesiyle bunu başarıyor.


Ne var ki peşi sıra gelen şarkı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Söz ve müziği Serdar Ortaç ve Sera Tokdemir’in ortak imzasını taşıyan, düzenlemesi Tarık İster tarafından yapılan “Sadece”, Ajda için biçilmiş kaftan bir şarkı değil. Yani bu şarkının “demo”sunu dinlemiş olsanız ve size “Kim söylesin?” diye sorsalar ilk aklınıza gelen isim Ajda olmaz hatta aklınıza gelen isimler arasında muhtemelen Ajda hiç olmaz.


Söz ve müziği Gülden’e, düzenlemesi Ozan Çolakoğlu’na ait “Ölsem Unutmam”ı ilk dinlediğimde “Tamam anladık bu ‘club’ versiyonu ama bu şarkının asıl versiyonu nerede?” diye bakındım şarkı listesine. O techno-arabeskler, “Duman”lar, “Helal Ettim”ler filan 2010’larda kalmadı mı? Belki akustik, belki de yine elektronik ama çok daha sakin bir düzenlemeyle yakıcı bir şarkı olabilecek “Ölsem Unutmam” bu haliyle sadece yorucu olmuş sanki.


Sözleri Özlem Argon’a, bestesi Reşit Gözdamla’ya ait “Bilebilirsin”i ilk duyduğum anda “Ben bu şarkıyı nereden bilebilirim?” diye sordum kendi kendime. Çok aramam gerekmedi. Şarkının nakaratı 2019 çıkışlı Işın Karaca şarkısı “Canımın Yarısı”nın nakaratıyla paralel bir melodik örgüye sahipti. Bunu Twitter’da yazınca söz konusu şarkının bestecisi Zeki Güner de dâhil olmak üzere pek çok kişi bunun bir tesadüf olacağını, Reşit Gözdamla’nın böyle bir şeye mahal vermeyecek bir besteci olduğunu söyledi. Bazen böyle talihsiz tesadüfler olabiliyor, ardında illaki bir kötü niyet aramak yersiz, bunu kabul ediyorum. Kaldı ki Alper Atakan’ın nefis düzenlemesi ve Ajda’nın sesine her zaman çok yakışmış Endülüs stiliyle albümde parlayan bir şarkı “Bilebilirsin”.


Sırada albümün tek “cover”ı “Düşünme Hiç” var. Bu şarkıyla ilgili enteresan bir anım var, yeri gelmişken anlatayım.

2019 yılında “Doksanlarca” adını verdiğimiz bir müzikli şov hazırlıyorduk. Altı gençle çalışıyoruz ve hepsi ‘90’lı yıllarda doğmuş gençler, yani bırakın ‘80’leri, ‘90’ların ilk yarısına bile yetişememişler aslında. Söyleyecekleri şarkıları ben seçiyorum ama onların tercihlerine de kulak veriyorum. Gösterideki üç kızımızdan ikisi birlikte bir şarkı söyleyecekler; biri gitar çalacak, diğeri söyleyecek. Bir şarkı seçmişler. “Çalışın gelin, bir dinleyelim,” dedim. Çalışıp geldiler, dinledik. Söyledikleri şarkı “Düşünme Hiç” ama alışageldiğimden farklı söylüyorlar. Kendilerince bir yorum mu getirdiler acaba diye şüpheye düştüm, “Siz bu şarkıyı kimden çalıştınız?” diye sordum. Çok anormal bir şey sormuşum gibi baktılar yüzüme. Adeta cehaletime şaşarak “Zeynep Bastık’tan,” dediler. Ben tabii o kadar mesafeliyim ki o sıralar Zeynep Bastık ve onun koltuklu akustik kültürüne, haberim bile yok bu şarkıyı da söylediğinden. Bu defa şaşırma sırası bana geldi çünkü gençler bu şarkıyı ilk Ajda’nın söylediğini bilmiyorlardı.


Orta okul son sınıfta pilli pikabımda Ajda’nın şeffaf plağı dönerken şeffaf yüzeyde oluşan helezonlara dalıp gitmiş, kim bilir kaç bin kez dinlemişim bu şarkıyı. Yedirir miyim Bastık Hanım’a ya da bir başkasına? Hemen uzun bir söylev verip şarkının cemaz-ül evvelini anlattım bizim gençlere tabii. İçlerinden “OK boomer!” diyorlar mıydı o sırada, artık onu bilmiyorum.

Velhasıl Ajda da yedirmemiş şarkısını. Son yıllarda hemen herkesin sahne repertuarında yer alan, hatta yayımlandığı dönemden bile daha çok popüler olan “Düşünme Hiç”, 39 yıl sonra tekrar sahibinin sesinden bu albüme girmiş. Gerçi 2000 çıkışlı “Diva” albümünde söylemişti Ajda bu şarkıyı, onu da atlamış olmayayım ama bu düzenleme o düzenlemeden hayli farklı. Ozan Çolakoğlu çok modern, çok “cool” bir yere taşımış şarkıyı. Ajda deseniz, sadece bu şarkının bu versiyonu için bile ayakta alkışlanmalı. İnsan 37 yaşında söylediği şarkıyı 75 yaşında da aynı tondan söyleyebilir mi? Kaç tane örneği var?


Albüm “Bi’ Tık”ın “Midnight Version”ıyla kapanıyor; hani “Sunrise Version”ıyla açılmıştı ya. Gün doğumundan gece yarısına pek çabuk varıyoruz. Adeta koştuk. Hiç bir durup soluklanmadık (“slow” şarkı dinlemedik manasında) ve işin aslı, ne olup bittiğini de pek anlamadık. Canlı yayın esnasında koltuğundan yuvarlanıp düşen Gönül Yazar’a sorar ya Nükhet Duru: “Niye öyle oldu?”


Albümün Safa Gülsoy tarafından çekilmiş kapak fotoğrafları şahane. Zaten Ajda uzun süredir Safa Gülsoy’la çalışıyor ve o etkileyici konser fotoğrafları da Gülsoy’un elinden çıkıyor. Sadece objektifinden değil tabii, o yüzden “elinden” dedim. Gülsoy 2020’li yıllar Ajda illüzyonuna damgasını çoktan vurdu bile.

Fotoğraflardaki ihtişamın tasarıma yansımadığı ise aşikâr. Teknoloji marifetiyle azıcık yeteneği olan herkesin iyi kötü tasarım yapabildiği bu devirde mesleği “tasarımcı” olanlar daha yaratıcı olmak zorunda sanki. Özellikle de artık bir marka olan Ajda logosunu tasarlarken.


Bu da yazının başında bahsettiğim star yönetimi meselesinin bir diğer ayağı. Albümün kapak tasarımından kartonetine, pazarlamasından, sosyal medyada duyurulmasına dek her şey son derece sıradan (olağan) bir biçimde yürütüldü. Ajda bunu hak etmiyor. Ajda Instagram canlı yayınında, kötü ses kalitesi ve ışıkla yeni şarkılarını dinletecek biri değil. Çek profesyonel videolar, her şarkı için reklam filmi gibi kısa prodüksiyonlar yap, ne bileyim o az sayıda basılan CD’yi özel bir paketle, ambalajla satışa çıkar… Bunlar şu an uydurduğum fikirler. Çok daha fazlası olabilir. Gerekirse zarar et ama o ihtişamı yarat. Ajda bu; boru değil.


Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: Bir reklam filmi vardı hani Cem Yılmaz’ın 2001 yılında çekilen. Yıl 2053 olmuştur, Cem Yılmaz dede olmuş, torununu parka getirmiştir. Cem Yılmaz’ın parka dikilen heykeline kuşlar pislemiştir. O sırada Ajda’yla karşılaşırlar. Taş gibidir hâlâ, aynıdır. “Merhaba merhaba Ajda Pekkan”, der ama Ajda yüz vermez. “Ne o, gerginsiniz bugün?” diye sorar Cem ama yine cevap alamaz. Ajda olanca havasıyla sabah koşusuna devam eder.

Hah işte, bu reklam gerçek oldu farkında mısınız? Ben geldim 53 yaşıma. Hâlâ Ajda dinliyor, Ajda konuşuyor, Ajda yazıyorum. Sokakta görsem “Merhaba merhaba Ajda Pekkan,” diyecek yaştayım. Desem cevap verir mi, orasını bilemem.

0
Share

SALMAN TİN - "SADE"


‘80’ler sonu ‘90’lar başlarında üniversite gençliği için gitar çok mühimdi. Bir kere içinde en ufak bir müzik hevesi taşıyanların şaşmaz ilk enstrümanıydı gitar. Bir kafede, kantinde, arkadaş ortamında iki gitar tıngırdatmak, hatta tek başına sırtında kılıfında bir gitarla sokaklarda dolaşmak bile filan insana fazladan karizma kazandırır, havalı dururdu. Hâlâ öyle mi bilmem.

Yanı sıra gitar eğlenmeye de yarardı. Sadece tek bir gitarla müzik yapılan küçük barlar vardı. Gelsin Yeni Türküler, gitsin Livaneliler… Bulutsuzluk Özlemi'nden "Evinde Gitarın Var mı?" gitarlı eğlencelerin bir çeşit milli marşıydı zaten. “Fabrika Kızı”, “El Porompompero”, “Karlar Düşer”… Yeri gelir bir ağızdan söylenir, yeri gelir kalkıp oynanırdı bile o bir tek gitarla. Hâlâ var mıdır bilmem.


Öyle midir böyle midir bilmem ama gitarın modası hiç geçmedi, o kesin. Malum, son yıllarda “akustik” müzik furyası aldı yürüdü. Öyle ki iyi kötü düzenleme yapılmış, klavyedir, kanundur, “loop”tur, kemandır çalınmış, öyle kaydedilmiş şarkılara bile yayımlanmasının üzerinden iki gün geçmeden mutlaka bir akustik versiyon konduruluyor. Bu konuda bir kanun hükmünde kararname bile yayımlanmış olabilir. “Evet, yayımlandı,” deseniz, inanırım; o derece mecburiyetten yapılıyormuş gibi görünüyor çünkü.

Bu gitar muhabbetini niye yaptığıma gelince…

Salman Tin’in ilk solo albümü “Sade (Akustik)”, geçtiğimiz günlerde yayımlandı ve adından da anlaşılacağı üzere, albümün tamamı daha önce yayımlanmış Salman Tin şarkılarının tek bir gitarla yeniden kaydedilmiş versiyonlarından oluşuyor.


Salman Tin benim başından beri takip ettiğim ve şarkı yazarlığını çok beğendiğim bir müzisyen. Çok sayıda teklisi hakkında da yazmışlığım var daha evvel. Salman’in müzikte iki ayrı yolu var: Birinde tek başına, diğerinde ise KÖFN’ün iki elemanından biri. İki farklı hatta yer yer birbirine zıt müzikal arayışı birbirine karıştırmadan sürdürmek kolay değil. Sadece bunu gözlemlediğinizde bile Salman Tin’in olgun bir müzisyen olduğu fikrini edinmeniz mümkün. Yılların getirdiği bir olgunluk değil tabii kastettiğim; bazen çok yaşta da edinilebilen bir içsel deneyim, bir kazanç.


Bununla beraber “Eh o zaman ben bir dinleyeyim bakayım şu Salman Tin şarkılarını,” deseniz, genç müzisyenlerin hemen hemen tamamında olduğu gibi Salman’ın diskografisini de bir çalma listesinde toplamanız gerekiyor. Çünkü 2018’den bu yana toplamda 14 şarkısı yayımlanmış ama bunun sadece dördü bir mini-albümde (2019’da yayımlanan “Ben Garsonken”de), geriye kalan 10 şarkının hepsi birer tekli. Yanı sıra bu 10 şarkının üçünün de akustik versiyonları yine tekli olarak yayımlanmış. Yeni yayımlanan albümde ise yine bu 14 şarkıdan 12’sinin akustik versiyonu var. Bunlardan ikisi zaten akustik versiyon olarak tekli olmuş ama bu albümde yeniden, yine akustik olarak kaydedilmişler.


Kafanız karıştı değil mi? Benim de karıştı. O yüzden bu yazıya oturmadan evvel Excel’de bir tablo yapıp bir akış diyagramı çıkardım. İşin içinden ancak böyle çıktım.

Dedim ya, Salman Tin şarkılarını ben çok seviyorum. Hele ki bu albümde en sevdiklerim de en başa konulmuş: “Aptal Yaprak”, “Aşk Köpeği”, “Bayım”, arka arkaya geliyor. Ha Salman gelmiş gitarıyla oturmuş salonunuzun bir köşesinde şarkılarını söylüyor, ha açmışsınız bu albümü dinliyorsunuz. Öyle bir doğal ortam. Arada sırada detone bile oluyor, gitarı yeterince parlak tınlamıyor, ne gam! Akustiğin tabiatı da bu değil mi? En azından şarkıları şöyle derli toplu, bir arada dinlemek için iyi bir fırsat.


Dağınık diskografi sorunu maalesef Spotfiy ve türevlerinin müzisyenlere dayattığı kriterler nedeniyle kendiliğinden gelişiyor. Kimse bir müzisyenin başından sonuna ne yaptığını, nasıl geliştiğini, nereden gelip nereye gittiğini merak etmiyor. Müzisyenler de haliyle bunu artık dert etmiyor. Her hafta olmasa bile, her ay listelere girebilmek için de akustik, elektronik, “remix”, düet, Allah ne verdiyse salıyorlar dijitale. O hafta, o ay listelerde görünen bir şarkı sonrasında sanatçı sayfasında bir öğe olarak yerini alıyor. Birisi merak edecek de onları listesine atacak da dinleyecek…

Belki bu bir sorun bile değildir de dijital çağın bir gerçeğidir ve her gerçek gibi buna da alışmak, uyum sağlamak gereklidir. Yine de ne bileyim, müzik bu sonuçta; biraz daha değerli olması, değer verilmesi gerekir diye düşünüyor insan.      

0
Share

Emir Ersoy - "1977"


Kadın o kadar zeki, o kadar akıllı, o kadar komik ve kalemini o kadar iyi kullanıyor ki insan bir yerden vurmaya kalksa nereden vuracağını bilemiyor…du. “Fazla mükemmel can sıkar,” derler; arada bir defo göstermek, kusurlu hareket yapmak, yerden yere vurulmayı hak etmek lazım. Evire çevire döver, döverken daha çok severiz; öyleyiz biz.
0
Share
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda


Photo Profile

Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci

2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.

Daha Fazla



Takip Et

  • Instagram
  • YouTube
  • Twitter
  • Facebook

Bu Hafta Çok Okunanlar

  • Tarkan Kurtlar Sofrasında
     TARKAN - "KUANTUM 51" Tarkan'ı öncelikle günün avam tarz ve türlerinden uzak durduğu, "rap"çilerle filan iş birliği...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • Hande Yener - "Afrodizyak"
    "BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
  • Prestij Müzik'in Film Gibi Hikâyesi
    (Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.)    1997 yılında bir vesileyle Pre...
  • Kim, Ne Demiş?
    ZEYNEP BASTIK NE DEMİŞ?   Zeynep Bastık Sober dergisine verdiği röportajda şöyle demiş: “’Cover’ şarkılar söylemem ve kendi şarkılarım yok...

Arşivden

  • Suna Yıldızoğlu Röportajı
    Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • Prestij Müzik'in Film Gibi Hikâyesi
    (Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.)    1997 yılında bir vesileyle Pre...
  • İzlediklerim Ocak 2012
    ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
  • Oya Bora Röportajı
    "Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
Copyright © 2019 Yeter ki Müzik Olsun

Created with by Beauty Templates | Distributed by Gooyaabi Templates