Yeter ki Müzik Olsun
  • Seninle Üç Dakika
  • _Giriş
  • _1975
  • _1976
  • _1977
  • _1978
  • _1979
  • _1980
  • _1981
  • Röportajlar
  • Konser Yazıları
  • _2019 Konserleri
  • _2018 Konserleri
  • _2017 Konserleri
  • _2015 Konserleri
  • _2016 Konserleri
  • _2014 Konserleri
  • Günün Şarkısı
  • Albüm / Şarkı Eleştirileri
  • Güncel
  • Yıldızlar
  • Klasikler
  • Ses Dergisi
  • Günlükler
  • _Eurovision 2011 Günlüğü
  • _Eurovision 2010 Günlüğü
  • _Nasıl TV Programı Yaptık?
KASETLERİ ÖZLEMEK


(20 Mayıs 2015 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)

O dönemleri yaşayanlar iyi bilir, ‘80’lerin ikinci yarısından sonra Türkiye’de plak satışlarındaki düşüş, ses kalitesi plaklarla kıyaslanamayacak kadar kötü olsa da kullanımı çok daha pratik olan kasetleri hayatımıza sokmuştu. Önceleri mahalle aralarındaki plak ve bant stüdyolarında plaklardan kaydedilmiş kasetler satılırken, zamanla bu iş evde kaset kopyalamaya kadar gitti ve plakların tamamen tükendiği dönemde ise albümler kaset formatında yayımlanmaya başlandı. 


O ara CD teknolojisiyle de tanışmıştık ve zamanla plakların da, kasetlerin de yerini CD’ler aldı. Ama arada bir yerlerde, sadece kaset olarak yayımlanmış albümler de kaldı. Plakların yüksek maliyetini göze alamayan kimi firmalar, kimi albümleri sadece kaset olarak bastı. Ya da plak olarak az sayıda basılmış olsalar bile, biz dinleyici olarak fiyatı çok daha ucuz olan kasetleri tercih ettik.


İşte geçtiğimiz günlerde Gar Müzik etiketiyle yayımlanan, “Kaset Zamanları” adı verilmiş albüm, tam da o dönemin şarkılarını bugüne taşıyor. Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi, Whisky, Kumdan Kaleler, Feridun Düzağaç, Erkin Koray, Tibet Ağırtan, Vedat Sakman, Soner Olgun ve Barlas Erinç’in, bazıları plak da olmuş, bazıları ise aynı zamanda ya da sonradan CD formatında yayımlanmış olsa bile, çoğunlukla ilk kez kasetlerle dinleyiciye ulaşmış şarkıları var bu albümde. O şarkıların yeni düzenlemeleri ve yorumları var daha doğrusu. Kimler mi yorumluyor? Onlardan bir sonraki kuşaktan bugünkü kuşağa kadar uzanan bir yelpazede, ortak paydaları en az onlar kadar kendine özgü işler yapmak olan farklı grup ve şarkıcılar.


Son derece akıllıca bir proje… Kaset gibi hiçbir zaman özlem duyacağımızı düşünmediğim bir format üzerinden nostalji duygusu yaratabilmek kıskanılası bir fikir. Ben ve benim gibi o dönemleri ve o şarkıları bilenler için, her şeyden önce ziyadesiyle yeni tatlar da barındıran kesif bir geçmişe özlem, bilmeyenler içinse, bilmek, öğrenmek imkânı sunan şahane bir keşif.


Albüm, Tibet Ağırtan’ın dillere marş olmuş “Çektir Git”inin Yok Öyle Kararlı Şeyler yorumuyla başlıyor. Bulutsuzluk Özlemi torpilli kontenjandan; çünkü albümde üç şarkıları var. “Yıllar Sonra”yı Pİnhani, “Küdürdet Beni Rutubet”i Direc-T, “Pastanede”yi Babazula seslendiriyor. Barlas Erinç’in “Akacak Kan Yerinde Durmaz”ını Ogün Sanlısoy, Kumdan Kaleler’in “Sana Dair”ini Esin İris, Erkin Koray’ın “Tek Başına”sını Pilli Bebek yeniden söylemiş.


Feridun Düzağaç’tan “Beni Rahatta Dinleyin”e Son Feci Bisiklet, Ezginin Günlüğü’nden “Yaş Yetmiş”e Luxus, Vedat Sakman’dan “Götürelim Abi”ye Motto, Whisky’den “Babaanne”ye Mekanik, ve Soner Olgun’dan “Beyaz Yalanlar”a ise Nilüfer Açıkalın ses vermiş.

Bu bir anlamda bir saygı albümü ama bu defa bir kişiye değil, bir döneme saygı selamı gönderiliyor. Bu açıdan müzik tarihimizde bir ilk olduğu söylenebilir sanırım. Öte yandan her saygı albümü gibi eksikleri ve fazlalıkları da tartışmaya açılabilir. Neyse ki yapımcılığını son dönemin cesur yapımcılarından Engin Aksu’nun, yapım koordinatörlüğünü de işinin ustalarından Güven Erkin Erkal’ın yaptığı bu albüm, bu iki ismin imzalarıyla beklentilerin altına düşmüyor.


Bana kalsa böylesi bir albüm için 12 şarkıcı/grup seçmek için oturduğumda Nilüfer Açıkalın ismi ilk aklıma gelenler arasında olmazdı. Çünkü Açıkalın bugüne dek yayımlanmış iki albümünde olduğu gibi, bu şarkıda da detone olmaktan kurtulamıyor ve asla bir şarkıcı gibi şarkı söyleyemiyor. Babazula’nın “Pastane” düzenlemesinin ise şarkının orijinaline şöyle bir dokunup geçiyor ama bir bakıyorsunuz, şarkı ortada yok. Babazula bunu kendi albümlerinden birinin içinde yapmış olsa anlaşılabilir bir şey olurdu bu durum ama bu albümün konsepti içerisinde bu derece deneysel bir çabaya girmek bence biraz yersiz olmuş. Bu dinlediğimiz “Pastanede” değil; “Pastanede”nin “sample”ı kullanılarak oluşturulmuş başka bir şey (şarkı diyemiyorum.)


Buna karşın başta “Çektir Git”, “Kütürdet Beni Rutubet”, “Tek Başına” ve “Babaanne” olmak üzere hem orijinalini eksiltmeyen, hem de üzerinde yeni bir şeyler koyan yorumlarla nefis bir dönem panoramasına, şahane bir eşsiz şarkılar koleksiyonu sahip olmak için mutlaka edinilmesi gereken bir albüm bu.

Esprili grafiğiyle Ceyhun Şen imzalı kapak tasarımı tamam da, keşke kitapçıkta şarkıların ilk kayıtlarına dair biraz daha detaylı bilgi olsaydı. Belki bizim kuşak için değil ama bugünkü kuşak için çok cazip olabilirdi.  

BU ALBÜM VESİLESİYLE DİNLENİLMESİ GEREKEN ALBÜMLER:


“Kalk Gidiyorum” – Tibet Ağırtan (1997) 


“Bulutsuzluk Özlemi” – Bulutsuzluk Özlemi (1986) 


“Bara Gidelim” – Barlas (1996) 


“Denize Doğru” – Kumdan Kaleler (1996)  


“İlla ki” – Erkin Koray (1983) 


“Beni Rahatta Dinleyin” – Feridun Düzağaç (1996) 


“Bahçedeki Sandal” – Ezginin Günlüğü (1988) 


“Sevgileri Unutmadık” – Vedat Sakman (1994)


“Babaanne” – Whisky (1986) 


“Letafet” - Soner Olgun (1992)    


MAYIS 2015   
0
Share
41 YIL ÖNCE SES

(Ses dergisi Temmuz 2015 sayısında yayımlanmıştır.)

Ajda Pekkan ve Tarık Akan, Ses dergisi objektiflerine niçin birlikte poz verdi? Yaşından ve boyundan büyük şöhret sahibi liseli genç kız kim? Memlekette yakıt sıkıntısı baş gösterirse ünlü yıldızlarımız ne yapacak? Tüm bu soruların cevapları 1974 yılına ait Ses dergilerinin sayfaları arasında gizli. Buyurun ‘70’lere!



0
Share
FERHAT GÖÇER HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ
5 AĞUSTOS 2015


Müzik devam ederken o bir an duruyor, gözlerini dikip sahneden aşağı doğru bakmaya başlıyor. Üstüne alınıyor insan ister istemez, oturduğun yerde bir toparlanıyorsun. Sonra ansızın silkinip kaldığı yerden devam ediyor. Kâh orkestrayı mahir hareketlerle yönlendiriyor, kâh seyirciye pas atıyor. Sonra tanıdık birine, bir göz işaretiyle “gördüm seni, buradasın, hoş geldin,” dediğini hissettiriyor, ardından çok uzaklara bakıyor, söylediği şarkının derinlerinde kayboluyor, adeta transa geçiyor.


0
Share
HANDE YENER HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ
31 TEMMUZ 2015


Merak ediyorsanız, baştan söyleyeyim Cin çıkmadı! Tövbe estağfurullah! Hayır, bu kelimenin öyle şakası filan da yapılmaz diye öğretti bana büyüklerim; maazallah çarpılıverir insan. Küçüklüğümde sahiden ağzım çarpılmıştı da komşu kadınlar şerbet kaynatıp dua okuya okuya evin bahçesinin orasına burasına döktürmüşlerdi bana. Üç harflileri incitmiş olabilirmişim, şerbet döküp dua okununca geçermiş. Meğerse “poliomyelit” (geçici çocuk felci) olmuşum; doktor öyle söyledi sonra.


3
Share
CANDAN ERÇETİN HARBİYE AÇIK HAVA TİYATROSU KONSERİ 29 TEMMUZ 2015


Bizim ses sanatkârlarımız, sahne performansı için bir sporcu gibi çalışmak, kondisyon tutmak gerektiğini pek bilmezler. “Her gün spor yapıyorum şekerim,” diyenini çok görürsünüz. Yapanı da vardır sahiden. Sporun da bir modası vardır zaten. Bir bakarınız “aeorobik,” bir bakarsınız “step”, bir bakarsınız “pilates”, o da olmadı “cardio” moda olmuş. İşte bizimkiler de modayı takip eder gibi severler genellikle sporu; e tabii bir de zayıflatsın, vücutlarını forma soksun diye. “Sahnede kondisyonum düşmesin, şarkı söylerken nefes nefese kalmayayım,” diye spor yaptığını söyleyen ya bir kişi olmuştur bugüne dek, ya iki.


2
Share
49 YIL ÖNCE SES

Genç film yıldızı Fatma Girik, evinin yatak odasında “gizlice “nasıl görüntülendi? Gülriz Sururi’nin kaç kürkü, kaç pabucu var? Ayhan Işık’ın çıplaklığı adilik derecesine düşürmeyen rol arkadaşı kim? Tüm bu soruların cevapları 49 yıl öncesinin Ses dergilerinde saklı. 1966 yılında bir gezintiye buyurun.


0
Share


"Zor bir hayat yaşadık biz. Sabah kalktığınızda sizin hakkınızda nasıl bir haber çıkacak diye düşünmek, hele ki artık internet sayesinde bazen hoşunuza gitmeyen şeyleri de görmek… Hiç de kolay bir şey değil yani."


"Kayahan’a karşı bütün kalelerimi, bütün duvarlarımı yıkmış, bütün kalkanlarımı kaldırmıştım. Öyle bir ilişkimiz vardı bizim onunla. Ben onun bütün zaaflarını biliyordum, o da benim."


"“Dünya Dönüyor”u hiç sevmemiştim. Çünkü ben evde İtalyanca şarkılar filan dinliyordum, öyle şeyler seviyordum. O şarkıyı bana zorla söylettiler. İyi ki de söyletmişler diyorum şimdi."


"Neler yaptırıyorlardı bize. Cam silerken bile fotoğraflarım var. Diyorum ya, saftım ben de yani. “Mutfağa gir, yemek yapıyormuş gibi poz ver,” diyorlardı, giriyordum. Bana cam sildirip “Nilüfer cam siliyor,” diye haber yapıyorlardı."


"Bir tane hayatımız var ve hepimiz eminiz ki bir gün öleceğiz. Ben eskiden “Yüz yaşıma kadar yaşayacağım,” diyordum ama bu hastalıktan sonra hiç bu iddiada değilim artık."


Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 


0
Share

"Ben şu yirmi yılda sürekli olarak bir gün koltukları değişecek müdürlerle karşı karşıya geldim. Ama onlar koltuklarının kendilerine ait olmadığının hiç farkında değillerdi. O koltuklarda çok da havalılardı. Bunların bazıları arkadaşımdı ama o koltuklarda oturdukları için bana müdürcülük oynadılar. Ama hepsi günü geldi o koltuklardan kalktı. Şimdi hayat içinde zaman zaman karşılaşıyoruz onlarla. Şimdi benim kliplerim şu manaya geliyor: Siz, bulunduğunuz geçici pozisyonlarla oyalanırken ben bunları yapmaya devam ediyorum. Siz hayatlarınızın sonrasında nerede olacaksınız bilmiyorum ama bir gün ben hayatta olmadığımda bile bu klipler bir yerlerde paylaşılıyor, izleniyor olacak. Koltuğum yok ama kliplerim, şarkılarım var. "


Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.


0
Share
35 YIL ÖNCE SES


1980 yılı. İhtilal kapıda ama müzik, magazin ve sinema dünyasının pek de umuru değil sanki. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de herkes ayrı havadan çalıyor. 35 yıl öncesinden Ses dergilerinin sayfaları arasında bir yolculuğa buyurun.


0
Share

Tuna Kiremitçi, Burak Aldinç, Selim Öztunç, Hasan Köseoğlu ve Murat Kulaksızoğlu’ndan kurulu Atlas, 2013 yılında piyasaya çıkan ilk albümü “Selam Yabancı”dan iki yıl sonra, bu defa üç şarkılık bir mini albümle dinleyici karşısına çıkıyor. “Bir Uyumsuz Bulut” adı verilmiş bu albümü ve Atlas’ı konuşmak için grup üyeleriyle, Sony Müzik Türkiye ofisinde bir araya geldik.


Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 

0
Share

Nükhet Duru, “Aşkın N Hali” adı verilmiş yeni albümünde, Tanju Okan, Hümeyra, Selda Bağcan ve  Nilüfer gibi kendi döneminin şarkıcılarının yanı sıra, Şebnem Ferah, Halil Sezai, Cem Adrian ve Redd gibi bugünün popüler isimlerinin şarkılarını da söylüyor. Duru’yla hem yeni albümü, hem de ‘Nükhet Duru olmak’ üzerine konuştuk.


Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.
0
Share
(FİKRET ŞENEŞ, EROL BÜYÜKBURÇ VE MÜZEYYEN SENAR’IN ARDINDAN…)


Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tıpkı yattığı yerden gördüğü tek manzara olan ağacın son yaprağının düşeceği gün öleceğine inanan hasta kızın hikâyesindeki gibi. Son yaprak düştüğünde ölür müyüz bilmiyorum ama o ağaç bir daha hiç yeşermeyecek.


Bir kadın çıkıp tüm hayatını adadığı aşkına, tek bir adama, 40 yıl boyunca tüm ülkenin diline düşecek şarkı sözleri yazmayacak mesela. “Korkma bu akşam gelip çalmam kapını,” demeyecek. Biz o şarkıları tekrar tekrar dinlediğimizde, “Ne aşkmış be!” diyeceğiz sadece. Ne öyle aşklar görecek, yaşayacak, ne de öyle cümleler kurabileceğiz… Türkçemiz yetmeyecek her şeyden önce. Sonra da ifade kabiliyetimiz… Bir daha öyle bir kadın gelmeyecek.


Bir adam sadece “playback” yaparak iki şarkıyla dinleyici karşısına çıkacağı gece, pantolonun ütüsü bozulup da dinleyiciye saygısızlık olmasın diye, sahneye çıkacağı son dakikaya kadar otel odasında hiç oturmadan, ayakta dolaşmayacak. Kendinden on yaş küçüğün de, kırk yaş küçüğün de gözünün içine sevgiyle bakıp, “Güzel dostum,” diye hitap etmeyecek bir daha… Bir daha öyle bir adam gelmeyecek.


Hiçbir şarkıcı, bestecisinin karşısında uduyla bir defada çalıp söylediği şarkıyı ezberine alıp, kendi ruhunun, kalbinin, dilinin ve sesinin imbiğinden geçirip damıtarak tekrar söylemeyecek bestecisine. Kimse yemek yerken çatalını, bıçağını bırakıp, soluğunu tutup, gözlerini, kulaklarını alamamacasına dinlemeyecek hiçbir şarkıcıyı. Bir daha öyle bir şarkıcı gelmeyecek.


Fikret Şeneş’le hastalığının onu henüz elden ayaktan düşürmediği günlerde tanışmış, birkaç kez evine gidip gelmiş, oturup uzun uzun sohbet etme şansını yakalamıştım. Hayran olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz böylesi insanlarla tanışınca… Ya da ben yapamıyorum. Karşımdakinin bilgisi, görgüsü, kültürü, birikimi, her söylediğine, her anlattığına, her haline, tavrına sinmiş o derin bilgelik ve nezaket karşısında kendimi sıradan hissediyor, bu sıradanlığımı ele verecek bir pot kırmaktan, mahçup olmaktan korkuyorum. Yine de “Ne alabilirim, ne öğrenebilirim,” diye dinliyor, gözlüyor, izliyorum, bir yandan yıllardır yazdıklarıyla hayatımda bıraktığı izleri tek tek hatırlar ve haliyle hayranlığımı katlar, mucizelere inanırken.


Erol Büyükburç’la 2000’lerden bu yana defalarca bir araya geldik. Birlikte işler de yaptık. Ürkerdim ben ondan biraz. Çekinirdim diyelim ya da. Tıpkı Fikret Şeneş gibi o da sanki başka bir dünyanın, başka bir ülkenin insanı gibiydi. O yaşında, hiç körelmemiş o hafıza, o zekâ ve eskiyen bedenine inat eksilmemiş o enerjisi, insanüstü gelirdi bana bir yanıyla. Bunu yüzüne karşı söylemek iyi bir şey miydi, onu da bilmiyordum. Kabalık gibi de gelebilirdi. Narin, hassas, kırılgan, nadide biblolar gibiydiler onlar benim için. Elimi sürersem kırılacaklardı sanki.


En çok da Erol Ebi benim bilmediğimi varsayarak bana zamanında neler neler yaptığını anlatırken burkulurdu içim. Ne çok ihtiyacı vardı anlatmaya. Onu çoktan bir kenara itmiş, unutmuş, listeden nedense çıkarmışlara inat, ne çok kendini ifade etmek derdindeydi.   


Müzeyyen Senar’ı ise hiç tanımadım. Ama dedem demekti benim için Müzeyyen Senar. Dedemin plakları, rakı sofraları, anason kokulu, sigara dumanlı ‘70’li yıllar Üsküdar gecelerinin sesi, sedası demekti. Çocukken nasılsa aklıma yerleşmiş, birilerinin hiç yaşlanmayacağına, hiç ölmeyeceğine dair inancımın kalesi, belki de sebebiydi. Ben çocukken de yaşlıydı çünkü Müzeyyen Senar, ben yavaş yavaş yaşlanırken de… O değişmezdi. Ölmezdi de. O ölürse çocukluğum ölürdü, ‘70’li yıllar ölürdü, Üsküdar ölürdü…  



Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Yapraklar birer birer düşerken… Yerine yeni yeşil yaprakların açmayacağını bilmek canıma dokunuyor. Yutkunuyorum… Şarkılar da yalan söylüyor bazen. Geçmiş de tükeniyor. Ve hayat her zaman yenilemiyor bizleri…

MART 2015 
0
Share

(18 Mart 2015 tarihinde muzikonair.com 'da yayımlanmıştır.)

Müzik dünyasından kiminle konuşsam şikâyetçi... Malum konu; radyolar ve müzik televizyonları her şarkıyı, her klibi yayınlamıyor ve özellikle yeni isimler kendilerini, şarkılarını tanıtmak, duyurmak konusunda çaresiz kalıyorlar. Haksız sayılmazlar. Ben de çok yazdım, yazıyorum. Ama gelin görün ki hangi radyocuyla konuşsam, “İyi şarkı çıkmıyor, hit çıkmıyor,” diye dert yanıyor onlar da. Böyle bir kısır döngü içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz hep beraber.

Fakat sonra ne oluyor? Beklenmedik bir şarkı çıkıp ortalığı toz duman ediyor ve bütün o şikâyetleri haksız kılıp, bütün klişeleri ters yüz ediyor.


“Yanarım”dan söz ediyorum, evet. Hani şu Ulan İstanbul dizisindeki Yaren ve Karlos karakterlerinin, yani Şebnem Bozoklu ve Erkan Kolçak Köstendil’in seslendirdiği şarkı. Bu yazının yazıldığı gün itibarıyla Kanal D’nin resmi Youtube kanalında 44 milyon 849 bin küsur kez izlenmiş şarkının klibi. Gayri resmi videoları saymıyorum bile. Öyle böyle bir rakam değil bu. 2014 yılı içerisinde popüler olmuş nice pop şarkısını katbekat katlayan bir rakam.


Aslına bakarsanız, “Yanarım”, gerçek bir şarkı bile sayılmaz. Arabesk şarkıların klişelerinden yola çıkılarak yazılmış ve o yüzden de abartılarak seslendirilmiş bir hiciv denemesi. Ne dijital platformlara servis edildi, ne CD olarak basıldı. Dizide yayınlanmasının dışında bir promosyon da yapılmadı. Ne Bozoklu ve Köstendil radyo radyo dolaştılar, ne lansman gecesi düzenlendi, ne de gazetelerde seri şeklinde röportajlar, haberler yapıldı. Radyolar çalmadı şarkıyı. Müzik televizyonları klibi saat başı döndürmedi. Ama ne olduysa oldu ve bu şarkı, yılın en çok dinlenilen ve sevilen şarkıları arasında başı çekiverdi birden. Kendiliğinden. Müzik sektörünün bir şarkı pazarlamak için kullanılan ritüellerinden geçmeden…


Bunu sadece Youtube verilerine dayanarak söylemiyorum. Çaldığım mekânda şarkıya gelen isteklerden, çalmaya başladığımda herkesin bir ağızdan, ezbere söylemesinden, yani bizzat sahada edindiğim izlenimlerden de yola çıkarak söylüyorum.

Diyebilirsiniz ki, şarkının popüler bir dizide yayınlanması da bir pazarlama taktiğidir. Dizilere bu maksatla verilmiş şarkılar için evet. Ama bu şarkının öyle bir durumu da yok ki. Dizi için yapılmış ve bu nedenle de aslında dizisinin dokusuna ve hikâye örgüsüne uygun olarak komik, hatta bir parça da absürd bir şarkı. Yani o kıstasla da değerlendiremeyiz.


Buna karşın “ama alt tarafı bir dizi şarkısı zaten,” deyip de geçmemek lazım bence. Bu meseleden çıkarılacak ciddi bir ders var çünkü müzik sektörü için. Karlos ve Yaren’den öğreneceğimiz önemli bir ders.

Demek ki neymiş; hit şarkının hiç öyle radyoya, klip kanallarına, promosyona, lansmana filan ihtiyacı yokmuş. Kendi kendine de alıp yürüyebiliyor, dile düşebiliyormuş. Demek ki neymiş; insanlar bir şarkıyı severse, onu dinliyor, seviyor, ezber ediyormuş. Demek ki neymiş; şarkılar insanlara zorla sevdirilemiyormuş. Devam edeyim mi? Bence gerek yok. Anladınız siz onu.    


Bence Karlos ve Yaren şaka maka müzik dünyasına ciddi bir sille attı bu şarkıyla. Şimdi şarkıcısından bestecisine, yapımcısından yayıncısına herkes oturup bunun üzerine bir kafa yormalı.

OCAK 2015
0
Share

(19 Kasım 2014 tarihinde muzikonair.com 'da yayımlanmıştır.)

Bir yandan çok kızıyor, eleştiriyor ama bir yandan da izlemeden duramıyoruz. Tuhaf bir şey… Gözünüz bir kere takılmayagörsün, ayrılamıyorsunuz başından ister istemez. Ne arasanız var çünkü. Hem şarkılar, türküler, hem şakalar, espriler, birbirine takılmacalar, hem hırs, rekabet, yerine göre entrika, hem de diz boyu ihtiras ve heyecan.


0
Share


(20 Haziran 2014 tarihinde muzikonair.com 'da yayımlanmıştır.)

Şarkıcı olmak, müzisyen olmak ne “kıyak” iş değil mi? Hafta sekiz gün dokuz şarkılar, türküler, vur patlasın çal oynasın eğlence, alkışlar, hayranlar filan… Bir de üstüne para kazanıyorsun; yatlar, katlar, lüks arabalar… Şehir şehir gezmeler de cabası… Kim istemez ki böyle bir hayatı? Herkes ister. Herkes de istiyor zaten. Çalıştığım mekânlarda şahit olduklarımdan biliyorum ki kimin eline mikrofon verseniz bir coşkuyla başlıyor söylemeye. Vermezseniz de gelip kendisi alıyor mikrofonu senin elinden çekiştirerek. Öyle bir şarkı söyleme hevesi, öyle bir sonsuz özgüven… Hani Yeşilçam filmlerindeki gibi eline bir kart tutuşturup, “Yarın gel burada programa başla,” desen hiç tereddüt etmeden gelip başlayacak çok insan var. Emin olun, tahmin ettiğinizden daha çok.


Peki sahiden bu kadar düğün bayram iş bir iş mi bu şarkıcılık, müzisyenlik denilen şey? Hayır, “renkli ışıkların altında yaşanan yalnız ve mutsuz hayatlar” hikâyesi yazacak değilim, merak etmeyin. Elbette şarkı söylemek, sahnede olmak, alkış duymak çok ama pek çok güzel şeyler; en azından vergi dairesinde memur olmaktan daha fazla tatmin edici olduğu kesin. Gelin görün ki bu tatmin, bu ruh doygunluğu, bu kendini iyi hissetme hali beraberinde sanıldığı kadar çok şey getirmiyor. Özellikle de orta ya da küçük ölçekli bir şarkıcı ya da müzisyenseniz (yani ülke çapında büyük bir şöhretiniz yoksa, öyle Allah’ın her günü adından söz ettiren, gazetelere, televizyonlara çıkan, büyük konserler yapabilen bir isim değilseniz.) Neden ve nasıl mı? Şöyle ki…


Diyelim ki mütevazı bir şarkıcısınız ve mütevazı bir mekânda, kendi çapınızda müzik yapmak istiyorsunuz. Bir kere kimsenin sizi sahnesine çıkarmak için sıraya gireceğini, kapınızı aşındıracağını, teklifler getireceğini zannetmeyin. Yok öyle bir şey. Dünyanın en iyi şarkıcısı da olsanız, ya kendiniz ya da bu işi sizin adınıza yapmak üzere anlaştığınız birileri tarafından mekânlara “satılmak” zorundasınız. Biraz tuhaf gelebilir ama piyasa jargonunda kullanılan tabir tam olarak bu. Peki nasıl satılacak ya da kendinizi nasıl satacaksınız? Bir kere ilk soru şu: “Mekâna ne kadar müşteri getirebilirsiniz?” (Eskiden bu soru “Kaç masanız var?” diye sorulurdu.) Evet, ne tarz müzik yaptığınız, nasıl yaptığınız, iyiliğiniz, kötülüğünüz filan hep daha sonraki meseleler. Öncelikle müşteri potansiyelinizi bilmek isteyecekler.


Çaresiz, uydurdunuz bir şeyler diyelim. Sahiden de eşi dostu, ahbabı çağırdınız. Hadi ilk gece, ikinci gece, üçüncü gece… E eş, dost, ahbap da bir yere kadar değil mi? Sonra ne olacak? Hem sonra ısrar kıyamet davet ettikleriniz, bu davetin karşılığında para ödemeyeceklerini, o gece misafiriniz olacaklarını sanmayacaklar mı? Elbette sanacak ve hatta bunu bekleyecekler. O zaman ne yapalım? “Benim müşteri getirme durumum yok,” diyelim mekân sahibine. Bir kere iş alma şansınızı neredeyse sıfırladınız ama biz yine de devam edelim.  İkinci soru: “Ne kadar para istiyorsunuz?”


Şimdi mekân sahibinin gözünü de korkutmamak lazım. Kaba bir hesap yapalım hemen. Beş müzisyene 100’şer lira verseniz, şarkıcı olarak da kendinize 500 lira alsanız, gecede 1000 lira sizi kurtarır gibi. Şansınız varsa bu “kaşe”ye (bu da piyasadaki bir başka tabir) işi bağlayabilirsiniz ama çoğunlukla kazın ayağı öyle olmayacaktır, onu da bilmeniz lazım. “Yüzde hesabı çalışalım,” teklifini duymaya hazır olun. Bu da şu demek; o gece müşteri varsa, mekân dolduysa paranı alırsın, olmazsa Allah bana ben sana! E genellikle birlikte çalışacağın müzisyenlere böyle bir teklifle gidemeyeceğine göre sana düşen bu riski üstlenmek olacak. Yani gerekirse müzisyenlere parasını verirsin, kendine kalanına da razı olursun; şayet mekândan aldığın para müzisyen parasını karşılamazsa da cebinden ödersin. Bu durumu hiç mekân sahibine anlatma, zira ona göre beş müzisyen çok fazladır; üç neyine yetmiyordur? Mesela illa bas gitar şart mıdır? Ya da ritim?.. Aman zaten müşteri öyle de eğleniyordur, böyle de eğleniyordur. Kaldı ki seni dinlemeye değil, eğlenmeye geliyordur. Üstelik siz bu şartlarda çalışmayı kabul etmezseniz, 750 liraya çalışacak ekip de bulunur mutlaka. Hatta 500 liraya. O da olmazsa gecede 50 liraya bir “dj” çalıştırmak da pekala mümkündür.


Diyelim ki parada da anlaştınız. Sıra geldi programa. Neler söylüyorsun, neler yapıyorsun sahnede? Yeterince eğlendirebiliyor musun mesela? Yani aslında yeterince eğlendiriyorsan sorun yok. İyi söylemen, kötü söylemen, iyi repertuar yapman, sahne hâkimiyetin, seyirciyi kavrama durumun filan çok da dert değil. Eğlensinler, oynasınlar yeter.


“Yok canım, o kadar da değil!” dediğinizi duyar gibiyim ama sahiden de öyle olduğunu sahneye çıkmaya başladıktan sonra görürsünüz zaten. Kendinizce özene bezene bir sıralama yaparsınız mesela. Yavaş şarkılarla başlar, bir ara hızlanır, sonra dans ettirir, sonra tekrar hızlanırsınız. Dans edilecek şarkılarınız vardır, oynanacak şarkılarınız vardır, içki içerken eşlik edilecek, yemek yerken dinlenilecek şarkılarınız vardır. Bir de bu şarkıların sıralamasında doğal olarak müzikal bir kurgu, bir denge vardır. Ya da siz öyle sanırsınız. Oysa daha ilk şarkınızda “Ama biz akşam 7’den beri buradayız, oynayalım azıcık,” diyebilir bir müşteri oturduğu yerden işaret ederek. Ya da bir başkası şarkının en can alıcı yerinde kulağınıza eğilip, “Ankara havası yok mu?” diye sorabilir. Herkesin oynamaya kalktığı bir başka anda bir başkası gelip en ağırından bir alaturka şarkı isteyebilir ve siz söyleyene kadar da sizi taciz edebilir. Bir bakmışsınız, ne sıralama kalmış, ne kurgu, ne repertuar. Zira bir banka memuru işine karışan, müdahale eden bir müşteriyi tersleyebilir ama bir müzisyenin böyle bir şansı hiç yoktur.

Nasıl? Hâlâ eğlenceli mi şarkı söylemek sizce? Bitmedi…


Gece boyu ter dökersiniz. Bazen sahneden inmeniz gereken saat çoktan geçer ama mekân sahibi işaret eder, “devam devam” der ya da müşteri bırakmaz yakanızı. Çaresiz devam edersiniz siz de. Gece bittiğinde ise asıl sıkıntı başlar. Acaba ne kadar para alacaksınız ve ne zaman alacaksınız? Başlarsınız beklemeye. Nedense mekânlarda hiç hazır para bulunmaz ve müzisyenlerin ödemesi o gecenin hasılatı toplandıktan, son müşteri de gittikten sonra yapılır. Yani işinizi yapmış, bitirmiş olmanız döktüğünüz terin karşılığını almanız için yeterli değildir. Beklersiniz, beklersiniz.


Yine de “Gecede 500 lira az para mı?” diye sorabilirsiniz. Evet ülke şartlarında az para değil. Diyelim ki paranızı eksiksiz aldınız ve alıyorsunuz. Peki ya sahne için harcamak zorunda olduğunuz meblağ ne olacak? Mesela her gün aynı kıyafetle sahneye çıkamayacağınıza göre, arada bir de olsa yeni kıyafetler, şayet kadınsanız kuaför ve makyaj masrafları, mekâna gidip gelmek, prova yapmak için harcadığınız yol paraları? Bunlar için fazladan bir bütçeniz asla olmayacak, onu bilin. Hepsi kazandığınız paraya dâhil.


Bu yazıyı okuyunca üzerine ekleme yapmak isteyecek çok kişi olacaktır eminim. Ben de yıllardır duyduklarım ve gördüklerimin sadece kısa bir özetini yaptım aslına; yoksa bu mesele bu kadar kısa anlatılacak gibi değil. Bildiğim bir tek şey var; bu yazıda bahsi geçen herkes için bir farkındalık, bir uyanış, bir silkelenme zamanı geldi de geçiyor bile. Belki kalanları da bir başka yazıda toparlarız.

HAZİRAN 2014 
0
Share

(22 Mayıs 2014 tarihinde muzikonair.com 'da yayımlanmıştır.)

Ülke epeyce çalkantılı, karmaşık bir siyasi gündemle boğuşuyor son yıllarda. Özellikle de son bir yılda. Tam yaz geliyor biraz silkelenelim, rahatlayalım derken Soma faciası kömür karasına boyadı kalplerimizi. Üzülelim mi, öfkelenelim mi, ağlayalım mı, isyan mı edelim bilemedik. Galiba bir süre daha da bilemeyeceğiz.


Ne ki bir de tüm bu karışık dönemlerin, felaketlerin, faciaların ve dahi siyasi çalkantıların en büyük darbesini müzik sektörü alıyor her defasında. Müzisyenler sık sık sosyal medyada dile getiriyorlar bu gerçeği. Memurlar, işçiler, özel sektör çalışanları vesair, ülkede ne olursa olsun her sabah kalkıp işlerine gider, aybaşlarında maaşlarını alırken, müzik sektöründe çalışanlar böyle dönemlerde doğrudan işsiz kalıyor. Konserler, organizasyonlar, düğünler, partiler ve benzeri her türlü etkinlik iptal oluyor çünkü. Kimsenin eğlenesi, oynayası, konserlere gidip şarkılara eşlik edesi gelmiyor çünkü. Müzik denilen şeyin sadece eğlence amaçlı bir şey olmadığını, müzikle yaraların iyileştirilebileceğini, üzgün kalplerin onarılabileceğini, hayata inancın, yaşama güdüsünün tazelenebileceğini, hiç biri olmasa, acının müzikle de paylaşılabileceğini istediğiniz kadar yazın, çizin, söyleyin hatta bağırın siz. Sıkıysa bir etkinliği iptal etmeyin bakalım. Mahalle baskısından yakın çevre baskısına, sosyal medya baskısından siyasi baskıya, baskılardan baskı beğenin sonra.


Bir de şu var ki, işi iptal olan sadece şarkıcı zannediliyor hep. Demet Akalın bir konserini de iptal etse nesi eksilir değil mi? Oysa konser dediğinizin ne çok çalışanı, emekçisi var bir bilsek… Sesçisinden, ışıkçısına, gişe memurundan, fuayede gazoz satanına dek ne çok kişi o iptal edilen konser gecesinde işsiz kalıyor bir bilsek…


Peki ne yapalım? Mahallede cenaze varken biz evimizde göbek mi atalım? Elbette bunu savunuyor değilim. Azıcık vicdanı olan kimsenin bunu savunacağını da zannetmiyorum. Ama hassasiyetlerin de bir samimiyeti olmalı. Eğer etkinliklerin iptal edilmesini, etkinlikleri zaten istemediğiniz, sevmediğiniz, onaylamadığınız için istemiyorsanız, sizin için her şey etkinlik iptali sebebi olabilir ve her defasında ateşli bir etkinlik iptali savunucusu olabilir, iptal etmeyenlere verip veriştirebilirsiniz. Ya da etkinlik iptali ile bir hassasiyet gösterisi/gösterişi yapmak lüzumunu hissediyorsanız, bunu herkese yutturamayabilirsiniz. Yani “çok duyarlı bir sanatkâr olarak konserimi iptal ettiğimi duyurdum ama bir dakika sonra kaşım gözün için yazılan övgüleri ‘RT’ etmekten de geri kalmam” diyorsanız, o konser iptalinin samimiyeti şüphe götürür. Olan bizim gazozcuya, gişeciye, ışıkçıya, sesçiye oldu der, güler geçeriz.


Sözün özü bırakın isteyen iptal etsin, isteyen de istediği biçimde yapacağı etkinliği gündeme uydursun. Nasıl bir bakkaldan zorla kepenk kapatmasını isteyemezsek, bir müzisyene de “işini yapma evde otur” deme hakkımız yok. O gerçekten bir müzisyense zaten olan bitenden senden benden çok etkilenmiştir ve bunu bir şekilde dillendirir kendi üslubunca. Belki konserinin gelirini bağışlar, belki öyle bir şarkı söyler, öyle bir laf eder ki o gece sahnede, oraya onu dinlemeye gelenler hayata başka bir gözle bakmaya başlar, olanı biteni başka türlü görürler o dakikadan sonra. Bilemezsiniz.

Eğer acılı zamanlarda şarkı türkü söylemek şimdiki kadar ayıplansa, eleştiri konusu edilseydi geçmişte, bin yıldır dinlediğimiz nice türkü, şarkı yazılamazdı şüphesiz. Ağıt diye bir şey olmazdı mesela. Oysa tam aksine; en güzel şarkılar, türküler, şiirler, kitaplar hep en acılı dönemlerde yazılmıştır.


Müzisyenleri kendi haline bırakın. Kapılarını kapatmaya zorlamayın. Onlar sıradan insanlardan katbekat açık gönül gözleriyle hepimiz adına tarihe tanıklık eder ve bu tanıklığın izlerini geleceğe bırakırlar zaten. İşleri bu. Bize düşen onları susturmak değil, daha çok söylemeleri, hiç susmamaları için desteklemek olmalı. En çok da böylesi zamanlarda… 

MAYIS 2014
0
Share
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda


Photo Profile

Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci

2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.

Daha Fazla



Takip Et

  • Instagram
  • YouTube
  • Twitter
  • Facebook

Bu Hafta Çok Okunanlar

  • Tarkan Kurtlar Sofrasında
     TARKAN - "KUANTUM 51" Tarkan'ı öncelikle günün avam tarz ve türlerinden uzak durduğu, "rap"çilerle filan iş birliği...
  • Hande Yener - "Afrodizyak"
    "BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • Issız Adam'sız Bir Nil Burak Hikayesi
    Bir sayım günüydü. Eve hapis olmuştuk. Sayım memuru ha geldi ha gelecekti. Anneannem, içi saman dolu boz ala boz renkli misafir odası ko...
  • Kim, Ne Demiş?
    ZEYNEP BASTIK NE DEMİŞ?   Zeynep Bastık Sober dergisine verdiği röportajda şöyle demiş: “’Cover’ şarkılar söylemem ve kendi şarkılarım yok...

Arşivden

  • Suna Yıldızoğlu Röportajı
    Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
  • Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?
    MABEL MATİZ - "FATİH"  “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
  • Prestij Müzik'in Film Gibi Hikâyesi
    (Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.)    1997 yılında bir vesileyle Pre...
  • İzlediklerim Ocak 2012
    ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
  • Oya Bora Röportajı
    "Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
Copyright © 2019 Yeter ki Müzik Olsun

Created with by Beauty Templates | Distributed by Gooyaabi Templates