Sertab Erener Röportajı


"ÇOK ÖZGÜR BİR ORTAMDA SANAT YAPTIĞIMI DÜŞÜNMÜYORUM"


(Milliyet Sanat dergisi Mayıs 2012 sayısında ve 14 Mayıs 2012 tarihli Milliyet gazetesi Cadde ekinde yayımlanmıştır.)

Sertab Erener’in “Ey Şuh-i Sertab” adı verilmiş alaturka albümü geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı. Daha önce Yeşim Salkım, Funda Arar, İzel, Nev ve kim bilir kimler yapmıştı. Bugünlerde Fatih Erkoç da yaptı. Geçmişte Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Nilüfer, Erol Evgin gibi nice birinci lig popçusunun da tamamen ya da kısmen alaturka albümler yapmışlığı, şarkılar söylemişliği vardı. Alaturka müziğin yeniden ilgi odağı olmaya başladığı bugünlerde, bu vesileyle Sertab Erener’le hem albümünü hem de yakından tanımadığımız Sertab’ı konuştuk.

YHT: Bir pop şarkıcısı için alaturka söylemek sınıf atlamak, çıtayı yükseltmek, rüştünü ispat etmek demek midir?

SE: Hiç öyle bir şey gelmedi aklıma. “Zamanı geldi, şimdi de bunu yapayım,” gibi bir şey düşünmedim. Hüseyin Çağlayan’ın Londra’da sergilenen bir enstalasyonu için “Üzgünüm Leyla”yı söylemiştim. İşin adı da “I’m Sad Leyla”ydı zaten. Şarkının kaydını aileme, eşe dosta dinlettiğim zaman herkes çok beğendiğini ve benim böyle bir şey yapmam gerektiğini söyledi. Bunlar bir buçuk sene kadar önce oluyor bu arada. Bir süre kendi içimde muhakeme yaptım. Kendimi bu şarkıları söylerken hayal ettim, sahnesini düşündüm.

Düşününce fark ettim ki ben aslında klasik sanat müziği eserleriyle büyümüşüm. Baba tarafımda herkesin sesi güzeldir. Böyle şarkılar hep çalınır, söylenirdi bizim evde. Babam Zeki Müren’le birlikte askerlik yapmıştı. Benim adım bir sanat müziği eserinden geliyordu. Bütün bunlar bir araya gelince bu işi yapmak çok gerekli geldi bana. Sonra dedim ki ben bu şarkıları babama hediye edeyim. Bu bana büyük bir motivasyon oldu ve öyle başladım.


YHT: Bülent Ersoy sizin alaturka söyleyeceğinizi duyunca “Niye?” diye sormuş. Şayet o da bir albümünde opera aryaları söyleseydi, siz de aynı soruyu ona sorar mıydınız?

SE: Ben zaten bir artiste yaptığı herhangi bir şey için “Niye?” diye sorulmasına şaşırıyorum. Bu bana dünyanın en saçma şeyiymiş gibi geliyor. Çünkü istediğini özgürce yapabilmek bir artistin varoluş şeklidir. Kendini böyle ifade eder. Ben sormazdım açıkçası.

YHT: "Sertab alaturka söyleyecek” haberi herkeste, modernize edilmiş, şan tenliğiyle söylenmiş alaturka şarkılarla dolu bir albüm beklentisi uyandırdı ister istemez. Ama albüm çıkınca gördük ki tam tersi bir durum var ortada. Bazı şarkılarda adeta bir taş plak tınısı hissediliyor. Bu sahiden 1930’ların tekniği midir? Yani bunun teknik ayrımı nedir bugünün vokal anlayışına kıyasla?

SE: Çocukluğumdan beri en sevdiğim klasik sanat müziği yorumcusu Safiye Ayla’dır. Bütün zamanların en iyi yorumcusudur bence. Onun dönemindeki eserlerin icra tekniğini de çok seviyordum. O yüzden uzun süre o dönemin şarkıcılarını dinledim. Bu farklı bir teknik. Sesin çok fazla itilmediği, ama tizlerde mümkün olduğunca parlak sesler çıkarıldığı, kafa seslerinin kullanıldığı bir teknik. Zaten klasik sanat müziğinde Arap müziğinin etkisiyle gırtlak nağmeleri başlamış zannediyorum. Münir Nurettin’de, Safiye Ayla’da bu yok. 

YHT: Albüm kapak fotoğraflarında farklı bir Sertab var. Bu albüm gündemde olduğu sürece imajınız bu mu olacak?


SE: Ben bu albümü bir tek yazılı basında anlatmak niyetindeyim. Televizyon programlarına çıkmayacağım. Klip de çekmeyi düşünmüyorum. Bu özel bir albüm çünkü. Ancak sadece bu albümün konseptine uygun, özenle hazırlanmış konserler vermeyi düşünüyorum. İşte orada albüm kapağındaki o otuzlar kadınını sahneye taşıyacağım. Seyircilere şerbetler dağıtmak, saray dansçıları koymak gibi hayallerim var.

YHT: Sertab 1930’larda yaşasaydı alaturkacı mı, kantocu mu, operet yıldızı mı yoksa halk türküleri söyleyen bir şarkıcı mı olurdu?

SE: Gönül telimi titreten bir melodi, bir şarkı varsa ben onu söylemek istiyorum. Türü çok da önemli değil. O yüzden pop söylerken bile hala zaman zaman klasik müzik işlerinde de yer alıyorum. Caz söylemeyi de seviyorum, türkü de söylüyorum. Galiba o zaman da öyle olurdum. Yine sevdiğim her şeyi söylerdim.

YHT: Bir dönem yurt dışına açılma konusunda hatırı sayılır işler yapmış biri olarak acaba alaturka müzikten yola çıkılarak gidilecek bir yol olabilir mi?

SE: Bunu bana Hüseyin çağlayan söyledi. “Bu şarkılardan oluşan bir albüm yap, gel İngiltere’ye, burada kariyer yaparsın, bu ada bu müziğe bayılır,” dedi. Açıkçası böyle bir şey hiç aklıma gelmedi. Ama artık internet sayesinde müziğinizin nerelere kadar ulaşacağını bilemiyorsunuz. Şarkılar sizden bağımsız dünyanın her noktasına seyahat edebiliyor. Belli mi olur?..


YHT: Demir Demirkan’la uzun yıllardır birliktesiniz. Müzisyen, şarkıcı ve benzerleri… Yani egonun çok yüksek olduğu, olması gerektiği işler yapanlar uzun süre sevgili kalabilir mi? Çatışmaz mı egolar eninde sonunda?

SE: Biz ikimiz de sahip olduğumuz egoların büyüklüğünün farkındayız. Bu işi yapan herkes gizi bizim de egolarımıza ihtiyacımız var. Sahnede bizi büyüten şey bu çünkü. Biz Demir’le bunu aştığımızı düşünüyoruz. Bunu mutlulukla söylüyorum. İki insanın bir arada yaşamasının ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Ama biz bunun tersine bir süreç geliştirdik birlikte. Birlikte yaşarken ikimiz de çok değiştik. Şu an öyle bir çatışmamız yok.

YHT: Müziğinize olduğu kadar görünüşünüze de yansıyan bir ferahlık var son yıllarda. Sertab artık daha mı mutlu eskiye nazaran?

SE: Evet mutluyum. Ama tabii bu insan olarak her şeyi çözdüm anlamına gelmiyor. Bu ölene kadar devam edecek bir süreç. Sağlıklı olmak, dinç olmak, güzel kalmak, genç kalmak… Üzerimize yüklenmiş otuz bin tane sorumluluk var. Bütün bunlarla boğuşuyorsun haliyle. Bunların üstesinden gelecek olan farkındalık hali, kendini takip etmek, neyi niçin yaptığını çözmek belli bir bilinç yaratıyor zamanla. Bu bilinç de seni daha mutlu kılıyor.  


YHT: Gençliğin, genç olmanın geçer akçe olduğu bir zaman diliminden geçiyoruz. Bu anlamda yaş alıyor olmak korkutuyor mu sizi?

SE: Galiba bu kaygı herkeste var. Aynada sürekli gördüğün bir yüzün değişimini fark etmeyebiliyorsun ama bir on beş yirmi yıl sonra eski fotoğraflarına baktığında aradaki dramatik farkı görüyorsun.Yaşadığımız dünyada özellikle Hollywood’un beslediği algı, kadının yaşlandıkça işe yaramaz hale geldiği, erkeğin ise kıymetlendiği yönünde. Yaşlanan kadın beğenilmezken, yaşlanan erkek olgunlaştı, daha yakışıklı oldu diye tanımlanıyor. Bu çok acımasız bir şey.

YHT: Peki ne yapmak lazım? Ajda Pekkan gibi hem gençleri yakalamak hem de genç görünmek bir çözüm olabilir mi mesela?

SE: Ajda Pekkan’a çok saygı duyuyorum, hatta hayranıyım. Onun yolculuğu kolay bir yolculuk değil. Ama ben galiba biraz daha sakin kalacağım. Zihnimin genç kalmasını bedenimin genç kalmasından daha fazla önemsiyorum çünkü. Zihnin gençliği aslında bedeni de etkiliyor. Seni esnek kılıyor. Bir çok şeyi sanki on sekiz yaşındaymışçasına aşkla yapabilecek sevgiyi, enerjiyi veriyor. Aslında esas yaşlılık zihnin yaşlılığı. Zihnin yaşlılığı dediğim keskin ve inatçı bir ego, “hayır ben buyum” da ısrar etmek. Ben bunu kırmaya çalışıyorum. Ama cilt gidecek yani. Yapabilecek hiçbir şey yok. Yerçekimi kanunu sana bunu yapıyor.    


YHT: En çok ne yordu/yoruyor sizi mesleğinizi yaparken?

SE: Genel olarak çok özgür bir ortamda sanat yaptığımı düşünmüyorum. Özgürlükler konusunda hala çok ciddi sınavda kalan bir yerde, artiste “Niye?” diye sorulan bir yerde olmak, farklı işler yapmaya çalışan biri olarak beni yordu. Kendini sürekli aklamak zorunda kalmak. Sürekli savunmada kalmak…

Buna çok takan biri değilim aslında. İnatçıyım. İsmimin anlamını taşıdığım için çok mutluyum. Ama yine de beni yıkan şeyler olmuyor değil. “Yahu kardeşim yeter artık!” dediğim şeyler oluyor. Bence bu yaşadığımız coğrafyanın tabiatında olan bir şey.

YHT: Sosyal medyada son derece mesafeli bir duruşunuz var. Böyle mi olmalı? Bu kadarı yeter mi sizce?

SE: Bir artistin sürekli insanlarla iletişim halinde kalmasını çok doğru bulmuyorum. Artist biraz saklı kalmalı. Her an ulaştığın birinin büyüsü kalmıyor bence. Biraz bilmemeleri lazım. Eskinin artist anlayışı çok daha doğru geliyor bana. O merak seni o adamın konserine götürüyor. Ama sen şurada her dakika diyalogda olduğun bir adamın konserine gitmek istemesin. Böyle bir ihtiyaç hissetmezsin. Sosyal medyayı kullanmam gerektiğini de biliyorum ve kullanıyorum  ama mümkün olduğunca mesafeli durmaya çalışıyorum.


YHT: Bir de şu aşırı fanatik fanlar ve onların adanmışlıkları var. Var mı sizin de öyle fanlarınız? Bundan korkar mısınız?

SE: Ben de karşılaşıyorum bazen. Beni görünce ağlıyorlar, titriyorlar, konuşamıyorlar. Seni öyle bir tabulaştırıyorlar ki, ölümlü filan değilsin artık. Fanatiklik her konuda var. Sporda da, dinde de, politikada da… Her hangi bir şeye bağımlılık derecesinde fanatik olmanın psikolojik bir sorun olduğunu düşünüyorum ben.

YHT: Hangi aşk daha gerçek? Bu alaturka şarkılardaki bir uzaktan görmeyle yaşanan ağır dramatik aşklar mı yoksa bugünün şarkılarında anlatılan, daha hızlı, daha ortada, daha aleni aşklar mı?

SE: Artık kimsenin birbirini anlamak için gerekli sabrı bile yok. Artık o eski aşklar çok nostaljik, hatta bazen karikatür haline gelmiş öyküler. Ama ben onları seviyorum galiba.

YHT: Sertab aşık olduğunda hangisi olur mesela? “Rengarenk”deki gözü kara kadın mı yoksa “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine” diye iç çeken hassas kadın mı?

SE: Ben iç çekmiyorum galiba. Her tür müziği seviyorum dedim ya az önce. Bir tek şarkıların içinde arabesk duygu olduğunda sevmiyorum. O kendinden vazgeçmişlik, o suçlu psikolojisi… Ben hiç öyle duygular beslemedim. Bunlar benden çok uzakta. Daha çok aşkını savunan, sahiplenen, savaşçı bir ruh var benim içimde. O yüzden “Rengarenk”deki kadına daha yakınım açıkçası.


YHT: Bugüne kadar gözlemlediğim kadarıyla ben mesela Sertab’ı kocasına yemek pişiren bir kadın, çamaşır yıkayan bir kadın olarak düşünemiyorum. Yani domestik tarafı hiç yokmuş gibi geliyor. Ya da bize mi öyle görünüyorsunuz?

SE: Yok yok ben öyle bir ev temizlerim ki şaşarsınız. Çok titizim. Bize eve haftada bir kadın gelir. Temizliği, yemeği ben yaparım, hiç çekinmem. Zaten Demir de ben de hizmet almayı sevmiyoruz.

Herhangi bir seyahatte gittiğimde otel odasını temizleyerek filan çıkarım. Düzen takıntım var. Bir objenin yeri değişmiş oluyor mesela. Kendimi onu düzeltirken yakalıyorum ve engellemeye çalışıyorum.

YHT: Sanki başka bir Sertab daha var da biz onu hiç görmemişiz gibi geliyor zaman zaman bana. Gerçek hayatta da bu kadar mesafeli misiniz, yoksa düşündüğüm doğru mu? Doğruysa şayet onu biz bir gün görebilecek miyiz?

SE: Ağabeyim anlatmıştı bana. İnsanın bir kendini kendi zannettiği kişiliği, bir dışarının algıladığı kişiliği, bir de olmak istediği kişiliği varmış. Bunların üçü aynı kişiyse problem yok. Ama her biri farklıysa, yandın demektir.

Bana ilk mesafeli olduğum söylendiğinde çok şaşırdım çünkü öyle olduğumu hiç düşünmüyordum. Ben her yerde aynıyım zannediyordum. Bu belki biraz medya duruşum olabilir. Yaptığım işleri seviyorum ama kendimi anlatmayı çok sevmiyorum. Medyanın bunu benden istediği zamanlarda mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışıyorum. Röportaj yapmayı da sevmiyorum bu yüzden. Röportaj yapanın, editörün ve yazıyı okuyanların algısında kendimi doğru ifade edememiş olmanın rahatsızlığını duyuyorum. Galiba bu da böyle bir mesafe yaratıyor. Yoksa ben aslında galiba komik biriyim.   

NİSAN 2012

1 yorum:

  1. Eurovision'da bizi çok büyük gururlandırdı. Sertab Erener kadar başarılı kadın sanatçıların çoğalması dileğiyle...

    YanıtlaSil