Seyyal Taner Röportajı

"KİMSE KALBİNİN İŞİNE SON VERMESİN"


(Milliyet Sanat dergisi Eylül 2018 sayısında yayımlanmıştır.)

Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneğinin Rumeli Hisarı sırtlarındaki sosyal tesislerinde Retro Day adıyla düzenlenen etkinlik bir hayli kalabalık. ’70, ’80 ve ‘90’lardan bu yana tanıdığımız bir dolu şarkıcı peş peşe sahneye çıktıktan sonra sonra sıra Seyyal Taner’e geliyor. Tıpkı gazino günlerinde olduğu gibi assolist Neşe Karaböcek’ten hemen önce, yani ‘solist altı’ olarak çıkıyor sahneye Seyyal Taner. “Valla ben yıllarca bunu böyle söyledim ama siz yine de sakın kalbinizin işine son vermeyin,” diyor o meşhur şarkısını söyledikten sonra. “Kimse kalbinin işine son vermesin; o kalp her an lâzım olabilir.”


Gecenin sonunda röportaj yapmak için kuliste oturduğumuzda bunu hatırlatıyorum Seyyal Taner’e. “Ülkü Aker o şarkıyı yazdığında benim yaşım çok gençti,” diyerek başlıyor anlatmaya.

Şarkı birdenbire patladı, plağı çok sattı, Altın Plak aldı. “Hemen peşinden bir şey daha yapmak lazım,” diyorlar. Ülkü de diyor ki “Genç yaşında kalbinin işine son verdirttik kızın, bari bu defa kalbini affettirtelim.” Sonra da oturup “Kalbimi Affettim”i yazıyor. Ama ben sonra anladım ki bu işin yaşı başı yokmuş. Kalbin işine hiç son vermemek lazım.”


Seyyal Taner şu sıralar Kurtalan Ekspres’le birlikte verdiği konserlerle adından söz ettiriyor. Bu konserlerde kendi şarkılarının yanı sıra Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray gibi bir döneme imza atmış sanatçıların şarkılarını Kurtalan Ekspres eşliğinde seslendiren Taner’le dünü ve bugünü konuştuk.

YAVUZ HAKAN TOK: Nasıl ortaya çıktı Kurtalan Ekspres’le bir araya gelme fikri?

SEYYAL TANER : Rahmetli Hasan Uğur Epirden bundan dört yıl önce bir gün beni aradı ve “Seyyal, düşündüm taşındım, Kurtalan Ekspres’e uyabilecek, onlarla birlikte sahneye çıkacak en uygun kadın şarkıcı sensin. Böyle bir şey düşünür müsün?” diye sordu. Çok aklıma yattı. Çünkü yıllar önce Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray gruplarıyla birlikte turneler yaparken aynı onlar gibi grubuyla turneye çıkan kadın solist olarak tek ben vardım. Ayrıca müziğe profesyonel olarak başladığım yıllarda yollarımızın kesiştiği, çok değer verdiğim arkadaşlarımdı hepsi. Özellikle de Barış. Dolasıyla Barış’ın grubuyla bir şeyler yapmak fikri beni çok heyecanlandırdı.


YHT: Sonra konserler başladı. Nasıl karşılandı izleyici tarafından?

ST: Çok güzel reaksiyon aldık ve bu bizi çok mutlu etti. Bunu sürekli hâle getirmeye karar verdik. Stüdyoya girip birkaç şarkı kaydettik. Aynı o ilk dönemlerdeki gibi. Hücum kayıt; hep beraber stüdyoya girip canlı canlı, o anda ne çıkarsa, onlar çalıyor, ben söylüyorum. Hiçbir dijital müdahale olmadan, tamamen analog bir ortamda. O kayıtları You Tube’a koyduk. Onlar da çok büyük beğeni aldı. Başka kayıtlar da koyacağız önümüzdeki dönemde.


YHT: Nasıl bir kitle buluyorsunuz karşınızda bu konserlerde?

ST: Çok karma bir kitle. Hep 19-21 yaşında çocuklar değil; 60-70 yaşındaki insanlar da geliyor, 30-40 yaşındakiler de. Acayip bir şey oluyor. Ve bütün o şarkıların hepsini ezbere biliyorlar. Benim, Cem’in, Barış’ın, Erkin’in… Kiminkini söylüyorsak. Bizim jenerasyon bilir, ona eyvallah… Ama gençlerin de biliyor olması çok gurur verici. Bazı şeyler bizden çıkmış artık. Bizim değil o artık şarkılar; ezbere söyleyen o insanların.


YHT: Az önce sahnede bir kez daha şahit olduğum üzere farklı bir enerjisi var Seyyal Taner’in. Seyirciyi avucunuzun içine alıyorsunuz. İlk sahneye çıktığınız zamanlarda da böyle miydiniz yoksa zamanla mı oturdu bu tavır?

ST: Daha beterdim. Ben öyle sonradan kendini yönlendiren biri değilim. Ne isem onu verdim. O sahicilik geçiyor zaten seyirciye. Şunu yapayım da neticesinde böyle bir şey olsun diye hesap ederek bir şey yapmadım hiç. Özellikle de sahnede. Bir Seyyal Taner tarzı var evet ama bu bana mahsus bir şey. Biz birilerine benzemek için bir şey yapanlardan değiliz. Bakıyorum, bizim jenerasyondan bugünlere kalmış olanların hepsi kendine münhasır şahsiyetler.


YHT: O zamanlar gazinolarda, gece kulüplerinde ya da Anadolu turnelerinde sahneye çıkıyordunuz şimdiyse başka türlü mekânlar var. Sanatçı tarafından baktığınızda hangisinden daha fazla tatmin olduğunuzu söyleyebilirsiniz?

ST: Ben bizim dönemin o sıkı çalışma temposunu ve o harcadığımız gerçek eforu tercih ederim her zaman. Üç gazinoda birden çalıştığımı biliyorum ben. Sahneden inip, kostümümü bile çıkaramadan, sırılsıklam, kan ter içinde arabayla öbür gazinoya gidip, orada nefes almadan tekrar sahneye çıkardım. Oradan çıkıp bir diğerine… Ama yaptığımız her işte büyük bir ciddiyet ve sahicilik vardı bir kere; sanal değildi hiçbir şey. Geçenlerde Rojin söylemiş: “Ne oldu bu müzik dünyasına? Hepimiz sanal alemin maskarası olduk!” Çok güldüm ama ne kadar da doğru bir laf.


YHT: Bir yandan da zor bir dönem değil miydi? Özellikle sahne teknolojisi açısından imkansızlıklar çoktu çünkü o dönemde.

ST: Tabii ki. Ben bütün paramı menajerlere verip, yurt dışından yok kar makinası, yok ses tesisatı ne çıkmışsa yeni, onu getirtiyordum. Yanar döner ışıklar, yeni kolonlar… Türkiye’de hiçbiri bulunmuyordu ve çok ciddi gümrük paraları ödeyerek getirtebiliyorduk yurt dışından. Sahnede bir yenilik yapayım, seyirciye daha iyisini sunayım diye.


YHT: Gazino dünyasının kendi parametreleri içinde bunlar pek kolay olmasa gerek.

ST: Düşünsenize… Alaturka gazino kültürünün içinde biz “rock-opera” gibi bir şey sahneye koyuyoruz biz. Dansçılarıyla, şovuyla, ışığıyla, kostümüyle… Ve yüksek volümlü müzik; çoğu da yabancı dilde şarkılar. Roger Daltery, Who filan yapıyoruz, olacak şey değil. O zamanlar Türkiye’de şimdiki gibi bir “rock “kültürü de yok. Fahrettin Arslan gibi bir adam bile bir günden bir güne “Sen yapıyorsun kızım? Gazinoda böyle şey olur mu?” dememiştir. Ama seyirci de kitlenmiş vaziyette seyrederdi. İnanılmaz derecede görgülü, bilgili, kültürlü bir seyirciydi gazino seyircisi.


YHT: Nereye gitti o insanlar? Şimdi neredeler?

ST: Bir bilsem… Ben de onların yanına gideceğim. Anlayış ve kültür o kadar değişti ki… Ama bütün dünyada böyle bu. Her yerde aynı kaos var. Üretim ve tüketim arasındaki mesafe kısaldı. O zarafet, nezaket kalmadı. Biraz sükûnet gerekiyor. Biraz durup kendimizi dinlememiz, içimize dönmemiz, sanal dünyadan kurtulmamız lâzım. Ancak o zaman insan olduğumuzu, yaşadığımız gezegenin ne kadar değerli olduğunu, kâinatı, nasıl bir lütuf içinde yaşadığımızı idrak edeceğiz galiba.


YHT: Değişen anlayış ve kültür, toplumu da kesimlere ayırdı ve bir kesimin alkışladığını diğer kesim yuhalayabiliyor. Bugün ‘70’lerdeki kadar (sizin tabirinizle) “radikal” olabilir misiniz?

ST: Olabilirim çünkü o benim sahici duruşum. Onun ne kadar samimi olduğunu seyirci görüyor. O öyle bu değil böyle diyerek insanları kesimlere ayırmayı da sevmiyorum. Ben Türkiye’nin müzisyeniyim. Bu toprakların sesi ve insanıyım. Bütüne hizmet ediyorum. Şarkı söylüyorum, dans ediyorum. Başka bir beklentim de yok ve ben şunu da yapıyorum bunu da yapıyorum diye bir şey göstermeye de çalışmıyorum. O iddiada olmadım hiç. Bende ne varsa ortaya koydum ve o samimiyet insanlara geçti. O yüzden de beni hiç yadırgamadılar, hep kabul ettiler.



YHT: Yakın zamanda bir de Tahir ile Zühre müzikalinde gördük adınızı. ‘80’lerde Türkiye’de müzikal furyası varken ve siz de hem dans edip hem şarkı söyleyebiliyorken neden bir müzikalde oynamadınız diye hep merak etmişimdir.     

ST: Bazen olmayınca olmuyor. Ben çok meşguldüm o tarihlerde. Konserler, gazinolar, turneler… O yüzden yapamadığım şeyler oldu. Mesela Ertuğrul Akbay beni Frankurt’a götürüp Tina Turner’la tanıştırdı. Kulisinde oturup birlikte “Proud Mary”yi filan söyledik. Türk olmam ve bu kadar iyi şarkı söylüyor olmam çok ilgisini çekti ve bir süre sonra Tina Turner’ın menajeri bana çıkacakları dünya turnesinde ön grup olarak yer almamı teklif etti. Defalarca telefon edildi. Ama ben gidemedim. Çünkü gazino anlaşmalarım var, turnelerim var, avanslar alınmış… Böyle şanssızlıklarım oldu. Şanssızlık mı onu da bilmiyorum. Belki de Türkiye’de yerine getirmem gereken bir misyonum vardı ve o yüzden böyle oldu diye düşünüyorum şimdi. 

AĞUSTOS 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder