(Milliyet Sanat dergisi Nisan 2018 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj dergide yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)
Aynı derginin içinde peşi sıra sayfalarda yazıyoruz Naim
Dilmener’le. O Naim Dilmener ki Mehmet Erdem için “Şarkı söylemeye hiç hakkın
yokken şarkı söyleyeceğim diye tutturanlardan,” bile demiş ki üstüne daha neler
de demişliği de vardır; kalemini korkak alıştırmamıştır hiç, bilirsiniz. Ama
biz Mehmet Erdem’le yine şarkı söylediği dördüncü albümünü konuşmak için bir
araya gelmişiz şimdi. Cevap hakkı vermeden olmaz.
“Canını sıkıyor mu böyle yorumlar?” diye soruyorum. Gülüyor neyse
ki, gerginlik yok.
MEHMET ERDEM: Hiç canım sıkılmıyor
benim. Herkes istediğini söyleyebilir. Kendi yaptığımız işte düzgün durduğumuzu
düşünüyorum ben. Sonuçta beğeniye yönelik bir iş yapıyoruz ve birileri elbette
beğenmeyebilir. “Konuşur gibi şarkı söylüyor,” diyenler var. Bir dönem “Öksürse
sesi gider,” diyenler vardı. Komik bir yandan. Sonuçta ben enstrüman da
çalıyorum, yirmi senedir bu işi yapıyorum, bestelerim var. Bir günde çıkıp da
bas sesle söyledim oldu gibi bir şey değil bu. Ona uyanamıyorlar bence. Kimin
lafıydı hatırlamıyorum ama bir şeyin ne kadar kolay yapıldığını zannedip “Aaa
ben de yaparım,” diyorsa birileri, o işi yapmak o kadar zordur ve yapanlar o
işe hâkimdir ki sana yapması kolay görünüyordur.
Mehmet Erdem rahat, mutlu ve huzurlu. Her sorunun her
cevabından hissediliyor bu. Yıllardır yaptığı işin doğruluğunu dinleyici
üzerinden teyit etmiş olmanın rahatlığı, içine sinen bir albüm daha yapmış
olmanın mutluluğu ve tüm bunları iyi anlaştığı bir ekiple kotarıyor olmanın
huzuru. En çok da o huzurdan mütevellit olsa gerek, hemen hiç birinci tekil
şahıs yok dilinde; hep üçüncü çoğul şahıs var. “Yine bir Ahmet Kaya şarkısı
söyledik,” diyor misal. Hâliyle bu kışkırtıcı sorum bile o meşhur televizyon
klişesini, “stüdyoda gerginlik” hâlini yaratmıyor. Sahiden bir stüdyodayız
oysa. Yeni albüm konserleri için orkestrasıyla birlikte prova yapacaklar
birazdan.
Mehmet Erdem’in dördüncü albümü “Neden Böyleyiz?”, Sony
Müzik etiketiyle yayınlandı. Albüm, tıpkı önceki Mehmet Erdem albümleri gibi
yine bir kısım ‘cover’, bir kısım da yeni şarkıdan oluşuyor. ‘Cover’
kontenjanından albüme giren şarkılar Ahmet Kaya’dan “Söyle”, MFÖ’den “Ateş-i
Aşka”, Cem-Ali’den “Duymak İstiyorum” (Cem-Ali ile düet), Nilüfer’den “Böyle
Ayrılık Olmaz” (Rubato ile düet), Çamur’dan “Hara” ve Taner’den “Affetmedim Kendimi”.
Albümdeki üç yeni şarkının ikisi Cihan Güçlü, biri de Erdem Ergün imzası
taşıyor.
YAVUZ HAKAN TOK: Yıllardır albümlerde
ve sahnede Alper Atakan ile birlikte çalışıyorsunuz. Mehmet Erdem müziğinin bir
yarısı da Alper Atakan aslında diyebilir miyiz?
ME: Alper Atakan’la yirmi senelik arkadaşız zaten, dört albümdür
de birlikte çalışıyoruz. Birbirimizi iyi anlıyoruz. Enstrüman seçimlerinde,
düzenlemelerde ne yapalım, nasıl bir şey olsun; o konularda çok iyi
anlaşıyoruz.
YHT: Siz ne kadar müdahil
olursunuz işe?
ME: Eskiden çok daha müdahil oluyordum. Çalıyordum da
albümlerde. Şimdi daha çok Alper’e bırakıyorum ama tabii sonuçta hissedemediğim
bir düzenlemeyi de söyleyemem. Zaten baştan onları konuşup o işe başlıyoruz.
Mesela “Ateş-i Aşka” da ben hiç karışmadım. Alper “Böyle bir şey deneyeceğim,”
dedi. Ortaya çıkan şey benim içime sindi açıkçası. Piyasa olmayan bir
elektronik düzenleme çıktı ortaya.
YHT: Yeniden
seslendirilmiş eski şarkılar bir Mehmet Erdem albümünden beklenenlerin başında
gelir oldu. Bu hep böyle mi gidecek?
ME: Onu ben de bilmiyorum.
Bir gün komple sıfır bestelerden bir albüm de yapabilirim ya da komple ‘cover’
şarkılardan bir albüm. Bu ara bu şarkılarla iyi hissettik, bunları yapalım
dedik. Bana o kadar çok şarkı geliyor ki “Mehmet şunu da söylesene,” diye.
Hatta onun şakasını da yaptık; bir sonraki albümün adını “Mehmet Şunu da
Söylesene” koyalım dedik. Çünkü öyle bir hale geldik. Bazen müzisyen
arkadaşlarımdan bile “Kendime şarkı arıyordum, bir şey buldum, bu tam sana
yakışır,” diye şarkı gönderenler oluyor. Öyle bir durum oluştu. Onların bana
yakıştırdığı şarkı sahiden bana yakışacak bir şarkıdır onu da tahmin
edebiliyorum. Gerçekten öyle bir albüm yapabiliriz yani bir gün.
YHT: Barış Manço’dan
Ahmet Kaya’ya uzanan hat üzerinden yürüyen birden fazla yeni isim çıktı Mehmet
Erdem’den sonra. Böyle bir ekol oluştu sanki?
ME: Ben iyi hissediyorum
onları gördükçe. Mesela “Hep Sonradan” pek repertuvarlara giren bir şarkı
değildi ama şu an bakıyorum hemen herkesin sahne repertuvarında var. “Aşkımız
Bitecek” de çok söylenmiyordu, bizden sonra herkes söylemeye başladı. Öyle bir
şeylere vesile oluyorsak çok mutlu olurum ben. Herkes söylesin. Kimisininki
daha çok beğenilir, kimisininki daha az ama sonuçta bu şarkıları repertuara
katma durumu oldu. Zaten ‘cover’ yaparken amacımız da oydu. Yeni kuşak benim
versiyonu beğenmesin, açsın eskisini dinlesin ama böyle bir şarkı olduğunu fark
etsin, o bile bize yeter sonuçta.
YHT: Sadece bir albüm adı
değil gibi… Ben size sorsam ne cevap verirsiniz? Neden böyleyiz?
ME: İşte biz de biraz onu
sorguluyoruz. Herkes sürekli birbirine laf atıyor. Müzik piyasasında bile artık
kendi yaptığın işten çok başkası hakkında söylediğin şeylerle anılıyorsun.
Neden biz kendi işimizi doğru düzgün yapıp da başkalarıyla uğraşmayı
bırakamıyoruz?
YHT: Hep böyle uslu,
efendi duruyorsunuz. Hiç mi çevrenizdeki insanların illallah dediği bir
huyunuz, tabiri caizse bir arızanız yok?
ME: Aceleciyimdir biraz.
Hemen her şey olsun isterim. Biraz da mühendislikten geliyor galiba; daha
rasyonelim. Bir yerlerde bir aksaklık olunca onun birtakım hatalardan dolayı
olduğunu fark ederim ve duramam, müdahale ederim. Çevremdekileri yorabilirim
tabii o arada. Herkese sürekli “Hadi hadi hadi,” diyebilirim. Bir de bu
efendilik mevzuu çok saçma bir yere geldi. Bir yere girince selam veriyorum,
“Abi ne kadar mütevazısın,” diyorlar. Selam vermemek zaten ayıp değil mi? Selam
vermeyenler olduğu için sen verince mütevazısın sanıyorlar. Hayır, benim
yaptığım normal, olması gereken. Selam vermeyenin yaptığı terbiyesizlik. O
yüzden bana fazladan bir efendilik yüklendi. Ben normal davranıyorum aslında.
YHT: Sürekli bir konser,
turne halindesiniz. “Of yeter artık!” dediğiniz anlar oluyor mu?
ME: Çalmayı seviyoruz. Orkestramız çok etkin. 500’ün üzerinde
konser yaptık bugüne kadar. Bizim işimiz müzik. Başka bir yerde göremeyecekleri
için bizi, konserlerde buluşuyoruz dinleyiciyle. Her yere gitmeyi seviyoruz bir
de biz. Anadolu’yu da çok dolaşıyoruz. İstanbul’da ayda bir iki konser oluyorsa
geri kalanın çoğu Anadolu’da zaten. Farklı şehirlerde. daha az gidilen yerde daha çok reaksiyon alıyoruz. Sadece
cismini görmeye gelenler bile oluyor. Biz bir de ödün vermiyoruz. Sahne
performansımız Harbiye’ye de çıksak aynı, küçük bir salonda da çıksak aynı.
Aynı şevk var bizde. Ekibin kimyası iyi tutuyor; birlikte çalmayı seviyoruz. O
da karşı tarafa geçiyor herhalde.
Peş peşe dört-beş
konser olduğunda sabah otelde uyanıp “Neredeyiz biz?” diye sormuşluğum çok
olmuştur. O kadar dolanınca insan karıştırabiliyor arada. Ama sonuçta amacımız
buydu, istediğimiz şey insanlarla buluşmaktı ve oldu. Bundan yakınacak bir
lüksümüz yok. Talep var ki gidebiliyoruz sonuçta. Çağırmasalar, nereye
gideceğiz?
YHT: Bununla birlikte her gittiğiniz yerde alışık olduğunuz şartlarla
karşılaşmıyorsunuzdur mutlaka. Bir yere konsere giderken olmazsa olmaz şartlarınız,
kurallarınız var mıdır?
ME: Bir yere gittiğimizde oradan, organizasyonu yapanlardan
memnun kalmadıysak onlarla bir daha çalışmıyoruz zaten. Sonuçta bu profesyonel
bir iş ve herkesin işini düzgün yapmasını istiyoruz. Biz öyle yapıyoruz çünkü.
O kadar yol yapıyoruz, yoruluyoruz. Siz bizim bir tane ufak talebimizi yerine
getiremiyorsanız o zaman bizim sizinle çalışmamızın bir anlamı yok. Bazen
“Nereye geldik biz abi?” dediğimiz durumlar oldu tabii arada. Beklemediğimiz
şeylerle karşılaştık. Mesela kulis meselesi. Kuliste bir insanın neye ihtiyacı
olur? Bence birincil ihtiyaç lavabodur. Ama kulislerde yüzde yetmiş seksen
oranında lavabo bulamazsın. Bir odaysa mesele, zaten buluruz. Ama kulisin
lavabosu, sahneye yakınlığı filan, bir anlamı olması lazım. Bizde nedense müzik
mekanlarında bile birincil öncelik verilmesi gereken şeyler geriye
atılabiliyor. Onu anlayamıyorum.
YHT: Bir süredir “dining club” tarzı bir mekânda düzenli program da
yapıyorsunuz bir yandan. Alışageldiğinizden farklı bir konsept, belki farklı
sosyal statüde bir kitle… Nasıl bir fark var?
ME: Başlarken açıkçası
biraz gergindim. Oturmalı bir düzen, yemek yeniyor filan. Daha önce bayii
gecelerinde filan çok çıktık ama burada insanlarla çok iç içesin. Masalar elini
uzatsan dokunabileceğin mesafede. Sonuçta biz gelen kitle farklı diye farklı
bir şey yapmadık. Statüsü, maddi durumu ne olursa olsun herkes müzik seviyor ve
aynı şarkıya herkes aynı tepkiyi veriyor. Bunu orada daha çok hissettik. Bir de
bizim müzik yaptığımız yerlere çeşitli sebeplerle gelemeyen, ne bileyim mesela
ayakta müzik dinlemek istemeyen insanlar da var sonuçta. Bana kalsa ben daha
çok konser atmosferinde iyi hissediyorum kendimi. Ama bunu böyle hissetmeyen de
var tabii. Çok da iyi geçiyor, hiç çekindiğim gibi olmadı.
YHT: Bir ‘racon farkı’
vardır illa ki?
ME: Şampanya geliyor tabii
arada. Var da benim de kendi raconlarım var, onlar da ona saygı gösteriyor. Ben
öyle sürekli şampanya gelecek, gönderenin ismi okunacak filan kafasında
değilim. E gelenler de onu anlıyorlar zaten, “Bu adama da bunu yapmayalım,”
diyorlardır yani. O tabii mekân için maddi getirisi olan bir şey belki ama ben
de “Selim Beyler hoş gelmişler, Ahmet Beyler neredeler” filan diye dolaşmıyorum
yani. Öyle bir havamız yok. Bir teveccüh varsa teşekkür ederiz, o ayrı.
YHT: Medyayla ve de sosyal medyayla aranız nasıl?
ME: Ben sosyal medyayı gerçekten hiç kullanmıyorum. Benim
hesaplarımdaki bütün gönderileri profesyonel insanlar yapıyor ve tamamen
bildiri amaçlı oluyor. Ben sosyal medyayı hiç kullanmazken hakkımdaki asparagas
da büyüyor. “Ne biçim bir adam bu?” diyorlar; çözemiyorlar tam olarak. Daha iki
gün önce bir haber çıktı. Sokakta bir madde bağımlısı kardeşimiz yanıma geldi,
sarılıyor bana. O sırada fotoğrafçılar çıktı ortaya, çekmek istediler. Çocuğu
yanımdan ayırmak istediler ben de “İstiyorsanız onunla birlikte çekin,” dedim.
Sonra gazetede haber çıktı “Ben halk adamıyım, halka birlikte fotoğraf
çektiririm,” demişim. Ben hayatımda hiç böyle bir cümle kurmadım. Sonra konser
sonunda benimle fotoğraf çektiremeyen birisi kızıp “Ne halkın adamısın, benimle
bir fotoğraf çektirmedin,” diyebiliyor. Benim hiç dahlim olmayan bir konuda bir
anda laf yiyorum. Ama ben bu konuda hiçbir şey yapmadım aslında. O yüzden
bunlara takmamak gerektiğini biliyorum. Bana uymayacak bir şey yaparsam, özür
de dilerim, pişman da olurum, yüksünmem. Ama benim söylemediğim bir laf için
bir şey yapamam.
YHT: Bir son soru klişesi olarak, geleceğe dair planlarınızın ya da
hayallerinizin en uç noktasında ne var?
ME: Hayallerimden biri
kendi bestelerimin olduğu, enstrüman da çaldığım enstrümantal bir albüm yapmak.
Artık bu hakkı kazandım galiba yavaş yavaş. (Yazarın notu: Bu hakka Dilmener’in
bile bir itirazı olmaz sanırım.) Bir de İngilizce ile değil ama Türkçe
söyleyerek yaptığımız müziğin yurt dışında bir yerlerde duyulmasını isterim.
Çünkü o kalitede ve dolgunlukta işler yapabildiğimizi biliyorum ama belki
dilden dolayı, dünyada İngilizce hegemonyası olduğu için çok zor sıyrılabilir
bizim işler.
Röportajdan sonra birlikte prova stüdyosuna geçiyoruz. Mehmet
Erdem orkestranın halihazırda çalmakta olduğu şarkıya sesiyle katılıyor.
Basbayağı ücretsiz ve de kişiye özel hissi veren bu konser parçacığına provanın
gizliliği ve özelliği ilkesine saygımdan, şarkının bittiği yere kadar seyirci
kalıp, sonrasında müsaade istiyorum. Kulağımda dinlediğim şarkı kalıyor: “Terk
eyle resmi, yandır bu cismi. Yandır bu cismi ateş-i aşka.” Bu cismi ateş-i aşka
yandıran şey müzikse şayet (ki bence öyle), ne tür ya da ne tarz bir melodinin,
sözün ve de sesin yandıracağının ya da yandıramayacağının yazılı olduğu bir
kitap yok sanki. Olmasın da zaten.
MART 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder