(12 Kasım 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
1990 yılında profesyonel müzik yaşantısına başlayan 1996 ve ’97 yıllarında Eurovision şarkı yarışması Türkiye finallerinde ikincilik kazanan ve 2000 yılında yarışmada Türkiye’yi temsil eden Pınar Ayhan nihayet ilk albümüyle karşımızda. Baha Müzik etiketiyle piyasaya sürülen “Duyuyor musun?” adlı bu albümde altı şarkı ve iki de farklı versiyon var.
Eurovision’un yanı sıra zaman zaman solist, zaman zaman da sunucu olarak yer aldığı televizyon programlarından da tanıdığımız Pınar Ayhan yıllardır müzik piyasasının içinde olmasına karşın oyunu kuralına göre oynamayan, ağır ve emin adımlarla ilerlemeyi tercih edenlerden. Şayet aksini düşünseydi bugüne dek hem çok sayıda albüm yapmış, hem de ciddi bir popülerlik yakalamış olabilirdi.
Albümde kendi söz ve bestelerinin yanı sıra, eşi Sühan Ayhan’ın da besteleri var. Bir şarkının sözlerini Ferhat Göçer yazmış, bir şarkı ise bir Celal Güzelses türküsünü olan “Bahçada Yeşil Çınar”ın yeni yorumu. Düzenlemelerde ise Ogün Dalka, Gökhan Över, Ali Tolga Demirtaş, Mete Artun ce Serhat Demirtaş’ın imzaları var. Halen Ankara’da yaşayan Pınar Ayhan, albümü de Ankaralı müzisyenlerle birlikte kotarmış ve adeta İstanbul müzik piyasasına ve bu piyasanın müzikal kriterlerine, bağlayıcı kurallarına kafa tutmuş. İyi de yapmış; zira nicedir pop piyasasında böylesi sıraya girmeyen işlere pek rastlanmıyor.
Latin esintilerinin Anadolu ritimlerine karıştığı, İspanyol gitarların caz akorlarıyla buluştuğu renkli bir müzik yelpazesinin içinden ayırt edilebilir ses rengi, notaların içini eksiksiz dolduran parlak tınısı ve düzgün şarkıcılık tekniğiyle ses veriyor Pınar Ayhan. Albümü başından sonuna dinleyip bitirdiğinizde bir kadife dokunuşu kalıyor kulaklarınızda; bağırıp çağırmıyor, ellerinizi havaya kaldırmaya zorlamıyor, dilinize yapışmak için taklalar atmıyor. Ve belki de bu yüzden bugüne değil de bir başka zamana aitmiş gibi duruyor. Bu bir avantaj da olabilir, (bugünün şartlarında) ne çare dezavantaj da.
Pınar Ayhan gibi kendi yağıyla kavrulan müzisyenlerin albümlerini ne zor şartlar altında bitirebildiklerini iyi bilmiyor olsaydım, bu zengin müzikal altyapıda keşke canlı davul kayıtları kullanılmış olsaydı diye düşünebilirdim. Bir de ben olsaydım, Türkiye’yi Eurovision şarkı yarışmasında temsil etmiş en iddiasız ama en güzel şarkılardan biri olan “Yorgunum Anla”yı, albümdeki bu çok farklı düzenlemesinin yanı sıra, orijinal haliyle; o sıcak ve kıvrak Latin düzenlemesiyle de kullanmayı tercih ederdim.
Bu çekinceler bir yana, Pınar Ayhan gibi bir ismin uzun yıllar sonra bile olsa bir albümle sesini ve müziğini çok daha fazla sayıda insana ulaştırabilmesi sevindirici. Umarım bu ilk albüm, bundan sonra uzun bir ara vermeksizin üretilecek nice yeni albümün habercisi olur.
(5 Kasım 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Diğer müzik türlerinin aksine, caz müziğinde dünya çapında adını duyurmuş çok sayıda Türk müzisyen var. 11 yaşında konservatuar eğitimi almaya başlayan, eğitimini Hollanda’da devam ettiren ve caz müziğinde sadece icracı olarak değil, öğretim görevlisi olarak da kariyer edinen doçent unvanlı Baki Duyarlar da bunlardan biri.
Aynı adı taşıdığı, alaturka müzik bestekârı babasının ününü tamamen farklı bir müzik türünde sürdürüyor olmasına karşın, caz kompozisyonlarına Türk müziğinin izlerini sürmekten kaçınmayan bir müzisyen Baki Duyarlar. Nitekim yakın bir tarihte piyasaya çıkan son albümü “Kemenjazz”da da Derya Türkan’ın kemençesi eşliğinde, daha önce denenmemiş yeni bir müzikal form deniyor.
Baki Duyarlar ve Derya Türkan’ın yanı sıra Cem Aksel, Erdal Akyol, Dilek Türkan, Şenova Ülker ve Azize’nin de katkıda bulunduğu “Kemanjazz” sadece bir albüm adı değil; Türk caz müziğinin ya da Türk sanat ve halk müziğinin caz kalıplarındaki düzenlemeleriyle geliştirilmiş formun ötesinde bir işin, tek başına dünya caz literatürüne geçecek bir yeni bir denemenin de adı gibi (sanırım caz kelimesinin Türkçe imlası yerine “jazz”in tercih edilmesi de bundan.)
Yedisi Baki Duyarlar’a, biri Derya Türkan’a ait sekiz eserin yer aldığı bu albümde Duyarlar ilk kez sözlü eserlere de yer vermiş. Baki Duyarlar bu projenin oluşmasında Derya Türkan’ın kemençesinin ve bu enstrümanda geliştirdiği olağanüstü tekniğin ilham kaynağı olduğunu gizlemiyor. Özellikle albümün açılışında sözsüz versiyonuyla yer alan “Aşk Tanrısına” adlı bestede Derya Türkan’ın yaptığı kemençe taksiminin üzerine Azize tarafından yazılan sözlerle sözlü bir esere dönüşmesinin Duyarlar’ı bir müzisyen olarak çok heyecanlandırdığı albüm kartoneti için kaleme aldığı yazıdan da anlaşılabiliyor (nitekim bunun dünyada bir ilk olduğundan bahsediyor.)
Baki Duyarlar’ın yine Ada Müzik etiketiyle yayımlanmış önceki iki albümü (“Overseas” ve “Colors”) ile aynı görsel konseptte buluşturulmuş Hayalgücü Tanıtım imzalı nefis kapak kompozisyonu ile dinleyiciye sunulan bu albüm caz severlere her bakımdan yeni ve farklı bir müzikal yolculuğun kapılarını açıyor.
“Kemanjazz” hem başucunuza koyabileceğiniz, hem de arşivinizde uzun yıllar saklayabileceğiniz kıymetli bir albüm.
(29 Ekim 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Popüler müziğin endüstriyel kanadında at koşturmanın tüm dünyada geçerli bazı kuralları var. Öncelikle uzun vadeli bir kariyer planı ve bu planın hayata geçirilmesi için çalışan iyi bir ekip, bu işin olmazsa olmazları. Şarkıcının söylediği şarkıdan giydiği kostüme, çekilen klibinden, basına yansıyan yüzüne kadar bir paket halinde, doğru sunulması ve pazarlanması ise bir başka gereklilik.
Murat Boz’un popüler müzik piyasasında Tarkan’dan bu yana en dikkat çekici yıldız olmasına karşın, bir türlü kendi kulvarındakilerden öne çıkamamasının sebebini de yukarıdaki paragrafta aramak gerekiyor sanırım. Nitekim 2011 çıkışlı “Aşklarım Büyük Benden” albümü kendi dinamikleri içerisinde Boz’un popülerliğini devam ettirmekten öteye geçemedi ve beklentilerin epey altında kaldı.
Murat Boz’un geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan “Dance Mix” adlı albümünde, son albümün bazı şarkıları yeni düzenlemelerle karşımıza çıkıyor. Yeterince ses getirmemiş albümlerin “remix” takviyesiyle temposunu yükseltmek son dönemde sıkça tercih edilen, ne çare ki sonuç getirmeyen bir çaba.
Nitekim Boz da “Dance Mix” albümünde sırtını bir önceki albümün “hit”lerinden “Özledim”e yaslamış gibi görünüyor. Daha önce Ozan Doğulu albümünde kullanılan “Yazmışsa Bozmak Olmaz”ı bir kenara koyarsak, geride kalan yedi “remix”, Erdem Kınay gibi, Gürsel Çelik ve Kıvanch K. gibi bu alanda söz sahibi isimlerinden ellerinden çıkmış olmasına rağmen kıyametler koparacak gibi görünmüyor. Şarkılar yeterince güçlü olmayınca “remix”lerin kuş konduramadığını da bu vesileyle bir kez daha görmüş oluyoruz.
Murat Boz’un kariyerinde ulaşmak istediği hedef nedir bunu bilmiyoruz ama, son yıllarda gerek söylediği şarkılar, gerekse çizdiği imajla kendini konumlandırdığı yerin, aslında olabileceği/olması gereken yerden çok uzakta durduğu bir gerçek. Bir ‘ara albüm’ olarak kabul edilebilecek bu çalışmanın da diskografisinde bir artı puan olarak anılmayacağını söylemek sanırım yanlış olmaz.
Sıla’nın “Joker” albümüyle hem kendi kariyerinde, hem de günümüz popüler müziğinin seyrinde çıtayı ciddi bir biçimde yükselttiğini yazmıştım bundan bir süre önce. Bir ‘ara albüm’ projesi olmanın çok ötesinde bir işti ve daha uzun bir süre tadı çıkarılabilirdi. Bundandır ki yeni albümünün hazırlıklarını tamamladığını öğrendiğimde, biraz erken davrandığını düşünmüştüm. Neden acele edildiğini ise yeni albümü dinlemeye başlayınca anladım.
Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan “Vaveyla”, adının taşıdığı çığlığı içinde saklayan bir albüm. Sanki yüksek bir yardan, ucu görünmeyen bir uçuruma doğru atıyor çığlığını Sıla. Önce yok olup gidiyor sesi, sonra dalga dalga, yankılanarak geri dönüyor. “Ne oluyor burada?” diye dönüp baktırmıyor belki ilk anda ama sonrasında yankılar peşinize takılıyor ve kolay kolay da bırakmıyor. İşin sırrı da burada zaten; iddiasız ama aslında çok iddialı, sessiz, sakin ama aslında çığlık çığlığa bir Sıla var bu albümde. Tıpkı “Joker”de olduğu gibi.
Belli ki Sıla, “Joker”de ekibiyle birlikte yakaladığı sinerjiyi bu defa yeni şarkılarla sürdürmek istemiş. Nitekim bu yeni albüm tamamen aynı konseptle ortaya çıkarılmış. Aynı ekip (senfonik yaylılar hariç), aynı akustik düzenlemeler, aynı süssüz, makyajsız, dolgusuz, yalın müzik kaygısı.
Geçenlerde “Vaveyla”yı yakın dinleme (müzik yazarı kulağıyla dinleme) seanslarımdan birinde her nasılsa müzikçalarımın şarkıları rastgele karıştırma özelliğini açık bırakmışım. Albümden bir şarkının hemen arkasından “Vur Kadehi Ustam” çalmaya başladı ve ben ancak birkaç dakika sonra farkına varıp gayri ihtiyari, “Nasıl yani, Sıla bu şarkıyı yeni albümünde bir daha mı söylemiş?” diye düşündüm. “Joker” ve “Vaveyla”nın birbirine çok yakın tınıları beni bile faka bastırdı anlayacağınız.
Bu anlamda “Vaveyla”, “Joker”in bir devamı, hatta ikinci diski gibi. Bunun altını yermek maksadıyla mı çizip duruyorum?.. Elbette hayır. Tam tersine, popüler müziğin tam orta yerinde at koşturmakta olan bir şarkıcının “Joker” gibi bir albümle aldığı riski, eski şarkılarının yeni düzenlemeleri koruyucu kalkanından çıkarıp, bu defa yeni şarkılarıyla tekrar göze almasını neresinden baksanız cesurca buluyorum. Bu pencereden baktığımda ise doksanlarda Nazan Öncel’in “Göç”ü neyse, iki bin onlarda Sıla’nın “Vaveyla”sının o olabileceğini düşünüyorum. Aradaki fark Nazan Öncel’in o albümü beklenmedik bir şekilde önümüze koyuvermesiydi; Sıla ise “Joker”le bizi buna hazırlamıştı.
Tabii bütün bu saydıklarım, albümün popüler müziğin seyri içerisindeki duruşuyla, müzikal yapısı, düzenlemeleri ve icrasıyla ilgili övgüler. Başka bir açıdan bakarsak da “Vaveyla” kendi başına bir başyapıt olma fırsatının kıyısından dönmüş bir albüm olarak da tanımlanabilir.
Bu çentiği atma sebebim şudur ki; albümde bugüne dek Sıla albümlerinden alışık olduğumuz tarzda, ilk dinleyişte alıp götüren, çok çarpıcı, çok vurucu bir şarkı yok. Daha dikkat çekiciler, daha etkililer var elbette ama ortalama şarkılarla başa baş sayıda. Sanki “Joker”in devamını getirme kaygısı ve peşi sıra gelen altyapıya, “sound”a, kayıtların niteliğine (yani ince işçiliğe) konsantre olma telaşı esnasında, asıl hammadde (yani şarkıların çıplak haldeki gücü) gözden kaçırılmış gibi. Bu durum albüme müzikal tercihinden çok daha büyük bir risk yüklüyor.
Albüm “Çocuk”la müthiş bir açılış yapıyor. Özellikle ritmin ve senfonik yaylıların yükseldiği bölümün damakta bıraktığı müzikal tat, albüme dair beklentiyi bir hayli yükseltiyor. Ne ki ardından gelen “Her Şey Yolunda” o etkiyi devam ettiremiyor. Aynı şekilde “Açık Deniz”in de alışageldiğimiz yaratıcı ve farklı Sıla şarkıları çizgisine çıkamadığını görüyoruz.
Ancak ilk üç şarkının çok açık fark ettirdiği bir şey var ki, o da Sıla’nın şarkıcılık mahareti. Özellikle bu tip akustik, az enstrümanlı, az gürültülü kayıtlarda soliste daha çok iş düştüğü kaçınılmaz bir gerçek. Sıla bu işin üstesinden bileğinin hakkıyla geliyor. Ne kadarı Sıla’nın entonasyon başarısı, ne kadarı kayıt masasının başında oturan Arzu Alsan’ın el çabukluğu marifeti bilmiyorum ama solistin kelime aralarındaki derin nefes alışlarını hemen hiç duymuyoruz bu albümde (Mesela Candan Erçetin’in herhangi bir albümünü nefeslerini duyarak dinlemeye başlayın, iki şarkı sonra kapatmak isteyeceksiniz.) Bir de şarkıların ruh halini ve duygusunu hiç yitirmeden, doğru vurgular ve baskılarla, doğru prozodi ve teknikle söylüyor Sıla ki bu da artık giderek daha az bulunur bir nitelik haline geldi şarkıcılarda. Evet yer yer sertleşiyor, dayılanıyor, zaman zaman da teatralleşiyor belki ama bütün bunlar başından beri Sıla vokalinin alamet-i farikaları zaten. Olmazlarsa da olmaz gibi.
Albümün adındaki çığlığı en çok “İmkânsız”ı dinlerken duyuyorsunuz. Düzenlemede senfonik yanı vurgulanan şarkı, pekâlâ daha yüksek sesli elektrogitarları, hatta daha sert bir davulu bile kaldırabilirmiş. Albümün çıkış şarkısı olan “İmkânsız”, kolay algılanabilecek bir şarkı değil, hatta klipte de altı çizildiği üzere depresif yanıyla genel geçer pop kategorisinde dinlenilmesi zor da bir şarkı ama albümün iyi şarkılarından biri olduğu da bir gerçek. Ardından gelen “Panik Atak” ise hareketli ve sloganlı olsun diye yapılmış gibi duran, ne ki Sıla’nın bu türde daha önce yaptığı işleri mumla aratan bir şarkı. “Hâlâ” tipik bir Sıla şarkısı. Albümde öne çıkması muhtemel işlerden biri. Aynı şekilde peşi sıra gelen “Esaret” de kolay algılanabilecek bir şarkı. Şarkıda geçen “Bu öğretilen cehaletin vebali esaret” cümlesini bireysel de alabilirsiniz, toplumsal da. Bana bugün bu ülkede yaşadıklarımızın beş kelimelik bir özeti gibi geldi mesela. Sıla’nın şarkı sözü yazarlığından şüpheye düştüğüm hiç olmadı gerçi. Nitekim Türkçeyi ne denli iyi kullandığına dair birçok iz var bu albümde de. Bu şarkı da onlardan biri.
“Çok Sevdiğimden” albümde belki de kulağı en kolay yakalayan şarkı. Bir dinleyişte mırıldanmaya başlıyorsunuz. Bana soracak olsalar, ikinci klip bu şarkıya çekilmeli derdim. Ardından gelen “Leylâ” ise çok basit bir melodi üzerine “açılsın, saçılsın, kaçırsın” nakaratıyla vasat sularda yüzen bir şarkı. Düzenlemede gitarın ‘muzır’ eşliği eğlenceli, hepsi o kadar.
Diğer şarkılardaki senfonik havanın aksine “Issız Ada”, alaturka keman girişiyle başlıyor ve alaturka bir ritimle de devam ediyor. Sıla şarkılarının alaturkayla yakın teması malum. Bu albümde bundan özellikle kaçınılmış belki ama bir taneden de bir şey olmaz diye düşünülmüş olmalı.
Daha önce Linet tarafından seslendirilen “Aslan Gibi” ise bu albümün en eğlenceli şarkısı olmuş. Bestesi Sezen Aksu’ya, sözleri Sıla’ya ait bu şarkıyı Linet söylediğinde, özellikle her “dipçik gibi sağlam duracaksın ayakta” dediğinde irkildiğimi, oturduğum yerde ister istemez doğrulduğumu, Linet’in hırsından ve (kime ve niyeyse artık) öfkesinden ürktüğümü hatırlıyorum. Neyse ki Sıla ve ekibi şarkıyı cümbür cemaat, kahkahalı, esprili ve alkışlı bir şekilde, bir nevi makaraya sararak söylemişler. Çok da iyi olmuş. Hem şarkı ruhunu bulmuş, hem de albümün kurşuni renkli atmosferinde bir şarkılık gün ışığı sızmış içeriye. Tabii konsept itibarıyla bu düzenlemeyi “Joker” albümüne konmamış da burada değerlendirilmiş gibi düşünmekten de kendini alamıyor insan.
Albümün sonunda “Açık Deniz”in “(K)açık Deniz” ve “Esaret”in “(C)esaret” adı verilmiş farklı düzenlemeleri var. Burak Erkul ve Arzu Alsan tarafından yapılan bu düzenlemeler, söz konusu şarkıları farklı bir kulakla dinlemenin, onlardan farklı tatlar almanın yolunu açıyor dinleyene. Seksenler elektronik müziğinin ve yetmişler disko müziğinin izlerini taşıyan bu iki düzenleme bence çok da gerekli değilmiş aslında ama meraklısını memnun edebilir.
Albümün ruh haline uygun olarak siyah beyaz fotoğraflar ve minimalist bir tasarımla sunulan kapak kompozisyonu gayet güzel. Fotoğrafları çeken Elif Çakırlar ve Barış Aras ile kartonet tasarımını yapan Gözde Mutluer son derece yerli yerinde işler çıkarmışlar. Tıpkı albüme emek veren tüm müzisyenler, kayıtları yapan teknisyenler ve bizzat Sıla’nın kendisi gibi.
Sıla’nın bundan sonra bir başka yöne doğru yine beklenmedik bir adım atarak bizi şaşırtacağını düşünüyor ya da umuyorum diyelim. Onda ve ekibinde bu cesaret ve müzikal birikim var. Ne ki bundan sonra ne yaparsa yapsın, aslolanın şarkı olduğunu da gözden kaçırmaması gerekiyor. Özellikle beste konusunda kendisini tekrarlamaya başlar ve (“Çocuk” şarkısından alıntıyla) “özü kaybederse” hayal kırıklığımız büyük olacak zira. Dileriz bize bunu yaşatmaz. Çünkü bu albüm bir kez daha gösteriyor ki Sıla, iki bin onlu yılların kurak pop müzik çölünde bulunmaz bir vaha gibi. Umarım hep öyle kalır.
2006’da yılında Tolga Yükseloğlu ve Savaş Ateşoğlu tarafından temelleri atılan Temas, Altuğ Özgün ve Murat Kanlı’nın katılmasıyla birlikte kendi şarkılarını yazmak ve çalmak üzere yola çıkmış bir grup. 2009 yılında “Hayata Dokun” adlı ilk albüm piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra solist değiştirmek zorunda kaldılar ve şu anki solistleri Alper Fıratlı gruba o günlerde katıldı. Temas kurulana kadar farklı gruplarda çalan ve sahne tecrübesi kazanan grup elemanlarının ortak noktası ise her birinin müzikten bağımsız işlerde çalışıyor olmaları. Halen iş hayatları ve müziği bir arada sürdürürken, bunun zamansızlık gibi ciddi bir sıkıntı yaratmasının dışında ekonomik olarak onlara sağladığı özgürlüğün müziklerine olumlu yönde katkı sağladığını düşünüyorlar.
(Milliyet Sanat dergisi Ekim 2012 sayısında yayımlanmıştır.)
Bitti bitiyor, çıktı çıkıyor derken nihayet yılın ‘merakla beklenen’ klişesini en çok hak eden albümü, 32 şarkıcıdan 33 Orhan Gencebay yorumuyla, kulakları şenlendirmek üzere piyasada. Nicedir tane hesabı albüm satan Unkapanı’dan bu kez kamyonla sevkiyat yapılıyor olması albümün yapımcısı tarafından Twitter’da fotoğraflanarak duyuruldu ve pahalı pastanelerin havalı çikolata kutularına benzeyen altın yaldızlı “Bir Ömür Orhan Gencebay” paketi müzik marketlerin baş köşelerine yerleşti.
‘Paket’ tabir ettim zira çift diskten oluşan albümün kallavi bir kitapçık da içeren kartoneti, piyasa muadillerine enine boyuna fark atıyor. Kitapçıkta Orhan Gencebay albüme emeği geçen herkesin tek tek ‘berhudar’ olmasını diliyor, sonra albüme emeği geçenler de duydukları onur ve mutluluğu, bu defa Orhan Baba’nın ‘berhudar’ olması temennileriyle dile getiriyorlar. Baba’nın 32 şarkıcıya tek tek teşekkürü ile 32 şarkıcının tek tek cevabı (aslında 31 çünkü Candan Erçetin o bildik serinkanlılığıyla yine susmayı tercih etmiş) eğer hepsini okumaya azmettiyseniz, havadan bir yarım saatinizi alıyor. Gerisi ise şarkıcıların illüstrasyon haline getirilmiş fotoğrafları ve şarkı sözleri, künyeleri… Gönül bir biyografi, bir diskografi, şarkıların ilk yayın tarihleri filan da olsun ister miydi?.. İsterdi elbet; ama yok.
Zarfı bırakıp mazrufa bakar isek şayet, epeyce şenlikli bir albümün sizi beklediğini söyleyebilirim. Arabeskçisinden türkücüsüne, popçusundan ‘rock’çısına bütün mahalle toplanmış, herkes karınca kararınca bir şeyler yapmış. Albüm birçok açıdan müzik tarihine not düşülecek şahanelikler içeriyor. Bir kere bildik bileli Ajda, Sezen, Nilüfer, Nükhet ve yoncanın beşinci yaprağı Zerrin’i bir araya getirebilen tek albüm Zülfü Livaneli’nin 35. Yıl albümüydü ki o da aslında bir konser kaydıydı. Bugüne dek yapılanlar içinde bu kadar kalabalık kadrolu ve bol şarkılı tek saygı albümü ise Ortaçgil’e aitti ama onda da büyük yüzdeyle alternatif isimler yer alıyordu ve haliyle ana akımı bu kadar göbeğinden yakalamıyordu. Oysa bu albümde her dönemde yeri sabitlenmişlerin yanı sıra Akalın, Ceceli, Yener, Ortaç ve illa ki Tarkan gibi bugünün çok satarları da vazife başında. Kadro öyle böyle değil yani. Bir nevi asri zamanın fuar gazinosu gibi.
Taksilerde, dolmuş ve minibüslerde 45’lik plakların, kartuş kasetlerin çalındığı, en çok da Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur şarkılarının söz konusu toplu taşıma araçlarının şoför mahallinden ‘ful stereo’ yankılandığı o yılları hatırlıyor olmasam, o dönemde arabesk müziğe neden ‘minibüs müziği’ dendiğini anlayamayabilirdim bugün. TRT Denetleme Kurulu’na göre ise ‘yoz müzik’ti arabesk. Ya taşrada ya da kentlerin taşradan göç edenlere mesken olan eteklerinde, gecekondularında dinlenilir, klasikçisinden halk müzikçisine, ortak paydaları müzikte statüko olan bir kesim tarafından asla itibar görmezdi. Yıllarca da görmedi. Görmedi de ne oldu?.. Memleketin Kurtuluş Savaşından bu yana gördüğü belki de tek halk hareketi olarak arabesk, sadece bir müzik türü değil, bir yaşam biçimi, bir üslup, bir tarz, hatta abartmak gerekirse, bir ekol olarak aldı yürüdü. Sonra arkasından bir dönem yılbaşından yılbaşına televizyonlara çıkarılan, şarkıları ancak Polis Radyosunda çalınan arabesk müzik icracılarına iade-i itibar yapıldı, suyunu çıkarmak pahasına arabeske sahip çıkıldı.
Oysa Gencebay arabesk tabirine başından beri karşı çıkar, müziğini ‘serbest çalışma’ diye tanımlamayı tercih ederdi. Çünkü arabesk kelimesinin çağrıştırdığı Arap etkisinin tersine, halk müziği, alaturka ve dahi klasik batı müziğinin bir bileşeniydi üstadın peşinde koştuğu. O bizden birkaç fersah öndeydi, biz anlamadığımız o bileşime bir kılıf uydurma gayretindeydik. Nihayetinde uzlaştık ve Gencebay şarkılarının tam da bu albümle tescillendiği gibi ‘bir ömürlük’ olduğu gerçeğine, müzikoloğundan sokaktaki adamına dek herkes kanaat getirdi. Çalarken de, söylerken de, dinlerken de kimse saklamak/utanıp sıkılmak gereği duymuyor artık. Hep beraber severken bu şarkıları, bir de fena halde fark ediyoruz ki aslında başından beri, hep sevmişiz.
Tabii bu açıdan baktığınız zaman da bu albüm riskleriyle de beraber çıkıyor önümüze. Mesela Mustafa Sandal’dan bir Gencebay şarkısı dinlemek ister miyim sahiden, buna gerek duyar mıyım diye soruyorum ister istemez kendime. Ya da Volkan Konak’ın asla edebi ve şiirsel değil, olsa olsa Karadeniz şivesiyle şirin şiirlerinden birini daha dinlemek ister miyim bir Gencebay şarkısının orta yerinde bilmiyorum. “Kaderimin Oyunu”yla dans etmeye hazır mıyım acaba?.. Ya da Rafet El Roman’ın yirmi senedir düzeltemediği Türkçe telaffuzuyla en sevmelere layık Gencebay şarkılarından birine getirdiği ‘sesli harfleri sorunlu’ yorumuna?..
Bunlar ve benzeri birçok soru işaretini cebinize koyup, epeyce de mesai harcayarak bu upuzun albümü başından sonuna dinlediğinizde ise Tarkan’a, Yıldız Tilbe’ye, Duman’a, Manga’ya, Athena’ya ve elbette Nükhet’e, Ajda’ya bir daha, bir daha kulak kabartmak istemeniz çok muhtemel. İzel, Kutsi, Özcan Deniz, Şevval Sam, Yaşar ve Deniz Seki de peşlerinden gelebilir. Sibel Can ve Ebru Gündeş türün içinde yoğrulmuş iki solist olarak yeni bir şey vaat etmiyorlar. Nilüfer, Sezen ve Zerrin ise stüdyoya yorgun girmiş gibiler. Berkay belli ki ‘yapımcının sanatçısı’ kontenjanından albüme girmiş. İyi de olmuş zira yapımcının bir de aranjör-şarkıcısı var ki, ola ki o da albümde yer alsaydı, biz doğrudan sözün bittiği yere toslayabilirdik.
Kartonetteki şarkı künyelerinde vokalistlerin adları yazılmamış. Ben mesela Demet Akalın’a vokal yapanı merak ettim en çok. Keşke yazılsaydı. Emre Aydın’ın son şarkılarından sonra “Bir Teselli Ver”de, Seksendört’ün bütün şarkılarından sonra “Dokunma”da da aynı derecede başarılı olduklarını söyleyebilmek mümkün. “Hayat Devam Ediyor” Emel Sayın için doğru şarkı değilmiş gibi duruyor.
Zara ve Yıldız Usmanova ise gayet hakkını veriyorlar söylediklerini şarkıların ama gözler (daha doğrusu kulaklar) ister istemez bu tür kolektif albümlerin gediklilerini, mesela bir Ferhat Göçer’i, bir Yavuz Bingöl’ü de aramıyor değil. Olsalar bir türlü, olmasalar bir türlü, onu da benim kulağı yorgun dinleyici hezeyanlarıma verin. ‘Gedikli’ demişken, ister misiniz bu albümün konserinde Ömür Gedik sahneye çıkıp Orhan Gencebay taklidi yapsın?.. Düşük ihtimal; zira Gencebay’ın sahnede canlı şarkı söylememe gibi bir de prensibi var ki gazinolar zamanında önüne serilen servet değerinde tekliflere dahi düşünmeksizin hayır demiş, sadece bu prensibiyle bile ülke (hatta belki de dünya) müzik tarihinde eşsiz benzersiz bir yer edinmiş bir müzisyen Orhan Baba.
Her iki diskin sonunda da yer alan “Batsın Bu Dünya”nın koro icrası, albümün ‘bis’i olarak değerlendirilebilir. Sahiden bir konser olursa/olabilse sözgelimi, bu şarkının yeri tam da orası. Yalnız naçizane şunu söylemek isterim ki sevgili Orhan Baba; biz bu şarkıya hep bu dünyanın sahiden batmasını istediğimiz efkârlı anlarda bağır çağır eşlik ediyoruz. Yani o ‘barış için, insanlık için, kardeşlik için’ kısmında saklı hidayete hâlâ erebildiğimiz söylenemez. Ötesi fevkalade, o ayrı. EYLÜL 2012
Mesut Cemil henüz yayımlanmamış Eurovision kitabımı yazmaya koyulduğum günlerde sıklıkla karşıma çıkan isimlerden biriydi. 1963 yılında vefat eden alaturka müziğin çok önemli icracısı, akademisyeni ve eğitmeni ve dahi Ankara Radyosunda klasik koronun kurucusu Mesut Cemil’in Eurovision’la elbette bir ilgisi olamazdı. İlgisi olan İstanbul Radyosunda adının verildiği stüdyoydu. Seksenlerde birçok yarışmanın startının verildiği, finallerle ilgili toplantıların yapıldığı yerdi orası. Ve 2012 yılının ılık bir Kasım sabahında, yine Eurovision konulu bir toplantı için katılımcı olarak İstanbul Radyosu Mesut Cemil Stüdyosunda bulunmanın benim için böyle heyecan verici bir tarafı da vardı.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.