"Sen Ağlama" ve "Git" albümlerinin kopardığı fırtına Sezen Aksu'yu seksenlerin ikinci yarısında tartışmasız zirveye oturtmuştu. Onno Tunç ve Sezen Aksu işbirliği popüler müzikte o güne dek eşi benzeri görülmemiş işler ortaya çıkarıyor, bu yeni müzikal anlayış, popun geleceğini bir daha geri dönülmeyecek bir biçimde değiştiriyordu.
...Ve Eurovision şarkımız bu akşam (22.02.2012) itibariyle açıklandı. Hepimiz derin bir oh çektik. Zira Can Bonomo'ya "tanınmıyor/az ünlü" diye verip veriştirmenin eski tadı yoktu nicedir; yeni malzeme lazımdı, şükür o da çıktı nihayet.
2003 - 2004 televizyon sezonunda tanış olduğumuz ilk Pop Star yarışması bizi aylar boyunca ekran başına çivilemiş, ülke genelinde kıyametler koparmıştı. “Kopardı da ne oldu?” diye sorsanız haklısın elbette. Diyebilirim ki hiçbir şey olmadı.
“Hoş geldin bahar la la la…” diye şarkı söyleyen genç kızın sesi o günlerde neredeyse her köşe başında bulunan plakçıların kapı önüne koydukları hoparlörlerden yankılanmaya başladığında, takvimler 1974 yılını gösteriyordu. Henüz lise öğrencisi bu genç kızın o günlerin Türkiye’sinde daha önce hiç duyulmamış, görülmemiş, enteresan bir de ismi vardı. O, Yeliz’di; yani rüzgârın izi. Nitekim müzik dünyasına girişi de adı gibi olacak ve bir rüzgârla gelen Yeliz, Türk popunda silinmez izler bırakacaktı.
Henüz ortaokul öğrencisi olan Yeliz’in şöhrete kavuşma hikâyesi Yeşilçam filmlerinden alışageldiğimiz keşfedilme hikâyelerine pek benzemiyordu. Aslına bakarsanız o kendi kendini keşfedecekti. Aynı okulda okuduğu Nilüfer, iki sene önce müzik dünyasına adım atmış ve büyük şöhret yakalamıştı. Yeliz de kendine güveniyor, şarkıcı olmak istiyordu. Bir gün Nilüfer’i aradı, şarkı söylemek, plak yapmak istediğini söyledi. Sonra Nilüfer’in ona verdiği telefon numarasını çevirip prodüktör Antuan Şoriz’den randevu aldı. Ailesine ise kendisine plak teklifi geldiğini söyledi. Şarkı söylemeye hevesli genç kızın bu küçük ve masum oyunu, ona ummadığı bir şöhretin kapılarını aralayacaktı.
İlk 45’liği “Hoş Geldin Bahar/Sen Olsan Yeter” onun kimselere benzemeyen, genç yaşına rağmen gürül gürül çağlayan sesini ve yetkin bir şarkıcıdan hiç eksiği olmayan tekniğini hem müzik dünyasına, hem de ülkeye tanıttı tanıtmasına ama asıl büyük şöhret 1975 yılında Türkiye’de ilk kez düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması elemeleri sayesinde geldi.
Bebek’te mahallede komşusu olduğu, kapısını sık sık çalıp, birlikte uzun uzun oturup sohbet ettiği Çiğdem Ablası (Talu), kızıymış gibi sevdiği Yeliz’e ön ayak olmuş ve sözlerini yazdığı “Hayalimdeki Adam” adlı Selmi Andak bestesinin onun sesiyle elemelere gönderilmesini sağlamıştı.
Henüz yeni tanınmış bir şarkıcı için tek kanallı televizyonda görünmenin hiç de kolay olmadığı o günlerde, ülkenin her yerinde, televizyon olan tüm evlerde büyük bir heyecan ve coşkuyla takip edilen Eurovision Şarkı Yarışması elemeleri Yeliz’in ülke çapında tanınmasını sağlamakla kalmayacak, canlı yayında Timur Selçuk Orkestrası eşliğinde sergilediği performanstan da müzik çevrelerinde övgüyle bahsedilecekti.
Arkası geldi zaten. Hem ardı ardına yayımlanan 45’lik plaklar, hem de gazino programlarıyla altın çağını yaşayan popüler müzikte hatırı sayılır bir isimdi artık Yeliz. Bu genç yaşta, bu kadar az deneyimle rüştünü ispat etmiş, kısa sürede popun birinci ligine yükselmişti. Sıralamanın çok önemli olduğu gazino kadrolarında en başından itibaren hep solist altı olması boşuna değildi. Onun gelip geçici şöhretlerden biri olmadığı konusunda herkes hem fikirdi. Şarkıcılık başarısı kadar güzelliği ve enerjisiyle de sahneye çok yakışıyordu.
1976 yılında yayımlanan “Bu Ne Dünya/Yalan” 45’liği, Yeliz’in kariyerindeki dönüm noktalarından biri olacak ve her iki şarkısı da çok sevilen bu 45’lik plakla Yeliz’in ülkede girmediği ev kalmayacaktı. Plak haftalarca liste başı kaldı, büyük satış rakamları yakaladı.
Onun başından beri bir türlü ısınamadığı “Bu Ne Dünya”yı söylememek için üç kez stüdyodan kaçtığını, dördüncüsünde Atilla Özdemiroğlu tarafından zorla stüdyoya sokulduğu için şarkıyı mecburen okuduğunu kimse bilmiyordu elbette. Bu hikâyeyi yıllar sonra gülerek anlatırken, Yeliz denince akla ilk gelen şarkılardan biri olmasına karşın “Bu Ne Dünya”yı hâlâ sevmediğini söylemekten de kaçınmayacaktı. Çünkü o eğlenceli/eğlendiren şarkıları değil, duygulu aşk şarkılarını seviyor, onları sesine daha çok yakıştırıyordu.
Bir yandan bu tercihi, bir yandan yetmişlerin sonunda pop müziğin içine girmeye başladığı çıkmaz, ama en çok da müziğin türlere, sınıflara, kategorilere ayrılmasına karşı duran düşünce yapısı nedeniyle 1980 yılında büyük bir riske girip arabesk plaklar doldurmaya başlayacak, o günlerde yayın tekelini elinde bulunduran TRT’de arabesk müziğin yasaklı olması nedeniyle hiç televizyona çıkamamayı, radyoda şarkılarının çalınmamasını göze alacaktı. İnandığı yolda yürüdü ve arabeskte de, alaturkada da aynı derecede başarılı oldu.
Bu albüm bize hikâyenin buraya kadar olan kısmını anlatıyor. 1974-1980 arası yayımlanmış yedi Yeliz 45’liğindeki tüm şarkılar ve üç de 1980 yılına ait kayıt; Yeliz’in arabesk plak çalışmalarına başladığı günlerde Erler Film hesabına çekilen “Renkli Dünya” adlı müzikal film için seslendirdiği şarkılardan üçü.
Başrollerini Erol Evgin ve Gülşen Bubikoğlu’nun paylaştığı “Renkli Dünya” filminde Bubikoğlu’nun söylermiş gibi yaptığı şarkıları aslına Yeliz söyleyecek ve bu şarkılar onun o dönemde pop müzik adına yaptığı son işler olacaktı. Yeliz’in filmde seslendirdiği “Deli Divane” ve “Rüya”, bu albümde aynı yıl yayımlanan ilk Yeliz 33’lüğündeki versiyonlarıyla yıllar sonra tekrar dinleyiciye ulaştırılırken, Erol Evgin ile düet yaptığı “Bir Bakışın Yetti” ise filmin plak olarak yayımlanmamış orijinal “soundtrack” kaydından alındı.
Müziğe çocuk denecek yaşta başlamış ve zaman zaman uzun aralıklar vermek zorunda kalsa da her defasında kaldığı yerden devam edebilmiş olmanın avantajlarıyla bugünün genç müzikseverlerince de tanınan ve dinlenen bir isim olan Yeliz’in yıllardır plaklarda kalmış şarkılarını bir arada, üstelik CD formatında dinlemek hem onun o yıllarını bilenler, hem de hiç bilmeyenler için heyecan verici. Az bulunur nitelikte sesi ve her bakımdan özel yorumculuğu ile bir benzeri daha gelmemiş bir şarkıcının ilk yıllarını gözler önüne seren bu eşsiz külliyatı arşivimize kazandıran Ossi Müzik’e (Hakan Eren’e) ne kadar teşekkür etsek az.
Uzun zaman oldu tanışlığımız. Kolayca yakınlaşamayacağınız, buna karşın ancak yakınlaştığınız zaman içindeki derinliği fark edebileceğiniz ve her defasında bir şey daha öğrenip, biraz daha çoğalıp, yanından sevinçle ayrılacağınız o cesur, o güzel, o bilge, o dosdoğru kadınlardandır Yeliz. Ve adında saklıdır sırrı. Rüzgar gibi eser, mutlaka izini bırakır.
Hayatlarımıza tıpkı ilk şarkısında anlattığı türden baharlar getirdi yıllar yılı. İlk şarkısında “Hoş Geldin Bahar” demişti. Şimdi o şarkılar bugüne geldi. Hem onun, hem benim, hem de o günleri yaşamış herkesin çocukluğu geri geldi. Bu günlerden o günlere bakmak, o şarkıları bugün dinlemek başka güzel. Hoş geldin Yeliz, hoş geldin dostum!
Tamam dinlediğim her şeye kuracak en az iki cümlem oluyor, tamam vıdı vıdıdır eleştirmenin hamuru ama bazen benim de yetemediğim, duraladığım, ne kelam etsem bilemediğim zamanlar olmuyor değil hani. Anlamadıklarım oluyor evet. Yazının başlığı da buradan geliyor. Anlamıyorum abi, ayıp değil ya.
Aynur Aydın'ı anlamıyorum mesela. Şimdi öncelikle gelin Aynur Aydın'ın resmi Facebook hesabındaki cümlelerle noktasını virgülünü değiştirmeden öncelikle onu bir tanıyalım. Biraz uzun ama vakit ayırıp okuyun zira çok eğlenceli bir metin.
"AYNUR Almanya'da yaşayan Türk pop müzik şarkıcısıdır. Avrupalı türk göçmeni bir ailenin kızı olarak, Münich'de doğdu ve büyüdü. 4 çocuklu ailenin 2. çocuğu ve küçük yaştan itibaren müziğe olan ilgisini keşfetti. AYNUR kendisini Türk kökenlerine çok yakın hisseder, fakat aynı zamanda bir dünya insanı olarak görür. Şimdiye kadar yaşadığı ülkeler ise Hollanda, Bulgaristan, Isveç, Almanya ve Türkiye. Bundan dolayı Almanca, Hollandaca, Türkçe ve İngilizce dillini akıcı olarak konuşuyor ve bunun yanı sıra birazda İsveç dillinden anlıyor.
AYNUR 10 yaş cıvarında şarkı söylemeye başladı ve ilk tecrübelerini Çocuk ve Gençlik Tiyatro sahnelerinde topladı. AYNUR okul eğitimini Friedrich-List-Wirtschaftsschule'de tamamladı ve ayrıca Münich Stage School for Performing Arts"'da bir kaç semester eğitim aldı.
AYNUR'UN tanınmış avrupalı opera sanatçısı Daniela Dinato ile çok yakın bir dostluğu vardır; onun yetenekli olduğunu çok çabuk farkettikten sonra özel şan dersi vermeye başladı. Daniela Dinato AYNUR'UN şarkıcı ve sanatçı olma hedefini her zaman desteklemiş ve teşvik etmişdir.
Yeteneğini geliştirme cabasıyla 18 yaşında ilk showlarını vermeye başladı.En büyük tutkusunun müzik olduğunu farkettikden sonra, bütün enerjisiyle kendisini müziğe verdi.
2000 yılında SÜRPRİZ group'una katıldı ve ilk albümünlerini İstanbul'da kaydettiler. Bu sayede, uluslararası sahnelere çıkmaya başladılar. Ayrıca AYNUR ilk bestesini albüm için yazdı.
SÜRPRİZ Almanya Temsilcisi olarak Eurovision Şarkı Yarışmasına katıldı ve üçüncü sırada yer almayı başardı. Çok başarılı geçen birkaç yıl sonra AYNUR guruptan ayrıldı ve solo bir sanatçı olarak devam etmeye karar verdi."
Burada araya girmem lazım. Aynur Sürpriz adlı gruba 2000 yılında katılıyor aslında. Yani grup 1999 yılında Almanya adına yarışıp üçüncü olduğunda Aynur Aydın yok. Kendisi yanlış hatırlıyor olmalı.
"2003 yılında Almanya'nın Euro Vision Şarkı Yarışması Ön Elemelerinde üçüncü sırada yeraldı ve Türkiye'de de ilgi yarattı. Ayrıca bir sanatçı olarak, 2008 yılında Otomobil üreticisi Skoda'nın FABIA kampanya şarkısı "It's so true"'yu besteledi ve senelerden beri, sesiyle çeşitli musik produktionlarının korosunda halen yer alıyor. 2010 yılının başlarında, AYNUR nihayet solo kariyer hayallerini gerçekleştirmeye başladı ve ilk solo albümünü çıkartmak için, son zamandaki en tanınmış yapımcıları ve söz yazarlarını etrafına topladı ve onlarla beraber çalışmaya başladı.
Ayrıca, Toni Nilsson (September, A-Teens, X-Factor), Moh Denebi (Medina, Ace of Bace), Darin Zanyar (Leona Lewis, X-Factor) yada aranjör olarak Henrik Janson (Britney Spears, Christina Aguilera, v.s.) albüm üzerinde çalıştı. AYNUR, albümün Türkçe versiyonu'na söz yazarı ve Executive Producer olarak kendi imzasını da attı."
Şimdi tüm bu bilgileri yan yana koyarsak, bir "dünya starı" adayıyla karşı karşıya olduğumuz sonucuna nasıl varacağız? Yeterli midir tüm bu anlatılanlar? Olabilir, tecrübe her zaman her şey değildir; bazen yetenek sıfır tecrübe ile parlatabilir yıldızınızı, amenna. En çok da bu nedenle, bu iddianın arkasındaki gerçeği arayıp bulmak umudu ile defalarca dinlediğim albümden ben bir şey anlamadım.
Tamam düzgün altyapılar, son derece Avrupai besteler ve hem sesi iyi, hem de İngilizce telaffuzu gayet düzgün bir kızcağız güzel güzel şarkılar söylüyor ona da kabul. İyi de buna benzer onlarca, yüzlerce kadın şarkıcı ve onların yaptığı sayısız albüm yok mu dünya üzerinde. Aynur'u onlardan üstün kılacak olan ne ki "dünya starı" olacak?
Bambaşka bir "sound" deseniz yok, bambaşka bir ses deseniz değil, görsel cazibe, şaşırtıcılık deseniz o da hak getire. Bir "dünya starı" adayı için ziyadesiyle vasat kapak resimleri, yabancı bir yönetmenin elinden çıkmış, karanlık ve kötü bir klip... Eeeee?
Buna mukabil albüm çıktığından bu yana Twitter ve Facebook üzerinden yürütülen amansız bir şişirme operasyonu, durmaksızın "RT"ler, paylaşımlar... En çok "mükemmel" kelimesi kullanılıyor, bir de herkes ağız birliği etmişçesine nihayet Türkiye'den de bir "dünya starı" çıktığını yineliyor.
Sonra Aynur ilk kez Beyaz Show'da görünerek televizyon prömiyeri yapıyor. Günlerce hazırlanmış, bizi muhteşem bir şov bekliyormuş, Twitter yıkılıyor yine. Fakat o da ne? Aynur hem "playback" yapıyor hem de bir kaç basit figür dışında dans bile etmiyor, öylece salınıyor sahnede. Olsun olsun bir Eurovision koreografisi düzeyinde sahnede seyrettiğimiz şey. Peki neden "playback", peki muhteşem şov nerede?..
Eskiler "daha bir fırın ekmek yemesi lazım" derlerdi. Daha fazla da bir şey demiyorum. Anlamıyorum vallahi, Aynur Aydın'ı anlamıyorum.
HALİL SEZAİ - "SENİ BEKLERKEN"
Tabii bu anlamamalarda kimi zaman benim duyargasızlığımın da etkisi vardır mutlaka. Yoksa herkesin anladığını ben niye anlamayayım? Mesela Halil Sezai.
Allah için nefis düzenlemeler var albümde. Şarkılar da gayet oryantal, gayet alaturka, gayet damar melodik örgülerle örülmüş. İşin iyi tarafı bu. Peki ya gerisi? Adam aslında tiyatro oyuncusu ve ilave bir çaba göstermemiş tüm tiyatro oyuncuları gibi şarkı söylerken kelimeleri fonetik vurgularına göre değil, nota vurgularına göre seslendiriyor. Baştan sona akıllara zarar bir prozodi cinayeti. (Her "İçim paaaaaaaramparça" deyişinde benim tüyler bir diken, bir diken o kadar olur.)
Şarkı sözleri deseniz daha fena. Masum isyankar, romantik serseri, meczup şair... Ne derseniz deyiniz. Hani bir dönem televizyon ve radyolarda gece yarısından sonra şiir okuyan tuhaf tonlamalı adamlar, kadınlar modası vardı. Aman ne şiirlerdi onlar, kaba metaforlardan, yapış yapış romantik, yazıklanan, efkar efkar üstüne bindiren mısralardan geçilmeyen ama illa ki bir kaç cümlesiyle bulunduğu mahalleyi ya da şehri yakıp ya da sevdasını aşkını satıp giden, öyle de posta koyan adamların/kadınların şiirleri. İbrahim Sadriler, Uğur Aslanlar filan kasetler de doldurmuştu o vakitler.
Hah işte Halil Sezai onların şarkıcı versiyonu gibi. Yani o seviyede şarkı sözleri.Neyse ki Göksun Çavdar şahane düzenlemeler yapmış da albüm kılpayıyla tipik bir gitarist şantör (misal Kurtuluş veyahut Cengiz Coşkuner) çizgisinden dışarı çıkmış.
İnanır mısınız bu yazdıklarımı herhangi bir yerde yüksek sesle dile getirmem neredeyse imkansız. Çünkü etrafta kim varsa, tanıdık tanımadık, herkes bayılıyor Halil Sezai şarkılarına. Son yılların en büyük fenomeni oldu ve neden oldu, nasıl oldu ben hâlâ anlamadım. (Bu arada müzik kulağına, bilgisine ve görgüsüne her daim çok inanıp saygı duyduğum Murat Meriç'in hakkını yemek istemem, zira pek âlâ bir yazı yazdı bu konuda benden çok evvel ki yüreğime az biraz su serpmiştir. Yazmayayım yazmayayım dedim, en azından bunca seven ve dinleyenin hatırına ama sussam ona da gönül razı değil. Siz iyisi mi kusuru bende arayın. Ben hakikaten anlamıyorum zira; anlamıyorum abi ne yapayım?
BURCU GÜNEŞ - "OFLAYA OFLAYA" Bir de Burcu Güneş'in son şarkısı var: "Oflaya Oflaya". Yanlış olmasın, ben Burcu Güneş'e bayılırım ve toz da kondurmam. Yıllardır çok da iyi işler yapmasına rağmen sanki biraz da kösteklenmiş ve bir türlü hak ettiği yere gelememiş, bu camiada tek başına ayakta durup, çizgisini bozmadan eli yüzü düzgün işler yapmış bir solisttir. İyi bir sestir, şahane bir şarkıcıdır. Biraz teknik söyler, mebzul miktarda prozodi sorunu onda da mevcuttur ama ben onu o haliyle bile severim, hep sevdim.
Peki nedir bu "Oflaya Oflaya" meselesi Allah aşkınıza? Şarkı servis edildiğinde üç gün Twitter'da başka bir şey okuyamadım desem yeri. Yine bir "RT" bombardımanı, bir herkesin ama herkesin ayılıp bayılma hali. Şarkıcının, menajerinin, firmasının heyecanını bir yere kadar anlarım; üreten insan her yeni bir şey ürettiğinde yaptığı/yapacağı en iyi şeyin o olduğunu sanır bir süre. Ama çoğu kez öyle değildir. Sular durulup, zaman geçince kendisi de farkına varır. Bir durun, bir sakin olun.
"Oflaya Oflaya" Burcu Güneş'in bugüne dek yaptığı şarkıların, hele ki son albümünün yanında çok sönük kalan, sıradan bir şarkı. Kendisi bunu okuyunca illa ki kızacak biliyorum ama sanki birileri Burcu'ya "Sen de artık Sertab gibi böyle sakin bir şarkı söyle, devir bu devir," demiş de, Eflatun da "Açık Adres"ten "Koparılan Çiçekler"den filan feyz alıp bu şarkıyı yazmış gibi duruyor. Yani ben ilk dinlediğimden beri bu niyet okuyuculuğumdan kurtulamadım. Şarkı kurtaramadı beni.
Ama bakın dinlenme ve tıklanma sayılarına filan (bilmiyorum "single" sattı mı, ne sattı), alan memnun satan memnun. E bana ne oluyor? Bana bir şey olduğu yok. Dedim ya, sadece anlamıyorum. İki gözüm önüme aksın anlamıyorum, zorla değil ya.
Bizim çocukluğumuzda TRT'nin tek kanallı siyah beyaz televizyonunda yayınlanan yabancı filmler genellikle on- on beş öncesine ait olurdu. Sinemalarda bile yurt dışından bir iki yıl sonra vizyona giren filmler, televizyonda haliyle on-on beş yıl sonra ancak yayınlanıyorlardı. Bundandır ki bizim kuşağın müzikal kültürü iyidir. Çünkü TRT, Hollywood müzikallerinin altın çağına ait neredeyse tüm filmleri o dönemde, yetmiş sonlarından seksen ortalarına dek bir bir ekrana getirmiştir. "Hello Dolly"ler, "My Fair Lady"ler, "Singin' In The Rain"ler, "Fiddler On The Roof"lar... Aklınıza ne geliyorsa.
Seksen başlarında Türkiye'de yaşanan müzikaller furyasında da muhtemelen bu filmlerin etkisi çoktur. E tabi bir de Haldun Dormen ve Egemen Bostancı'nın. 1979 yılında "Yedi Kocalı Hürmüz"le başlayan bu furya, 1980'de perdelerini açan "Hisseli Harikalar Kumpanyası" ile devam etti ve bir süre sahneler müzikallerden, müzikli gösterilerden, kabare ve varyetelerden geçilmedi. Elbette hem Devlet hem de Şehir Tiyatrolarında ta altmışlardan bu yana bir çok Broadway müzikalinin yerli versiyonları oynanmış, özel tiyatrolarda ise özellikle Dormen Topluluğu ve Gülriz Sururi-Engin Cezzar tiyatrosunun müzikal oyunları Türk tiyatro tarihine yazılmıştı ama seksenlerdeki furya biraz daha "halk tipi", popüler müzikalleri izleyicilerle buluşturmuştu.
Doksanlar ve ikibinlerde yine Devlet ve Şehir Tiyatrolarında yapılan işleri bir yana koyarsak, özel tiyatrolarda "Cahide", "Yıldızların Altında", "Mucizeler Komedisi", "Casablanca" gibi bir kaç oyun geliyor aklıma ama hiç birinin seksenlerdeki herhangi bir müzikal kadar kıyamet kopardığını söyleyebilmek mümkün değil elbette.
Bugünlerde ise yeni bir müzikal haberi düştü gündeme. Aslına bakarsanız ben bu haberi duyalı bir yıldan fazla bir zaman geçti. O günlerde henüz sadece fikir aşamasındaydı ve ilk düşünülen biraz daha farklı bir projeydi. Ne çare bazı sebeplerden dolayı zaman içerisinde hem oyunun konusu, hem de içeriği bir hayli değişti ama fikrin sahibi Zeynep Talu'yu karşılaştığı tüm güçlükler yıldırmadı ve bir yılı aşkın harcanan emek nihayet bir müzikal olarak izleyici karşısına çıkmaya hazır hale geldi.
Müzikalin adı "Bizim Şarkımız". Başrollerde Yeşim Salkım ve Berkay Özideş var. Kadronun kalanı da bir hayli renkli: Erhan Yazcıoğlu, Tülay Özer, Ziya Kürküt, Buket Dereoğlu, Hale Caneroğlu, Orhan Aydın ve Ender Yiğit.
Oyunun konusunu kısaca özetlemek gerekirse, bir dönemin ünlü söz yazarı ve şarkıcısı Zeynep ile kendisinden yaşça küçük besteci Mehmet'in aşk hikayesi diyebiliriz. Bu aşk hikayesinin çevresinde yetmişli yılların İstanbul'u ve şarkılarının sahneye taşındığı müzikalin dekorunu Savaş Dinçel, kostümlerini Ufuk Ersan hazırlamış. Oyunun yönetmeni ise Mehmet Ergen.
Neresinden baksanız çok sayıda "ilk" barındıran bir müzikal bu. Öncelikle yetmişlerden bu yana sesi ve şarkılarıyla Türk popunda unutulmaz bir isim olmuş Tülay Özer'in ilk kez oyuncu olarak sahneye çıkması. Sonra yazarlığını iyi bildiğimiz halde hiç oyun yazdığına şahit olmadığımız Kürşat Başar'ın ilk kez bir tiyatro oyunu kaleme alması.
Ayrıca yetmişli yılların pop şarkıları da Türkiye'de ilk kez bir müzikalde bu şekilde kullanılıyor. Ve bugünlerde ENBE Orkestrası imzalı "Senden Kıymetli mi?" adlı şarkıdaki vokal performansı ve sesiyle dikkatleri üzerine çeken Berkay Özideş'in de oyuncu olarak başrolde başrolde sahneye çıkması müzikalin bir başka "ilk"i.
Yan rollerde Avrupa Yakası'nın Yaprak'ı Hale Caneroğlu ve doksanların meşhur "Sarı Gacı"sı Buket Dereoğlu'nu izleyecek olmak da cabası.
Kâh güldürecek, kâh hüzünlendirecek, şarkılarla keyiflendirecek, aşk hikâyesiyle duygulandıracak müzikalin repertuar danışmanlığını Hakan Eren yapmış, müzik direktörü ise Burçin Büke.
Müzikaller hem kalabalık kadro, hem büyük sahne, duruma göre orkestra ve dansçılar gerektiren, bundandır ki ancak büyük ve pahalı prodüksiyonlarla altından kalkılabilen oyunlar demek. Hem rol yapabilen, hem şarkı söyleyebilen ve yine duruma göre dans da edebilen oyuncular demek. Bunların hepsini bir araya getirmek, üstüne üstlük bir de seyirciden bu kalkıştığınızın işin karşılığını görüp göremeyeceğinizi perde açılana kadar asla bilememek Türkiye'nin bugünkü şartlarında hiç de akıl kârı değil takdir edersiniz ki. Tabiri caizse, bu deli cesaretini gösteren yapımı üstlenen Zeynep Talu Sanat Atölyesi başta olmak üzere, bütün ekibi yürekten tebrik etmek gerekiyor.
Oyunun prömiyeri 19 Şubat Pazar gecesi yapılacak. Takip eden Pazartesi ve sonrasındaki her Pazar ve Pazartesi İSOV Sakıp Sabancı Konferans Salonunda sahnelenmeye devam edecek.
Müzikal seyretmeyi sevenlerdenseniz, yetmişli yılların şarkılarına, İstanbul'una, Yeşilçam filmlerinde kalmış saf ve temiz aşklara özlem duyuyorsanız bu müzikali kaçırmayın. Şahsen ben fikri ilk duyduğum andan beri çok heyecanlanarak takip ettim olan biteni ve hemen ilk gece de gitme niyetindeyim. Zira çok sık müzikal yapılmıyor memlekette. Yapılanlara destek vermek de boynumuzun borcu.
Görüntüler akıyor, monitörlerin ebruladığı gözlerimizde geceler gündüzlere karışıyordu. Omuzlarına dökülen simsiyah saçları, kömür karası sürmeli gözleri, hüzünlü ve gizemli bakışlarıyla, Şark masallarından çıkıp gelmiş bir prenses gibiydi. Henüz mevsimler şimdiki gibi böyle birbirine karışmamıştı. Şiir renginde bahar günleri, dışarıda kuş cıvıltıları çocuk çığlıklarına karışır, bademler çiçek açar, erguvanlar mora çalar, güller tomurcuklanır, sonra ağır ağır çöken İzmir akşamlarını söğüt kokuları tütsülerdi.
Öyle bir akşamda düşmüştü siyah beyaz ekrana masal gözleri ya da ben ilk kez o akşam görmüştüm onu. Bir kır bahçesinde söylüyordu şarkısını. Uzun, çiçek desenli elbisesi, belli belirsiz göğüs dekoltesiyle çapkın, açık havada uçuşan saçlarını mı eteğini mi tutsun bilemiyor, bir yandan da acemi bir telaşla, gözlerini kameradan ayırmamaya çalışıyordu. “Kanım kaynadı sana, nedendir bilmem,” diyordu şarkısında. Kanım kaynamıştı ona.
Aradan geçen onca yıldan sonra, her nasılsa bulup çıkardığımız şu görüntüyü tekrar izlerken, aktarma stüdyosunun yorgun makinelerinden zamansız bahar dalları filizleniyordu. Gülistan Okan kim bilir şimdi nerelerdeydi, ne yapıyordu ? Kaç yaşına gelmişti, neden uzak düşmüştü müzikten bunca yıldır, bilmiyordum.
İzmir’deki o evden taşınmak üzere eşyaları toplamaya başladığımızda, arka odaya yığılmış eşya sandıklarının arasında kardeşimle kendimize büyülü bir oyun alanı yaratmıştık. Kah dağlar, tepeler oluyordu o sandıklar, kah bağlar, bahçeler... Ya bir uzay mekiğindeydik ya da açık denizde pupa yelken seyreden bir korsan gemisinde... Sonra elimde iki kalem, sandıklardan biri bateriymiş meğerse ve ben kalem bagetlerimle kendinden geçmiş bir bateristken, kardeşim de Gülistan Okanmış, oyun bu ya. Tabi şarkıyı ezbere bilen ben olduğum için, o sadece dans edip, ağzını oynatıyor, ben hem çalıyor, hem söylüyorum. Beğenmiyorum kardeşimin dansını, Gülistan Okan gibi dans edemediği için kızıyorum ona. “Bunu aktarıyorum,” diyor Elhan neden sonra. Monitörde Gülistan Okan. “Aktar tabi,” diyorum gülümseyerek. “Bunu mutlaka yayınlamamız lazım !”
“Kurgu” denilen şeyin yazı dilindeki karşılığını çok iyi biliyordum elbette. Yazmaya koyulduğum her heveste ya da okuduğum her kitaptan duyduğum kalp çarpıntısında, bildim bileli en çok kafa kafaya geldiğim şey hep kurgu tekniği olmuştu. Sıradan bir öykünün, sade suya tirit bir dilin, fakir bir imlanın bile, deli bozuk bir kurguyla nasıl bir zeka oyununa, olmadı bir harikalar sirkine ya da ne bileyim, yüksek voltajlı bir gerilim hattına dönüşebildiğini görmüş, okumuş, sezmiştim. Yazarken çok kez boğulmam bundandı kendi kazdığım kuyularda ya da doymam, üç gün tok kalmam bir yazının ertesi. Ama televizyonda kurgunun ne mene bir şey olduğunu anlamam, ilk dahil olduğum montaj günüdür. Oran’daki binanın hepsi birbirinin benzeri, uzayıp giden labirent koridorları boyunca bir sağa bir sola saparak bulduğumuz montaj stüdyosunun klostrofobik atmosferinde geçen o meşum gün...
İki kurgu usulü vardı: dijital ve analog. Daha büyük ve iddialı prodüksiyonlar, haberler, cumartesi eğlencelikleri filan hem daha fazla alaca bulaca, hem de daha erken yetiştirilmesi gereken işler olduğu için dijital kurgu stüdyoları tamamen o işlere ayrılmış, bize kala kala analog bir montaj stüdyosu kalmış, günümüz saatimiz işimize tahsis, montaj teknisyenimiz emrimize amade edilmişti. Çaresiz başladık bir yerden.
Dış sesleri şarkıların sözsüz bölümlerine denk getirebilmenin, şarkıdan şarkıya hem görüntü hem de ses olarak sıçramadan geçebilmenin, süre kısıtlaması yüzünden tamamını yayınlayamadığımız görüntüleri uygun şekilde kesip biçebilmenin filan elimizin altındaki teknisyenin el becerisi ya da söyleneni anlama kapasitesiyle, işinden aldığı keyif ya da işine verdiği önemle bağlantılı olarak nasıl kolaylaşıp zorlaştığını görmek edindiğim ilk deneyim olacaktı.
Nitekim o gün ve sonrasındaki her kurgu gününde, farklı farklı teknisyenlerin elinden çıkan farklı işleri, çok iyiyi ve alabildiğine kötüyü bire bir görüp sezdikçe palazlanacak ve zaman zaman teknisyen arkadaşı bir tekme darbesiyle savurup masadan uzağa, cihazların başına kendim oturmak isteyecektim. Hani bilgisayar başında birine bir şey anlatmaya çalışırsınız da, eliniz hep onun kullandığı fareye, klavyeye gider, tutup kısa yoldan kendiniz yapmak istersiniz ya, işte tam da öyle bir duyguydu bu. Nitekim başından sonuna, içimize sinen çok az iş çıkacaktı kurgu masasından. Kafamdaki kurgu, masa başında dağılıyor, ya uzuyor ya kısalıyor, sonra bölünüyor ve hatta paramparça oluyordu. Ve ben, televizyonda iş yapmanın bir cilvesiyle daha böylece aşina oluyordum.
O ilk gün, bereket ki becerikli bir teknisyenimiz ve daha sonra çalışacaklarımıza nispetle daha aydınlık, ferah bir montaj odamız vardı. Gün başından beri birkaç bölüm üst üste bitirebilmiştik. Ne var ki iş Hümeyra bölümüne gelince takılıp kalacak ve saatlerce uğraşacaktık. Çünkü Hümeyra’nın “Sessiz Gemi” yi söylediği bir görüntü kaydı arşivden çıkmamıştı. “Caption” denilen tekniğin manasını da o gün öğrendim. Gerekli bazı şarkıların görüntülerine ulaşamadıkça söylenip dururken ben, D. her zamanki iş bitirici tavrıyla “Olsun, “caption” yaparız deyip geçiştiriyordu başından beri ya, bu “caption”ın pek şıpınişi bir şey olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmiş idim. Ta ki o gün, Hümeyra’nın başka bir şarkı söylerken çekilmiş görüntülerini fotoğraf kareleri haline getirerek “Sessiz Gemi”nin üzerine oturtup, eni konu bir klip oluşturana dek.
Hareketli bir görüntüden göze hoş gelir kareleri bulup dondurmak, sonra o fotoğrafları şarkının her vuruşunda değişecek şekilde sıralamak, hem de bunu analog cihazlar marifetiyle yapmak, eli onca çabuk teknisyenimize rağmen üstelik, ne zormuş bilemezsiniz. Üç bölüm çıkarttığımız süreyi bir şarkıya ayırmak da ne lüks, ne lüks. Bu da bir yeni hayal kırıklığı olacaktı benim için. Aldığım ders şuydu ki, elimdekiyle yetinecek, yoktan var etmeye çalışmayacaktım. En azından, daha büyük, daha iddialı ve daha geniş imkanlar verilmiş bir başka projeye kadar.Bütün o bilgisayar başında sabahlamalar, eski dergilerin rutubet kokulu sayfaları arasında saatler süren kaybolmalar, bitmek tükenmek bilmez telefon görüşmeleri, yazıp yazıp yeniden bozmalar, koşuşturmacalar... Elhan’ın sabahtan akşama giyip giyip çıkarak kostüm beğendiği sponsor firmanın çok katlı mağazasında kendi kendimize güldüğümüz Türk filmi hallerimiz, D.’nin dik başlılığı nedeniyle yönetimle ve müdürlerle, ama en çok da programın yönetmeniyle ters düştüğü zamanlarda bağır çağır bayrak açmalarını teskin edeceğiz diye ne yapacağımızı şaşırmalarımız, kamera karşısına ezbersiz çıkarak özene bezene yazdığım metinleri tepe taklak eden Elhan’a kızıp kızıp çekimleri baştan aldırmam karşısında çaresiz kalan ve çekim günlerini benim gidemeyeceğim günlere ayarlayarak, işi tamamen inisiyatifimden çıkaran iki “deli kadın”ın şahane komplosu ve daha bir sürü matrak, yorucu, bezdirici, komik, acı, tatlı şey... Günler gelip geçiyor, görüntüler akmaya devam ediyordu.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.