(Milliyet Sanat dergisi Mart 2018 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergide yayımlanmayan bölümleri de içermektedir.)
Onun için en sık kullanılan ifadelerden biri “hiç Türk gibi değil!” Bunun sebebi hem fiziği hem de müziği kuşkusuz. Sordum. Uzun yıllar yaşadığı yurt dışında da yabancılar aynı şeyi söylemişler hep ona.
“İnsanların gözündeki Türk kavramı neyse artık… Ben hep
dünya vatandaşı olmaya çalıştım, ona inandım. Bütün dünyayı dolaştım, her yere
gittim. Öyle bir hafta iki haftalığına da değil; dünyanın birçok yerinde
yaşadım. Kültürleri, insanları anlamaya farklı hikâyelerle ruhumu zenginleştirmeye
çalıştım. Gördüğüm her şey beni etkiledi tabii ve bir tek kültüre ait
olamayacağımı hissettim.”
Bora Uzer ilk albümünü 2009 yılına yayınlamıştı. O zamandan bu zamana geçen dokuz yıllık zaman diliminde kimi kez farklı projelerde gördük adını. İkinci albümü “Benim Umrumda” ise geçtiğimiz günlerde GTR Müzik etiketiyle yayınlandı. Bora Uzer’le yeni albümünü ve müzik geçmişini konuşmak için bir araya geldik.
YAVUZ HAKAN TOK: Nasıl başladı müzik macerası?
BORA UZER: Yalova’da dedem ve babaannemin bir yazlığı vardı ve orada
bir ağacın altında gitar çalan bir çocuk gördüm bir gün. 14 yaşındaydım. Gitar
tınılarıyla ilk kez orada tanıştım. Sonra dedeme bana bir gitar almasını rica
ettim. Önceleri bir heves gibi baktılar ama 15 yaşına girerken bir gitar aldı
dedem bana. Gitarı elime aldıktan sonra her şey bitti; sadece müzik vardı artık
hayatımda. İlk görüşte aşk gibi.
BU: Tınıları yakalamayı çalışıyordum. Hatta akort etmeyi
bilmediğim için gitar çalmayı bilen biri eve gelip gitarımı akort edene kadar
ilk iki ay boyunca öğrendiğim her şey boşa gitti. Ama kulağım iyi olduğu için
bir yerden sonra yakaladım. Popüler şarkıları da çalmaya çalışıyordum ama gitar
çalmaya ilk beste yaparak başladım aslında. Hatta elime ilk gitarı aldığım
zaman hayatımda yaptığım ilk beste “Olmaz mı?” ilk albümdeki şarkılardan
biridir.
BU: Ben gitarı iyice öğrenmeye başladıktan sonra biri bana “Seni
acaba sahneye mi çıkarsak?” demişti. Kim olduğunu hatırlamıyorum ama elimde
gitarla Ankara Hipodrom’da çok kalabalık bir kitle önünde “Puerto Rico” diye
bir şarkıyı çalıp söylediğimi hatırlıyorum. İnsanlar net göremeyeceğim kadar
uzakta bir yerlerdeydi ve ben tek başıma, elimde bir klasik gitarla o şarkıyı
söylemiştim. İlk sahneye çıkışım odur. Orada hiçbir şey hissetmedim tabii ama
sonra bir grup kurdum. Kurduğum grupla birlikte Marmaris’e gitmeye karar
verdik. Gitmeden önce de İstanbul’a uğradık. Roxy Müzik Günlerinin ilk
yapılıyordu o zaman. Ona katıldık ve üç tane ödül kazandık; en iyi solist, en
iyi beste ve en iyi ikinci grup ödülleri. Sonra Marmaris’e gittik.
BU: Marmaris’te tanıştığım bir aile bana eğitimim konusunda
sponsor olmak istedi ve beni Hollanda’ya davet etti. Gittim, Hollanda’da
konservatuardan burs kazandım ve orada okumaya başladım. Okulda caz, gitar ve
vokal eğitimi aldım.
YHT: Eğitimizi tamamladıktan sonra Türkiye’ye geldiğinizde iki grupta
birden çalmaya başlamışsınız.
BU: Kangroove benim kendi grubumdu. Bir de Panik Atak diye bir
grup kurulmuştu, bir buçuk sene kadar onlarla çalıştım. Pop “Top 40” çaldığımız
bir gruptu ve Aykut Gürel, Ozan Doğulu, Can Şengün gibi müzisyenlerden kurulu,
çok sağlam bir ekipti.
BU: Herkes sahnede görüp etkilendi aslında. O zamanlar bu kadar
çok müzisyen yoktu ortalıkta ve sahnede genellikle yirmi “cover” şarkı
çalınıyordu. Kimse başka bir şey çalmaya cesaret etmiyordu. “Mustang Sally”,
“Loosing My Religion”, “Knockin’ On Heaven’s Door” gibi belli başlı, klişe
şarkılar… Biz onların hiçbirini çalmayıp, başka şarkılar çalmaya çalışıp bir de
işimizi iyi yaptığımız için “Bunlar kim, bu çocuk kim, ne yapıyor bunlar?” diye
sormaya başladı insanlar. Ayrıca benim hayatta şanslı olduğum noktalar oldu ama
şanslarımı da kendim yarattım. Bu şansları yaratabilmek için çok çalıştım. Bir
insanı seni arayıp “Ben seninle çalışmak istiyorum,” diyeceği noktaya getirmek
için o insanın seninle çalışabileceği düzeye kendini getirmen lazım. Ben gidip
“Abi ben seninle çalışmak istiyorum,” demek yerine, öyle bir şey yapayım ki bu
adam benimle çalışmak istesin, beni aramak zorunda kalsın diye düşündüm. Gidip
kendimi anlatmak yerine yaptığım işin kendini anlatmasını istedim. Bugüne kadar
çalıştığım insanlar da hep yaptığım işin sonucu benimle çalışmak isteyen
insanlardır. Ben hiçbirine gidip “Ben sizinle çalışmak istiyorum,” demedim.
YHT: O dönemde Türkiye’de özellikle Kangroove ile ciddi bir ivme yakalamışken, neden yurt dışına döndünüz?
BU: Ben zaten burada yaşamıyordum. Sadece yazın gelip,
Kangroove’la çalışıp geri gidiyordum. Maddi olarak yazın burada kazandığımı
kışın orada harcıyordum, manevi olarak kışın orada biriktirdiğimi de yazın
burada harcıyordum. Bu bir alışverişti. Yani aslında ben ilk albümü çıkana
kadar yılda en fazla iki ay burada idim.
YHT: O ara bir albüm anlaşması da yapmışsınız ama olmamış. Sonrasında o anlaşma Candan Erçetin sayesinde feshedilmiş.
BU: İsim vermeyeyim ama bir şirket benim gençliğimden ve
tecrübesizliğimden yararlanmaya çalışarak beni kapamaya çalıştı ve bir sözleşme
imzaladım. Candan Erçetin de benim çok yetenekli olduğumu, ileride çok daha iyi
yerlere gelebileceğimi düşündüğü için bu yapılanın doğru olmadığını söyleyip ve
o insanlar onun tanıdığı insanlar da olduğu için gidip önlerine sözleşmenin
tazminat parasını attı ve “Rahat bırakın bu çocuğu”, dedi.
BU: Anlaştığım şirket yabancı bir şirketti ve oradaki yabancı
insanların görüşü Bora’nın iyi bir isim olmadığı yönündeydi. Soyadımın da
telaffuz olarak zor olduğunu söylediler. Ve bir şekilde beni de inandırdılar
buna. O dönemde Borat filminin de piyasaya çıkmış olmasının efektiyle insanlar
çok ciddiye almayabilirlerdi Bora ismini. Ne kadar iyi müzik yaparsan yap, ne
yaparsan yap. Ona değiştirmenin yararlı olacağını söylediler ama Jay-Lal
isminin pek bir faydasını da görmedim. Hatta bana yakışmadığı için de durmadı
üzerimde.
BU: Evet, Osman Kent hâlâ çok yakın arkadaşım. Hatta bu son
albümde kendisine bir teşekkürüm de var. Osman Kent benim hayatımda çok önemli
bir figür ama benden öte dünyada önemli bir figür. Yarattıklarıyla, bakış
açısıyla… Burada çok az insanın adını biliyor olması içler acısı bir durum
aslında çünkü çok gurur duyabileceğimiz bir Türk. Benim en büyük şansım onunla
bir dostluğumuzun olması. Songphonic Records’ın sahibi olmasının yanı sıra
İngiltere’de çok büyük bir stüdyosu da var ve benim kendi stüdyomu kurmamda
maddi manevi çok büyük desteği vardır. Hakkını hiçbir zaman ödeyemem.
Hiçbir şey ummadım ben galiba. O yüzden pek de bir şey
bulamadım. Ama tabii aldığım enerjiden çok mutluyum. Müzisyenlerin, müzikten
anlayan insanların gösterdikleri saygı çok güzel. İnsanı güzel bir yerde
tutuyor, yaptığın işin devamlılığını sağlıyor. Ben etrafımda enerjisiyle beni
dinleyen ve o enerjiyi bana göstermekten geri durmayan insanların varlığıyla
ilerledim yoksa çılgın bir fan kitlesiyle değil.
BU: Yine etrafımdaki dostlarımın, sevdiğim adamların beni
itmesi, bana destek olmasıyla ortaya çıktı. Pozitif Müzik’te (Allah rahmet
eylesin) Memo vardı. O albümün çıkmasında onun çok büyük etkisi vardır. O albüm
Doublemoon’dan çıktı. İyi bir aileydi o ama şimdi o aile de dağıldı.
YHT: O ilk albüm sayesinde Türkiye’de daha fazla insan tarafından tanınır oldunuz. Ünlü olmakla kolay uzlaşabildiniz mi?
BU: Yok. Çok uzlaşamıyorum onunla. Belki de insanların beni
görmek istedikleri yerde olmamamın sebeplerinden bir tanesi de odur. Çünkü
birçok şeyin yapmacık olarak, insanların ne sevebilecekleri düşünülerek
önlerine sunulduğunu düşünüyorum. Doğal bir süreç değil bu ve ben onu yapamam.
Zaten benim hâlâ çok fazla takipçim yok. Bora Uzer’in ünlü olduğunu
düşünmüyorum bu anlamda. Ama iki yüz bin takipçim de olsa, milyon takipçim de
olsa, insanların beni ben olduğum için takip etmelerini tercih ederim. Çünkü o
zaman seni görünce gelip saçını başını yolmuyor, çıldırmıyor. Sana gerçekten
yaptığın iş için saygı duyuyor. O çok güzel bir şey ama aynı zamanda imkânsız
da bir şey galiba çünkü zaten öyle bir dinleyici kitlesi de yok artık.
BU: Albüm yapmak biraz boşa kürek çekmek gibi geliyordu. Bu
ülkede kimse yaptığın işin karşılığını vermiyor. Maddi anlamda bunun bir geriye
dönüşü yok. Albüm satarak para kazanacak bir durum yok; sadece canlı çalarak.
Ama benim bir karım, bir kızım, bir evim var. Ben de insanım. Dolayısıyla para
kazanabileceği işlere de yönelmek durumda kalıyor insanlar. Ben bir şekilde
para kazanmak için kendimi satmadım ama onun sıkıntılarıyla boğuştum tabii ki. Neyse
ki üstesinden gelemeyeceğim sıkıntılar değildi. Bu arada Türkçe olarak
söyleyebileceğim fazla bir şey yoktu. Daha doğrusu söylemek istediğim şeyleri
şarkılara dönüştürüp anlatma arzum yoktu. Öyle bir şey gelmiyordu içimden. Ama
sürekli üretmeye devam ettim, hiç durmadım.
BU: Benim aslında İngilizce bir albüm yapma projem vardı.
Stimilus da benim sevdiğim bir insan, bir şekilde yollarımız birleşti ve çok
iyi dost olduk biz. Sonra o benim İngilizce albüm fikrimi duyunca beraber bir
şeyler yapma düşüncesi ortaya çıktı. Benim “Analog People” diye bir şarkım
vardı. O şarkı grubun ismi oldu ve biz birlikte bir şeyler yapmaya başladık.
Analog People devam eder mi, şimdilik onu bilmiyorum ama ben bu sene bir
İngilizce albüm çıkarmayı planlıyorum. Çünkü aslında bu on sene içinde biriken çok
şarkı var ve artık onların benden çıkması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de
İngilizce olanların.
YHT: Yeni albümünüz “Benim Umrumda”da neredeyse bütün enstrümanları siz
çalmış, düzenlemeleri, kayıtları siz yapmışsınız. Bunu tercih etmenizin sebebi
nedir?
BU: En iyi ben yaparım diye değil ama başka enerjilerle
uğraşamayacağım için. İnsanlara “Gelin şöyle bir şarkı yapalım, şunu yapalım,
bunu yapalım,” dediğimde “Abi şimdi işim var”la karşılaşmaktansa, başkalarına
laf anlatmaktansa kafamda duyduğum sesi kendim ortaya çıkarmak daha kolay ve
daha hızlı geliyor. Aynı zamanda farklı enstrümanları çalmayı seviyorum da. Bir
gitar ya da bir vokal… Bunlar sadece birer renk. Ama ben büyük bir resim yapmak
istiyorum. Bir ressam da resim yaparken sadece bir tek renk kullanmaz. Bir tek
gökyüzü ya da deniz çizse bile, onun içinde tek bir mavi yoktur. O derinlikleri
yakalamak için detaya inmek lazım. Detaya inmek için de müziği bütün olarak
görmek lazım. Ben çok eskiden beri buna çalışıyorum. Konservatuvardan mezun
olduğumda ben müzikte kendimi bir ‘ninja’ olarak yetiştirmek istediğime karar
vermiştim. Ben gitarist olmak istemiyorum, müzik olmak istiyorum; müzisyen de
değil. Benim müziğim diye bir şey yok, müzik diye bir şey var ve hepimiz onun
bir parçası olmaya çalışıyoruz. Onun bir parçası olabilmem için de her açıyı
çok iyi anlamam lazım. Evet, iyi gitar çalıyorum ama o gitarı nasıl kaydedip
insanların iyi duymasını sağlayacağım? Ben kendimi bunlara verdim ve bunların
hepsi zaman alan şeyler. Bitmek bilmeyen bir gelişme ve öğrenme arzum var ve
bu, bugün de devam ediyor. Yarın da devam edecek çünkü bitmiyor.
YHT: Nasıl anlatırsınız yeni albümünüzü?
BU: Bir dönem hiç Türkçe şarkı yapmak aklımda yoktu. Sonra 2017
yazından önce bir takım şeyler çıkmaya başladı. Yaz sonunda hadi tamam, bir şey
yapayım, bir şey çıksın durumuna geldi ve oturup şarkılar yazmaya başladım.
Zaten kafamda belirgin çok şey vardı yazmak istediğim. O zamana kadar
yazdıklarımı da toparlayıp şarkıları oluşturmaya başladım. Gökhan Türkmen’le
zaten dostuz uzun süredir; eşi zaten menajerim. Birbirimize yakın oturuyoruz ve
çocuklarımız da beraber büyüyor. Bu albümü beraber mi yapsak acaba diye
düşündük. Üç sene önce beraber yaptığımız “Yaşa” diye bir şarkı vardı ama
piyasaya çıkmamıştı. Onu da yeniden düzenledim ve albüme koyduk. Öyle öyle bu
albüm çıktı.
Hikâyesi olan bir albüm olsun istedim. İnsanların sonuna kadar dinleyebilecekleri, devamlılığı olan, belki şarkıların sırası değiştirildiğinde rahatsız olacakları bir albüm yapmak istedim. Tıpkı eskiden kendi hissettiğim gibi. Hep söylüyorum. Eskiden bir albüm dinlemek bir film izlemek gibiydi. Şimdi ‘single’larla ortada sürekli bir ‘trailer’ dönüyor. Hiç tamamlanmayan, sonucunu göremediğimiz, iki üç dakikada anlatılmaya çalışılan hikâyeler… O yüzden de geçmiyor dinleyene, kalıcılığı da olmuyor. İstedim ki insanlar yolculukta arabada ya da gece yattıkları zaman kulaklıklarını taktıklarında beni yanlarında hissetsinler ve ben onlara şarkı söylüyor olayım. O yakınlıkta, sıcak, insanları kucaklayan bir albüm olsun istedim.
BU: Sahne her şeyin doğal olduğu bir yer ve ben sahnede tamamen
kendim oluyorum. Salonumda, evimde neysem sahnede de oyum. O samimiyet
insanları besliyor, ben de insanların enerjisiyle çok yükseliyorum. Hiper bir adamım zaten, hep öyleydim. Yaş
geçtikçe insanların bunun azalacağını düşünürler ama alakası yok. Ben sahnede
insanların gözlerine bakıyorum; boşluğa bakmıyorum. İçerideki insanların her
biriyle iletişim kurmaya, herkese ulaşmaya, herkese dokunmaya çalışıyorum. Bir
ağacın kökleri gibi… İnsanların ne hissettiğini algılayıp o hissiyat etrafında
dolaşıyorum. Hiçbir zaman aynı sıralamayla çalmıyorum. Çünkü orada olan
insanlar aynı değil, bir gün önce yediğim yemek aynı değil, duruşum, giydiğim
elbise, mekândaki kokular, hava, tınılar, tat, aldığımız nefes bile aynı değil.
Her şey değişiyor. Anda, saniyede ve çok çabuk… O yüzden o ana adapte olmaya
çalışıyorum, andaki kuvvete çok inanıyorum.
YHT: Konserlerde sizin dışınızda gelişen aksaklıklar olduğunda ya da umduğunuz kadar seyirci gelmediğinde demoralize olur musunuz?
BU: Onlar aksaklık değil bence. Onların her biri benim için oyun
oynayabileceğim datalar. Hiçbir zaman konserlerimde az insan olmadı ama ince
olduğu, inceldiği noktalarda çok daha farklı bir kafaya geçiyorsun. Bir gitarla
on kişiye çalmışlığım da var. Onu bildiğim için o zaman o kaba göre şeklimi
alıyorum. Seste aksaklık dediğiniz zaman mekânların ses düzenleri zaten kötü ve
onu baştan bildiğin için ona göre davranıyorsun, öyle çıkıyorsun. Öyle şeylere
çok da takılmıyorum yani.
BU: Stüdyoda yaptığımız her şey sahne için aslında. Hepsi işin
özünü göstermek için birer kartvizit. Ama
canlı müzik öldüğü için insanlar canlı müziğin ne olduğunu farkında
değil artık. Eskiden plak, kaset, mikrofon dahi yokken insanlar tarlalarda,
kiliselerde şarkılar söylerlerdi. Ellerinde sazla ovada şarkı söylerlerdi. O
zaman kayıt teknolojileri yoktu ama insanlar hissedebiliyorlardı. Sonra
teknoloji gelişti, müziği kaydetmeye başladık. Şu anda geldiğimiz noktada her
şeyi yapabiliyoruz ama yaptığımız şey yine senin canlı müzik yaparken ne
yaptığını göstermek maksadı taşıyor aslında. Yoksa senin dijital dünyada var
olmanın bir gerçekliği yok. Kimin ne yaptığını, ne kadar şarkı söylediğini
bilemezsiniz. Bugün geldiğimiz noktada 10 yaşında bir çocuk evinde bilgisayarla
her şeyi kendi çalmış gibi müzik yapabilir ve bunu böyle gösterebilir. Ama onun
gerçeğini görebilmek için sahnede seyretmemiz lazım. Müzik sahnede var olan bir
şeyse ve ben bir sahne adamıysam, stüdyoda yaptığım her şey sahnede yaptığımın
bir kartviziti.
BU: Geldiğimiz noktada akmanın değil, damlamanın doğru olduğuna
inanıyorum. Herkes akma çabasında. Ben de öyleydim; hemen akayım, hemen olsun…
Artık öyle değil. Damlamak ama sürekli damlamak… Bir albüm yapıp iki sene
beklemek değil, belki altı ay sonra bir albüm daha yapmak… Sürekli bir şeyler
çıkarmak… Biraz o kafaya girdim çünkü çok fazla ürettim. Şöyle düşünün,
elinizde iki kilo çekirdek var. Hepsinin kabuklarını çıkarıyorsunuz ağzınızla
ama bir tanesini bile yemiyorsunuz. Ben galiba o durumdayım şu an. Bundan sonra
hepsini çiğneyip yiyeceğim.
ŞUBAT 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder