Soner Arıca Röportajı

“KOLTUĞUM YOK AMA ŞARKILARIM VAR”


(Ses dergisi Haziran 2015 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıda yayımlanan röportaj, dergide yer almayan bölümleri de kapsamaktadır.)

1992 yılından bu yana müzik dünyasında Soner Arıca. “Deniz Gözlüm”, “Vefasız”, “Ayrılık”, “Derbeder” gibi sayısız “hit” şarkıya imza attı ve geçtiğimiz günlerde yeni şarkısı “Yapboz”la karşımıza çıktı. Soner Arıca’yla hem bugünü, hem de müziğe ilk başladığı yılları konuştuk.


YAVUZ HAKAN YOK: Öncelikle yeni şarkıdan bahsedelim mi biraz?

SONER ARICA: Ben genelde kendi yazdığım şarkıları söylüyorum. Ama bu şarkının bestecisi Burak Saltan bana ulaştı. Dört beş şarkı göndermişti. “Yapboz”u söyleyebileceğimi düşündüm. Şarkının “demo”su da pop-“rock” bir altyapıdaydı. Aynı şekilde aranje edilsin istedim. Yeni albüm yapınca kullanırım diye düşünüyordum. Volga Tamöz’le yaz başı hareketli bir şarkı üzerinde çalışıyordum ama zamanlamada bazı aksaklıklar oldu ve yapamadık. Ben de bu şarkıyı yapmaya karar verdim. Bazı şarkılar insanın o anki ruh haline de denk gelir ya, bu şarkı sanıyorum öyle oldu. Bu kadar kısa sürede kaydedip, klip çekmemize kimse inanamadı. Tamamen sürpriz bir şekilde gelişti aslında.


YHT: Aşağı yukarı ‘90’ların başından beri müzik piyasasının içindesin ve mankenlikten şarkıcılığa geçtiğini biliyoruz. Nedir bu hikâye tam olarak?

SA: 5 yıl profesyonel mankenlik yaptım ben. Üniversite yıllarında, hani o yaşlarda beğenilmek de istersin ya fiziksel olarak, hem o duygunun tatmini hem de biraz para kazanmak için yaptığım bir işti. Eğleniyordum, onu meslek gibi görmüyordum aslında.


YHT: Mankenliğin getirdiği şöhret müziğe geçince işe yaradı mı?

SA: Tam olarak öyle değil benimkisi. Diğer mankenlikten şarkıcılığa geçenlere baktığınızda hiçbir firmanın modeli olmamışlardır. Ama ben çok önemli firmaların katalog modeliydim. 25 tane reklam filminde oynadım. Ama adımla soyadımla bilinmeyen, sadece bu işin gereklerini yapan biriydim. Ama o iş devam ederken ben Melih Kibar’ın müzik okuluna başlamıştım. Onun öncesinde TRT Gençlik Korosu hikâyem var. Melih Kibar benim şan dersi almam gerektiğini söyleyerek Belkıs Aran’a göndermişti. Bir yıl kadar ondan şan dersleri aldım. Sonra biraz tavır değişsin diye Timur Selçuk’un okuluna gittim. O zaman müzikle ilgili yürüyeceğim yol kesinleşmeye başladı aslında. Sahneye de o günlerde çıkmaya başladım.


Çok küçük bir barda, haftanın dört gecesi sahneye çıkıyordum. Gelenler tekrar gelmeye başladı. Daha albüm çıkmamıştı. Ama hissedersin ya bir şeyler olacağını… İzlemeye gelenlerin tepkilerini görünce, müzik konusunda özgüvenim gelişmeye başladı.


YHT: Sonra ilk albüm çıktı…

SA: Tempa-Foneks etiketiyle çıkmıştı ilk albüm. Firmanın sahibi zaten aile dostumuzdu. O yüzden ben de çok şey isteyemedim açıkçası. Sonra bir gün Mert Plak’ın sahibi Halit Nart’la tanıştım. Benimle çalışmayı önerdi. Onun firmasına geçtim. İlk albüm çok satmamıştı ama “Sen Türküler Söyle” şarkısı bir etki yaratmıştı. Özel radyoların da yeni başladığı dönemdi. Aslında benim daha çok tanınmamı sağlayan ikinci albüm oldu.


YHT: Mankenlikten geliyor olmak müzik piyasasında daha az önemsenmene yol açtı mı sence?

SA: Bunu hep hissettim evet. İlk zamanlar biraz tehlike gibi göründüğümü de hissediyordum. Sonra beni tanıdıkça tehlikeli olmadığımı fark ettiler galiba. Görünüşüm daha frapandı, mankenlik yapıyordum, sarı saçlarım vardı. Bir çizgi dışı durumum vardı ama şarkılarım görünüşüm kadar tehlike barındırmıyordu. Dinleyici açısından değil ama müzik çevrelerinde önemsenmediğimi hissettiğim zamanlar oldu. Aslında hâlâ da oluyor. O hiçbir zaman bitmiyor, garip bir şekilde.


YHT: Müzik açısından ’90’lar mı daha iyiydi, bugün mü sence?

SA: O yıllarda müziği sektör belirlemiyordu; müzisyenler belirliyordu. Fakat sistem paraya doğru endekslendikçe kuralları sektör belirlemeye başladı. Şarkı sözleri, ritimler, şarkıların süresi… Öyle olunca müzikal kayıplar yaşamaya başladık. Yoksa niye ‘90’lara bu kadar özlem olsun ki? ‘90’lar dediğin çok uzak bir zaman değil ki, daha dün. Bugün 20 yaşında biri niye ‘90’lar şarkılarını sevip dinlesin. Bir sürü yeni şarkı yapılıyor günümüzde. Sorun şurada: Yapılan şarkıyı yayıncılar belirlediği için, aslında dinlemediğimiz ama kulağımıza hasbelkader çalındığından ezberlediğimiz bir takım şarkılar doğuyor ve kalıcı olamıyor. Müziği duymak var, bir de dinlemek var. Ne yazık ki şu anda duyuyoruz. Ben de asla dinlemeyeceğim bir şarkıyı mırıldanırken buluyorum kendimi bazen.


Müzikal olarak kesinlikle ‘90’lar daha iyiydi. Oysa imkânlar olarak baktığımda, bugünler daha iyi. Bugün dünyanın herhangi bir yerindeki bir müzisyene geri vokal yaptırabilirsin internet sayesinde. Sesler satın alabilirsin. Sentez işler yapabilme şansın çok daha yüksek. Gel gelelim ki duygu tarafını bir şekilde kaçırdık. Sektör sadece 20 şarkı etrafında döndüğünde, müzisyen de zannediyor ki öyle şarkılar yaparsam sektörde barınabilirim. Kısmen haklı da… İşte o zaman müziğin gidişatını müzisyen belirlemiş olmuyor. Niye Onno Tunç gibi bir aranjör daha çıkmıyor mesela? Onno Tunç’u dinleyerek büyüyen bir nesil şimdi aranjör olarak karşımıza. Ama bakıyorsun, çok yetenekli olmalarına rağmen çok sıradan işler yapıyorlar. Yetenekliler ama sektörün şartları onları buna zorluyor.


YHT: ‘90’larda bu işe başlamak bir avantajdı belki ama bir yandan dezavantajdı galiba… Çok kalabalıktı ortalık çünkü. Sen nasıl sıyrıldığını düşünüyorsun diğerlerinin arasından?

SA: Kalabalıktık ama herkes kendine özgüydü. Birbirine benzeyen insan azdı, fizik olarak da ses ve tavır olarak da. Farklı tatlar vardı. Benimse işin mutfağında olabilmek gibi bir özgür alanım vardı. Hiç bu işleri bilmeden albüm adına, hangi şarkıların yer alacağına, sırlamasının nasıl olacağına, hangi şarkılara ne zaman klip çekileceğine hep ben karar verdim. Bir albüm dışında bunlara hiç kimse müdahale edemedi. Bu neyle oldu, nasıl oldu onu bilmiyorum ama ben işin mutfağında da oldum başından beri. 

Bunu şuna da bağlıyorum: Herkes müziği sever ama ben albüm kapaklarındaki bilgileri ezbere bilen, kim, hangi şarkıyı aranje etmiş, kimler çalmış, şarkıların sıralaması ne, bunları aklımda tutan biriydim hep. Öyle bir gönül bağım vardı müzikle. Bunun benim için büyük bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğri ya da doğru, şarkı yazabilmek insana başka bir konfor ve güç sağlıyor. O kısmı geçmiş oldum. Bir de yüzde yetmiş kalbime dokunan işler yaptığımı söyleyebilirim rahatlıkla. Birlikte çalıştığım insanlar konusunda da gerçekten şanslıydım. Hep beni anlayan, birlikte yol alabildiğimiz insanlara rastladım.


YHT: Hemen her gece sahneye çıkıyordunuz o yıllarda. Yurt içi, yurt dışı konserler filan… Çok para kazandığını söyleyebilir misin?

SA: Para kazandığını anlayabilmek için kasanda ya da banka cüzdanında bir meblağ görebilmen lazım. Ben o kadar bir elden geleni öbür elle dağıttım ki… Yeni şarkının kaydı, klip çekimi, fotoğraf çekimi… Mesela “Yanımda Yer Var” şarkısına çektiğim klip, ilk animasyonlu kliptir. O gün o klibe harcadığım parayla, aradan 17 yıl geçtikten sonra bugün hâlâ klip çekebiliyoruz. Üstelik bize yine de çok geliyor. Böyle frapanlıklar yaptım ben hep.


YHT: Komik şeyler okuyor muydu o koşuşturma içerisinde?

SA: Mesela bir yurt dışı konserinde giyeceğim kıyafeti bir önce konser verdiğimiz şehirde unutmuştuk. Sahneye eşofman gibi bir şeyle çıkmıştım ve fazla da büyütmemiştim. Oysa çok büyütülecek bir şeymiş, şimdi anlıyorum. Her dakika sahnedesin ya, o kadar kanıksamışım ki durumu… İlk yıllarda biraz da tanınayım, sevileyim derdi var ya insanın…


YHT: “Bugünkü aklım olsa o günlerde şöyle şöyle yapardım,” dediğin şeyler var mı?

SA: Biraz daha hoşgörülü oldum galiba artık. Diyelim ki tesisatta teknik bir arıza var, onun giderilmesi için gerekirse ben de gider, kablo bağlarım. Mesela yeni isimlerle ilgili bazı haberler görüyorum ”konsere çıkmadı, bıraktı, sahneye çıkmadı, geç çıktı” gibi. Elbette bazen teknik arızalar olabiliyor. Ama orada daha yapıcı bir tavır içerisinde olmak daha doğru geliyor bana.


Temelde istediğim şey, tesisat iyi olsun, mikrofonum iyi çalışsın… Giyinip soyunabileceğim, duş alabileceğim bir yer varsa yeter, asıl önemli olan sahne üzeri benim için. Minimum şartlar olmak zorunda tabii ki. Bu işin en önemli parası ses ve ışıktır. Sesin dinleyiciye iyi gitmesi lazım, sahneyi iyi görmesi lazım… Ama organizatörler bazen bu anlamdaki isteklerine çok anormal kapris gibi bakabiliyorlar. Bir gün bir etkinliğe gidiyordum, bana yirmi beş maddelik standart bir sözleşme getirdiler. Ben on maddesini filan çizdim. Maddeler arasında odaya beyaz leblebi getirilmesi bile vardı. Ben leblebi istiyorsam zaten gidip alabilirim. Bunlara takılırken asıl meseleyi unutuyoruz biz. 

Prova yaparken etrafta birilerinin olmasını istemem bir tek. Bu anlamda çok tacize açık bir iş yapıyoruz çünkü. Prova yapıyoruz; yanlış söyleyebilirim, orkestra yanlış çalabilir. En tahammül edemediğim şey o. Şimdi bir de akıllı telefonlar var, herkes her şeyi çekiyor. Orada kimsenin olmasını istemiyorum.


“NOSTALJİK OLMAK GİBİ BİR DERDİM YOK”

YHT: İstesen de istemesen de bir kuşağın çocukluğuna denk geliyor müziğe başladığın yıllar. Birileri yanına yaklaşıp “Ben sizi çocukluğumdan beri dinliyorum,” dediğinde dokunuyor mu bu sana?

SA: Yeni bir şarkı yapmışım mesela ama sosyal medyada biri çıkıp “Ya bu adam nerelerde acaba?” diye yazıyor. O zaman düşünüyorum, varlığımı devam ettiremedim mi acaba, bu algı benden mi kaynaklanıyor acaba diye. Orada biraz takılıyorum. Ama gelip “Annem sizin hayranınızdı,” diyorlar mesela, ona çok bozulmuyorum. Bu kaçınılmaz bir süreç. Örneğimizi de Ajda Pekkan ve Erol Evgin üzerinden alırsak, sorun yok.

Bir de benim bazı şarkılarım zamansız şarkılar oldu ve kendilerini bugüne çok yeniymiş gibi taşıdılar. “Deniz Gözlüm,” Beni Bırakma”, “Sen Giderken” gibi… O zaman eskimeye dair endişem azalmaya başlıyor. Bir de bunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, yeni arkadaşlarla aynı sahneye çıkalım beraber, performansım hiçbir şekilde onlardan aşağı kalmayacak, hatta üzerine bile çıkacaktır. Yani şu an nostaljik olmak gibi bir derdim yok.


YHT: Senin bir de klip çekme rekorun var. Yeni şarkının klibini de Paris’te çektin mesela. Neden bu kadar önemsiyorsun klip çekmeyi?

SA: İlk başlarda eğlence gibiydi ama bir müddet sonra bir alışkanlık haline geldi galiba. Bir de şu var. 2003’deki albümüm çıktıktan sonra Universal Müzik kapandı ve benim orada kayıp olan bir üç yılım var. Zaten ondan sonra da sektörde bir değişim başladı. Bir takım yayın kuruluşlarının sevdiği ve benimsediği bir takım altyapılar, şarkılar ve şarkıcılar gibi… Ben nedenini bilmediğim bir şekilde o çemberin içinde olamadım. Beni mesafeli mi buluyorlar, bana şarkıcılığı mı yakıştıramıyorlar, yoksa az önce konuştuğumuz gibi daha az mı önemsiyorlar, neyse ne… O dönemde ben de dedim ki, onların bana yer vermemesiyle oluşan açığı ben güzel işler yapmaya devam ederek, videolar çekmeye devam ederek kapatacağım. Yani biraz inat haline geldi. Düetlerle beraber 58 tane klibim var benim şu anda. Hadi bunun 9’unu daha az özenerek çektik diyelim, geri kalan 50’sinde hep kreatif olarak düşünülmüş bir şeyler, bir emek vardır. Kabul etmeyen bir kitle varsa da, etsinler ya da etmesinler ben buradayım ve bunu yapmaya devam edeceğim.  


YHT: “İnat haline geldi,” dedin. Orayı biraz daha açalım mı?

SA: Ben şu yirmi yılda sürekli olarak bir gün koltukları değişecek müdürlerle karşı karşıya geldim. Ama onlar koltuklarının kendilerine ait olmadığının hiç farkında değillerdi. O koltuklarda çok da havalılardı. Bunların bazıları arkadaşımdı ama o koltuklarda oturdukları için bana müdürcülük oynadılar. Ama hepsi günü geldi o koltuklardan kalktı. Şimdi hayat içinde zaman zaman karşılaşıyoruz onlarla. Şimdi benim kliplerim şu manaya geliyor: Siz, bulunduğunuz geçici pozisyonlarla oyalanırken ben bunları yapmaya devam ediyorum. Siz hayatlarınızın sonrasında nerede olacaksınız bilmiyorum ama bir gün ben hayatta olmadığımda bile bu klipler bir yerlerde paylaşılıyor, izleniyor olacak. Koltuğum yok ama kliplerim, şarkılarım var.


Ben artık o benim klibimi yayınlayacak mı, bu yayınlamayacak mı gibi şeyleri dert edemem. Yeni arkadaşlar dert etsin. İnternetin bize bir takım zararları oldu ama böyle de bir faydası oldu. Klibimi You Tube kanalıma, Facebook sayfama  koyarım, oradan isteyen izler. Buna da mı karışacaksınız? Gücümün yettiğince bu frapanlıkları yapmaya devam edeceğim. Yurt dışında klip çekmek az buz maliyeti olan bir şey değil. Elbette sadece Facebook sayfamda olsun diye de bu yükün altına girilmez. Ama şu da var: Bir gün bu hikâyenin sonlanacağını biliyorum ben. Hayattayken de olabilir bu, öldüğün zaman da. Ne kadar güzel şarkı yaparsan yap, sonlanıyor. Ben her kaybettiğimiz insanın arkasından bu soruyu soruyorum kendime, “Biz bunları niye yapıyoruz acaba?” diye. Kayahan işte. Muheşem şarkılar bıraktı bize. Bir müddet sonra sadece şarkılar kalıyor geriye. Sen fizik olarak, görsel olarak unutuluyorsun ama şarkılar kalıyor; başkaları bile söylese. Ben de elimden geldiğince geriye bunları bırakmaya çalışıyorum işte.


YHT: Başından beri çok istikrarlı bir çizgin olduğu bir gerçek. Bu durum zaman içerisinde sıkıcı olma riskini de taşımıyor mu biraz?

SA: Taşıyor tabii. Bana zaman zaman “Bu adam hep aynı şarkıyı söylüyormuş gibi duruyor,” diyorlar. O zaman açıp bakacaksın, “Yalvarma” şarkısına “remix” yapmışım mesela ama dinleyici “Bu mu Sevda?”yı, “Deniz Gözlüm”ü sevmiş, seçmiş. Şimdi dinleyiciye sormak lazım “Bu adamı o sıkıcı diye nitelendirdiğiniz istikrara sen sokmuş olabilir misin?” diye. Ancak bir de şu var ki benim varoluşumun bir şekli var. Sokaktaki tavrımın da bir şekli var. O değişmiyor; değişmediği için de insanlara aynı gibi geliyor. Ben ne yaparsam yapayım, amuda bile kalksam o algı değişmez. Şu aralar Mustafa Ceceli’ye olan şey de bu. Ona uzaktan bakarken, benim kaderimi yaşadığını düşünüyorum. Dünyanın en hareketli şarkısını da söylese “Bu adam yavaş şarkıların adamı,” diyecekler. Bazılarına böyle olur. Dinleyici onu o algıladığı resimle kabul eder. Bence hiçbir mahsuru yok. Dünyada da böyle… Madonna deyince aklımızda bir figür var; balad da söylese onu öyle hatırlamayacağız. Bu yüzden kendi adıma sıkıcı değilim diye düşünüyorum. Çünkü arada değişik şeyler de yapıyorum.

Ama her haliyle, altyapıları, düzenlemeleri, yorumuyla sahnedeki halimi yansıtacak bir albümüm olsun istiyorum. Buna da çok zeki bir aranjör lazım galiba. Nükhet Duru’nun son albümünü dinleyince hemen onu aradım mesela. “Belki de yeni bir sayfanın açılmasına sebep olacak bir albüm yaptın,” dedim. “İnsanlar uyanacaklar şimdiden sonra.”


Aslında bizden önceki jenerasyonun, Barış Manço’nun “Müsaadenizle Çocuklar” şarkısında yaptığı gibi, “Bir dakika çekilin bakalım. Yanlış yapıyorsunuz arkadaşlar. Böyle olmaz bu iş!” demeleri lazım. Bugünün gençleriyle yarışmak yerine bunu yapsalar gerçekten her şey çok farklı olacak. Biraz seslerini yükseltmeleri gerekiyor. Şunu da anlamıyorum: ‘90’lı yıllardan gelen biri yeni bir iş de yapsa hep bir ton eski gibi bakılıyor ona. Bu bir önyargı... Mesela Yonca Evcimik son albümünde hiç de öyle eski bir şey yapmadı. Çok da iyi bir şey yaptı. Geçen yılın en iyi albümlerinden bir tanesiydi. Bugün “Ben kraliçeyim, ben imparatoriçeyim,” diyen arkadaşlarımızın yaptığı albümlerden çok daha iyiydi. Ona mesafeli duruşun nedenini ben anlayamıyorum. Yan yana çıkarsak sahneye, Yonca hepsinden daha enerjik. Ama bunun nedenini araştırmak yerine, iş yapmaya devam etmek lazım. Anlayan birileri mutlaka var. Herkese de anlamıyor muamelesi yapılamaz. Bu hakaret olur. Birileri şimdilik seçimini yapsın, müdürler değişince bakarız.

Bu anlamda Nükhet Duru’nun son albümü gerçekten çok önemli bir proje… Şunu diyor Nükhet bence: “Hey arkadaşlar, bir silkelenin bakalım!” diyor. İnşallah bu albüm çok iyi bir örnek teşkil edecek ve başka bir akımın öncüsü olacak.


YHT: O kadar istikrarlısın ki menajerini bile değiştirmedin yıllardır. Sektörde az örneği var bu durumun. Sıkılmadınız mı birbirinizden?

SA: Mesela bir konser var diyelim. Ben arabadan inip kulise giderken elbisemi elime alıp taşımaktan hiç rahatsız olmam. “Bunu ben mi taşımalıyım?” diye sormak aklıma bile gelmez. Başka bir örnek vereyim… Orkestra arkadaşlarımdan duyuyorum, “Bazı solistler bizim ismimizi bile bilmiyor,” diyorlar. Nasıl olabilir böyle bir şey? Ben isimlerini de, ailelerini de, çocuklarını da biliyorum. Beraber sahnedeyiz çünkü. Bunu hiçbir hesap kitapla yapmıyorum. İçimden öyle geliyor. Bütün bunlar olunca da uzun soluklu çalışabiliyorum galiba insanlarla. 


Zaman zaman hatalar da yapıyoruzdur elbette ama arkadaşlığı belli seviyede inşa etmek önemli. Ben öyle mekanik şeyler yapamıyorum. Almanya’da “bodyguard” verdiler yanıma. Çok rahatsız oldum. Kim ne yapsın bana? En fazla bir Türk’e rastlarız, o da bana saldıracak değil. Neden koruyor beni? Arkadaşlıkla bakıyorum tüm meseleye. İstismar da edilmedim bugüne kadar. Yeniliklere de açık olmak kaydıyla mümkün olduğunca ekibi korumaktan yanayım.

“ŞARKILARIMDA ŞİFRELER VAR”


YHT: Fiziksel görünümün de pek değişmedi. Onu nasıl koruyorsun peki?

SA: Mankenlikten başlayarak spor hayatımda hep oldu ama spor delisi de olmadım. Günde dört saat filan spor yapıyorlar ya hani, benim öyle salonlara filan tahammülüm yok. Daha çok kondisyon ve sahne performansı için spor yapıyorum. Onun dışında, o yoğun çalıştığım dönemler haricinde ben böyle çok geç saatlere kadar sokaklarda filan kalmadım hiç. Hep müzikal üretimin içindeydim, stüdyolardaydım. Öyle olunca galiba bedensel yıpranman da az oluyor. Ama toplamda tamamen ne hissettiğinle çok alakalı... Benim yaşımdaki insanlar işte belli bir yaştan sonra şuna buna dikkat etmek lazım, şöyle yapmak lazım, böyle yapmak lazım diye konuşuyorlar. Ben sanki hiç bu konuşulanların benle alakası olmayacağını düşünüyorum nedense. Bilinçaltı da bir takım şeyleri başarıyor galiba. Hiçbir zaman öyle deli gibi hırsları olan bir insan olmadım. Kötücül duygular pek geçmez içimden. Bunlar seni daha dinç, daha diri yapıyor ama ifadeyi tutuyor sadece. Yoksa ben şimdi yirmi sene önceki klibime bakınca “Bu mu hiç değişmemiş Soner?” diye soruyorum kendime.       


YHT: Genç isimlere destek vermek gibi bir planın var mı? Sıfırdan bir ismi yetiştirmek mesela?

SA: Ben işin prodüktörlük kısmında bugüne kadar şikâyetçi olduğum adamlara dönüşmemek için, piyasanın şartlarında prodüktörü olduğum kişinin beklentilerine tam cevap veremeyebilirim diye galiba bir adım geride durabilirim. Ama biriyle birlikte yol almak isterim. Benim fikirlerimle onun fikirlerimi harmanlayarak bir şeyler yapmak isterim. Biri gelir bana “Senin yaptığın işlere inanıyorum, sana teslimim,” derse şunun altını çizerek söylüyorum ki, asla bir çizginin altında kalacak bir iş yapmayız. Nerede yayınlanır yayınlanmaz kısmı başka bir iş ama diyelim ki müziği bilen, seven insanlardan geçer oy alacak bir şey yapabileceğime adım gibi eminim. Ama diğer teknik kısımlarla ilgili kendim için bile uğraşamıyorum, başkası için nasıl uğraşacağım?


YHT: Son olarak, şarkılarında bu kadar çok aşkı anlatan bir adamın aşk hayatını niye biz hiç bilmiyoruz?

SA: Aşkı yaşasa, şarkıyı yazamıyor çünkü. Başka bir travmatik durum olması lazım, o da bende kendimi bildim bileli var. Olan hikâyelerde de beni çok coşturacak, besleyecek şeyler olmadı. Ben de derdimi ummana döktüm. Zaten aşklar da gidiyor günün birinde. Âşık oldukların da, sana âşık olanlar da alıp başını gidiyor ama bir gün ev de otururken açıp bir şarkını dinliyorsun, “Bunu ben yaptım,” diyorsun. Orada şarkılarla senin aranda bir vefasızlık yok. Benim şarkılarımın hiç birisi birine özel yazılmış değildir ama herkesten biraz esintilerin olduğu şarkılardır. Çok şifreleri var şarkılarımın aslında. Bazen o şifreleri fazla kaçırdığımı bile düşünüyorum.  

DERGİ FOTOĞRAFLARI: DENİZ ALTUNTAŞ

NİSAN 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder