Gazino Röportajı

NEDEN GAZİNO?

İstanbul’a durup durup kar yağdığı, her yağacak kar öncesi medyanın doğal afet tellallığı yaptığı günlerden geçerken, araya her nasılsa sıkışmış bahar sıcaklığında bir gün, Caddebostan Maksim Gazinosunun tam karşısındaki kafede Barış Erdem’i beklerken artık Maksim Gazinosu olmayan o binaya alış veriş arabalarıyla girip çıkan süpermarket müşterilerini seyrediyordum. Barış Erdem, son günlerde şarkılarını bayılarak dinlediğim Gazino grubunun bir üyesi, ama daha da önemlisi grubun albümündeki bütün şarkıların da yazarı. 


Kendine Gazino adını vermiş bir “rock “grubuyla röportaj yapmak için randevulaştığımız yerin bir dönem İstanbul’un en meşhur gazinolarından birinin işletildiği binanın tam karşısında olmasından ilahi bir anlam çıkarmalı mıyım yoksa sadece bir tesadüf deyip gülüp geçmeli miyim bilmiyorum.

Yıllar önce yanından geçip giderken afişlerine, neon lambalarla yazılmış şarkıcı isimlerine baka baka bir hal olduğum o şatafatlı binayı kim bilir ne vakitten beridir market olarak kullanmaya alışmış Caddebostan sakinlerinden kaçı Maksim günlerini hatırlıyor acaba diye geçiriyorum içimden. Barış Erdem geldiğinde de bunu test ediyorum istemsizce. Neyse ki o günleri bilmese bile o binanın bir vakitler gazino olduğunu biliyor. Bunu bilmese, grubun adını gazino koymalarındaki çekicilik değerinden kaybedecekmiş gibi geldiğinden midir nedir, saçma bir rahatlama oluyor bende. Artık röportaja başlayabilir ve rahat rahat “Neden Gazino?” diye de sorabilirim.   

BE: Öncelikle kelime olarak çok çekici geldi. Sonra gazino kültürü denen şeyi biraz araştırdım. Çok bize has, garip bir şey gazino kültürü. Yabancı arkadaşlarıma eski gazino görüntülerini izlettirdiğim zaman tuhaf geliyor mesela onlara, anlayamıyorlar. Bir yandan da ölmüş bir kültür bu. Grubun adı Gazino olursa insanlar o kültüre ait bir müzik yapacağımızı düşüneceklerdi. Nostaljik bir şey bekleyebilirlerdi. Bu şaşırtmaca da cazip geldi açıkçası.

“ALİEN”A DÖNÜŞTÜK!


YHT: Albüm kapağı da rafta durduğu yerde çok ilgi çekiyor. Evet “rock” gruplarının böyle çarpıcı görseller kullanmaları dünyada adeta bir gelenek ama Türkiye’de bu pek tercih edilmiyor. Nedir bu kapak fotoğrafının anlatmaya çalıştığı şey?

BE: Grubun tanınması açısından albüm kapağında fotoğrafımız olması gerektiğini söylediler. Biz ise aslında bir illüstrasyon düşünüyorduk. Baktık illa fotoğraf olması gerekiyor, o zaman öyle bir şey yapalım ki dedik, hem fotoğraf olsun, hem de kendi istediğimizden ödün vermeyelim. Sonra bu boyanma fikri çıktı ortaya. Aslında albümün içeriğiyle de bağlantılı oldu bu kapak. Çünkü şarkılarda hep yasakçı zihniyete, baskılara bir itiraz var ve bu yüzden de adı “İnsan Olmak Yasak”. O yasak, bu yasak, özetle insan olmak yasak madem o zaman biz de başka bir türe, bir nevi “alien”a dönüştük. Artık bildiğiniz insanlar değiliz mesajı veriyor o resim.

YHT: Neden kartonette başka resim yok? Bu bir gizem kaygısı mı yoksa biz meşhur olmak istemiyoruz mesajı mı?

BE: Kapaktaki resmin yarattığı etkiyi bozmak, gerçek yüzlerimizi göstermek istemedik. Biraz merak uyandırmış olabilir tabii.


YHT: Lise yıllarından beri ikili olarak müzik yapıyormuşsunuz. Şimdi o günleri düşündüğümüzde Türkiye’de “rock” müzik ve “rock” yapan gruplar bu kadar ortada değildi. Dinleyicisi de fazla değildi bu müziğin. Siz o günlerde bir albüm yapmayı, konserler vermeyi hayal edebiliyor muydunuz?

BE: Cem’le de çok yakın arkadaş olduğumuz için, gitar çalmaya başlar başlamaz grup kurmuş olduk aslında. 12-13 yaşlarındaydık daha. O yıllardan bu zamana kadar çeşitli arkadaşlarla çalıştık, farklı isimler bulduk, bazen farklı tarzlar denedik. Ama ikimizin de ortak düşüncesi hep şuydu; bizim beste yapmamız lazımdı. O dönemde içinde bulunduğumuz ortamda genellikle “nu-metal” dinleniyordu. Gruplarda yaygın olan sevilen şarkıların “cover”larını yapmaktı. Böylece daha kolay İlgi çekiyorlardı. Ama biz bundan kaçınmamız gerektiğini düşündük. Bu yüzden zaman kaybettik ama hiç pişman olmadık beste yapma kararımızdan.

En başından beri albüm yapma fikrimiz vardı. Şimdi düşününce tuhaf geliyor o yaşlarda bu kararı vermek ama hep hedefimiz buydu. Ancak o dönemde Haluk Levent ve benzerlerinin ağırlığı vardı “rock” müziğinde. Neo “Anadolu-rock” baskındı. Aslında Teoman ve Şebnem Ferah şehirli “rock” yapılabileceğini gösteren isimler oldular. Onlar bu yolu açtı ve “Biz de yapabiliriz” fikrine onlar sayesinde ulaştık. Birçok açıdan eleştirsem de Teoman’ın “rock” müziğe bu konudaki katkısını inkâr edemem.

HİÇ SAHNEDE ÇALMADIK!


YHT: Albümün hikâyesi nedir? Öneri kimden geldi? Nasıl yollardan geçtiniz We Play’e (albümü yayımlayan yapım şirketi) varmadan önce?

BE: Biz hiçbir yerde, sahnede çalmadık. Bunu özellikle istemedik. Bu konuda çevremizden de çok baskı gördük. Ama bugün doğru yaptığımızı daha iyi anlıyoruz. Çünkü “cover” çalmak zorunda kalacaktık. Bize dediler ki kendi bestelerinizi de araya sıkıştırır, çalarsınız. Bunun da formülü buymuş. Kendi şarkımı çalacağım da kimse umursamayacak ki, güme gidecek çalsam bile. Çünkü oraya insanlar eğlenmeye gelmiş, siz bildikleri şarkıları çalıp onları eğlendiriyorsunuz. Bir anlamda emeğinizi eğlenceye meze ediyorsunuz. Bu bize doğru gelmedi hiç. Onun yerine eve kapanıp şarkı yazmayı tercih ettik. Şarkılar iyiyse zaten bir gün insanlarla sahnede de paylaşabiliriz diye düşündük.

Yaygın eğilimin aksine “cover” için sahneye çıkmayan, albüm yapmadan önce barlarda çalmayan bir grubun katıldığı ilk televizyon programında programın o geceki konsepti gereği “cover” bir şarkı söylemek zorunda kalmasını röportaja başlamadan önce konuşmuştuk. İki gün önce Okan Bayülgen’in programına katılmışlardı ve ben o gece grubun doğrudan doğruya hedef kitlesi ile tanışacağını ve haliyle ilgi uyandıracağını düşünmüş, bunu da “blog”a yazmıştım.

Ne çare ki kendi şarkılarını değil, “Uykusuz Her Gece”yi söylemeleri, üstelik de şarkıyı programdan bir kaç saat önce çıkarmaları, haliyle pek de başarılı olmayan bir sonuç doğurmuştu. “Disko Kralı” gibi bir programda canlı performans yapabilecek olmanın şansı ne çare boşa gitmişti. Televizyonculuğa uzak yakın bulaşmış biri olarak şarkı ve şarkıcıların aslında programların sadece birer malzemesi olduğu gerçeğini hep unutuyor olmam tamamen benim safdilliğimdi elbette.


BE: 2010 yılında yüksek lisans yapmak için Paris’e gittim. Orada geçirdiğim sürede elimizdeki malzemeyi toparlama fırsatım oldu. Steril bir ortamda eve  kapanıp şarkıların son hallerini hazırladım. Buraya döndükten sonra da düzenlemelere çalıştık. Stüdyoda birkaç ay boyunca çalışma temposuna girdik. Elimizde bir “demo” kayıt oluşunca We Play yapım şirketiyle temas kurduk. İlk gittiğimiz gün şarkıları dinlettiğimizde anlaşma yapmış gibi olduk çünkü çok beğendiler çalışmalarımızı. Nisan 2011’de de albüm kayıtlarına başladık.

YHT: Şu anki müzik piyasasında yeni şarkıcıların ya da grupların bir yapım şirketi tarafından finanse edilmeleri pek görülmüş şey değil. Siz bu işi nasıl hallettiniz? Masrafları siz mi karşıladınız, yapım şirketi mi?

BE: Yarı yarıya denebilir. Taşın altına elimizi beraber koyduk diyebilirim.

“ROCK” MÜZİĞİN TECAVÜZE UĞRADIĞI BİR DÖNEM…

YHT: Yabancı müziği bir kenara bırakırsak, Türkiye şartlarında yaptığınız müziğin en çok Rashit grubuna yakın olduğunu düşündüm ben. Nasıl tanımlarsınız yaptığınız müziği?

BE: Bu işin yenilikçi bir iş olup olmadığının zamanla ortaya çıkacağına inanıyorum. Çünkü bir grup için ilk albümünde tam olarak bir “sound” oturtmak, bir yenilik yapmak zor. Bir kere Türkiye şartlarında arkamızda büyük bir finansman desteği olmazsa, istediğiniz “sound” için gerekli stüdyo ve ekipmana ulaşmanız zor. Biz bu albümde elimizdeki kısıtlı imkânlarla bir şeyler yapmaya çalıştık. Yine de uğraştık ve sanırım bir fark var. Buna karşın yepyeni bir müzik yaptığımızı söylemek yanlış olur. “Rock” müziğin tecavüze uğradığı bir dönemde “rock”ı geri getirme çabasında olduğumuz söylenebilir.

Bence önemli olan tavır. Yaptığınız müzik tavrınızın ifade aracı aslında. Mesela ben Nirvana dinlerdim. Baktığınızda hiç de komplike bir müzik yapmıyorlar. Hatta liseli gençlerin öfkesinin dışa vurumu gibi şarkıları. Ama öyle bir tavırları var ki ondan etkileniyorsunuz. Bu anlamda bizim de bir tavrımız olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci albümde bunu daha çok gösterebileceğiz. 

YHT: “Rock” müziğin tecavüze uğramasından kasıt arabesk ve alaturka unsurların ön plana çıkması olsa gerek. Sizin albümünüzde bu unsurlar hiç yok. Bunu özellikle reddettiğiniz söylenebilir mi?

BE: Yarı doğulu, yarı batılı bir ülkede yaşıyoruz. Bunu inkâr edecek değiliz. Zaman zaman aklımıza alaturka melodiler de gelebilir; geliyor da nitekim. İyi bir şeyse, samimi bir şeyse “Bu alaturka oldu, bunu kullanmayalım” demeyiz. Ama bu albüm sürecinde ortaya çıkanlar bunlardı.

Yalnız şunu söyleyebilirim ki kesinlikle planlı programlı şarkılar yapmayacağız. Yani “öyle bir şey yapalım ki alaturka olsun insanları koparsın vursun yürüsün gitsin” gibi değil. Bunu hile diye adlandırıyorum ben. Mesela kemanı, udu, darbukayı koyarsınız düzenlemelere, şarkıların kolay algılanmasını sağlarsınız. Ama bizim böyle bir tavrımız yok. Niye ud olsun ki bizim müziğimizde? Bir açıklaması yoksa bana anlamsız geliyor.

Bir de son zamanlarda “rock” müzikte bir yaşlılık edebiyatı yapılıyor. “Bizden geçti artık,” teması işleniyor. Buna anlam veremiyorum. Gencecik adamlarsınız, bu nedir böyle? “Bizden geçti artık hadi rakı içelim” demek bana sahte geliyor.

YHT: “Anason” şarkısındaki gibi mi yani?

BE: Zakkum grubu kötü müzik yaptığı için söylemiyorum bunları. Mesela Zakkum’un ilk albümünde “Hipokondriyak” diye inanılmaz bir şarkı vardır. Ne yazık ki “Anason”la başarılı oldular ve dikkat çektiler. Eminim kendileri de çok memnun değillerdir bu durumdan. Şöyle bir soru sorulabilir mesela; sen “Anason”u yapan grup musun yoksa “Hipkondriyak”ı yapan grup mu? Bir popülerlik yakaladılar ve iyi de oldu aslına bakarsanız ama inşallah “Hipokondriyak” gibi şarkılara da devam ederler bundan sonraki süreçte.

AİLE BASKISI

Karlı bir İstanbul sabahında, kardan arabayı çıkarmak mümkün değilken, sıkı sıkı giyinip karların içinde bata çıka markete gitmeye çabalarken, satın alıp da İpod’a attığım, ama nedense henüz hiç dinlemediğim “Gazino” albümünü seçmiştim bu şehrin ortasında doğayla mücadele macerama eşlik etsin diye. Daha ilk şarkıda kulak kesilmiştim çünkü şarkı sözlerinde, grubun müziğinde başka bir yol, yön vardı. Giderek ana akıma yaklaşan Türkçe “rock”a çok ciddi ve çok genç bir alternatif.

O gün alış verişi tamamlayıp eve dönene dek bazı şarkıları başa alarak dinlediğim albüm bende “acilen bu grubu bulmalı, tanımalı ve röportaj yapmalıyım” hissi uyandırmıştı. Daha fazla insan duymalı, dinlemeliydi bu grubun müziğini. Nitekim çok zaman geçmemiş, birkaç gün sonrasında işte şimdi röportaja oturmuştuk. Bir şarkı, bir şiir, bir roman yazmış, bir film çekmiş, bir resim boyamış, bir heykel yapmış adama “Bu şimdi neyi anlatıyor?” diye sormak büyük aptallık şüphesiz. Ne ki şarkılar üzerinde tek tek konuşmazsak olmazdı. Biraz deşmez, şarkı cümlelerinin neredeyse tamamına sinmiş o muhalif tavrın gerçekliğini sorgulamazsam bu röportaj eksik kalırdı. Ben de öyle yaptım. 


YHT: ”Bayma”da anneye, babaya, aileye karşı çıkış var. Ne kadar iş güç sahibi olsak, otuz kırk yaşına gelsek, hatta evlenip barklansak da bitmiyor galiba aile baskısı denen şey. “Bayma, hayatımı karartma” demek bu kadar kolay mı peki?

BE: Kesinlikle kolay değil ama bunun bir şekilde söylenmesi lazım. Türkiye’de yıllardır “rock” müzik yapılıyor ama aile baskısını anlatan vurucu bir şarkıya hiç rastlamadım. Şu da var ki “rock” müzik Türkiye’de genellikle ekonomik durumu iyi olan ailelerin çocukları tarafından yapıldı bir dönem. Çünkü onlar gitar alabiliyorlardı, ekipman alabiliyorlardı. Alt orta sınıfın böyle bir imkânı yoktu. Biraz belki bununla da bağlantılı olabilir ama şunu da biliyorum ki ekonomik durumu iyi ailelerde de aile baskısı denilen şey var. Hatta o kesimde daha çok var çünkü ailelerin vizyonu daha açık ve beklentileri daha yüksek. Bu şarkıda bunu vurgulamak istedik.

ÖRTÜLÜ CİNSELLİK

YHT: ”Yapay Cennetler”de gece hayatının yozlaşmış yüzüne çok açık göndermeler var. Hemen ardından gelen “Abaza”  ve “3 Gram”da onunla bağlantılı biraz. Hem yaş hem de konum itibariyle gece hayatının tam ortasında durabilecekken, “abaza” ablalar ve kızlardan ziyadesiyle nasibinizi alabilecekken, neden bu tepki?

BE: O üç şarkıda da örtülü cinsellik var evet. Gece hayatında bir sahtekârlık var. İnsanlar bir yerlere gidip birbiriyle hoşça vakit geçirmiyor, poz kesmeye çıkıyorlar. Toplumsal hayattaki roller gece hayatının atmosferinde de devam ediyor. Biz de çıkıp eğleniyoruz ama ben durumdan hoşnut değilim. Kurallar ve tabularla baskı altına alınan cinselliğin bu duruma etkisi olduğunu düşünüyorum. En eğitimli olanımızda bile içselleştirilmiş bir muhafazakârlık var ve hepimiz mutsuz yaşıyoruz bu yüzden. Mesela feminizm kavramını baştan tartışmalıyız. Feminizm “kadın ve erkek eşittir”den öte bir şey çünkü, ama maalesef bizde bu kafa karışıklığı var.


YHT: Bir de şu “abaza” ve “abazan” meselesi var. Şarkıda “abaza” olarak kullandığınız tabirin aslında “abazan” olduğu yazılıp çizildi sosyal medyada. Abhazyalılar’ın bundan alınması an meselesiydi hatta.

BE: Aklı fikri yeri olan birisi şarkının Abhazyalılarla uzak yakın ilgisi olmadığını zaten anlar. Biz orada kelimeyi gündelik dilde kullandığımız gibi kullandık. Doğrusu “abazan” evet ama öyle yazsaydık sahtekârlık olurdu çünkü biz o kelimeyi sokakta nasıl kullanılıyorsak şarkıda da öyle kullandık, öyle yazdık. İmladan notumuz kırılmasın diye sahte bir özen gösteren öğrencilerden farkımız kalmazdı aksi takdirde. Benim imladan notumu kırsınlar, umurumda bile değil.

Sanki birileri oturuyor bu albümden ne çıkarabiliriz diye düşünüyor ve diğer 12 tane şarkıyı bile dinlemeden bir şarkının ismine takılıyor. “Hah işte bir hata buldum,” diyor. Ama şunu hiç düşünmüyor; acaba bu adamlar bu hatayı bilerek yapmış olabilirler mi? Bir de bunu söyleyenler yıllardır “rock” müziğe gönül vermiş, çocukluğumdan beri takip ettiğim insanlar. Bana “Doğrusu bu, doğrusu bu,” diyorlar ve ben hayal kırıklığı yaşıyorum. “Vay be!” diyorum, “siz bile bu kadar baskıcı mısınız?”

VAMPİR, TÖRENİN TA KENDİSİ

YHT: ”Vampir Töre” de çok ilginç bir şarkı. Töre konusunu vampir mevzuuyla bağdaştırmak enteresan olmuş. Şimdi bu tür şarkılar yazıldığında hep en çok inandırıcılığı sorgulamışımdır ben. Mesela bazı şarkılar bana hiç inandırıcı gelmez. Yani “benim sosyal sorumluluklarım var, işte ben “rock”çıyım böyle şeylerden bahsetmeliyim” deyip de yazılmış gibidir. Töre meselesi ne kadar dokunuyor/dokundu sizin hayatlarınıza?

BE: Bir haber görmüştüm. On dört yaşında bir kıza öz amcası tecavüz ediyor, sonra aile meclisi toplanıyor ve kıza bir ip verip kendini asacaksın diyorlar. Bunun savunulacak hiçbir tarafı yok. Politikacı olsam bu konuda bir yasa çıkarmak için elimden geleni yapardım ama olmadığıma göre benim yapabileceğim şey şarkı yazmaktı. Kendimi o kızın yerine koydum.

Aslında sadece o kız değil, o aile de onunla aynı kaderi paylaşıyor. Çünkü öyle bir dünyaya doğuyorlar. Biz bir kurban bulup onu suçluyoruz ama aslında suçlu da kurban. “Vampir Töre”de kardeşine kıymış bir delikanlının ağzından anlatılıyor yaşananlar. Aslında o da kurban. Suçluyu bulup yok edince sorun çözülecek sanıyoruz. Kendimizi rahatlatıyoruz. Burada bütün toplum suçlu aslında. Bu şarkı biraz da onu eleştiriyor. Vampir oradaki aile ya da eline silahı alan değil, törenin ta kendisi. Bunu “töre cinayetleri bitsin, artık böyle şeyler olmasın” gibi cümlelerle anlatmak bana samimi gelmiyor. Ben hikâyeyi tersten anlatmayı denedim bu yüzden. Kardeşini öldüren gencin ağzından anlattım töreyi.

YHT: Siyaset bilimi eğitimi almış olmanın şarkı yazarlığına bir etkisi olduğunu düşünüyor musun?

BE: Etkisi yoktur diyemem, mutlaka vardır. Ama ondan öte benim liseden beri içinde bulunduğum arkadaş gruplarım var. Çok entelektüel, çok bilgili arkadaşlarım var. Onlarla bir araya gelip uzun uzun sohbet ederiz. Ben üç okuduysam, otuz da onlardan öğrendim diyebilirim. İnsanın kendini geliştirmesi için bir şeyler okumuş olması yetmiyor. Ben tersten düşünüyorum olayı. Siyaset bilimi okumuş bir adam olmaya layık olmaya çalışıyorum ben.

ORTADA İĞRENÇ BİR SAVAŞ VAR


YHT: Albümdeki en sert sözlü şarkılardan biri “Benden Fayda Gelmez”. Bir taraf olmayı toptan reddetmek bir çözüm olabilir mi? Bu şarkı bunu mu öneriyor?

BE: Ortada bir savaş var. Ortada bütün savaşlar gibi iğrenç bir savaş var. Bir çok değişik bileşen de var belki ama nihayetinde bu savaşın iki de tarafı var; Türk ve Kürt tarafı. Gerçi bu şarkı dünyanın herhangi bir yerindeki bir başka savaşı da anlatıyor olabilir. Ama bu şarkıyı yazarken elbette Güney Doğu’da yaşananları düşündüm.

Bir tek tarafın bakış açısıyla yazılmadı bu şarkı. Bir Türk gencinin hayatı da olabilir bir Kürt gencinin hayatı da. Çünkü ikisi de aynı şeyi yaşıyorlar aslında ve ne uğruna savaştıklarını bile bilmiyorlar. Beyinleri yıkanıyor ve birer ölüm makinesine dönüştürüyorlar. Ben bu konuda taraf tutmuyorum. Sadece bu savaşa karşıyım.

Türkiye’de kalıplaşmış bazı söylemler var. Mesela ben “anti-militarist”im diyorlar. Bu ülkede vicdani reddi savunan insanlar var. Bence gerçek “anti-militarist” onlar. Yoksa “darbe olmasın” demekle “anti-militarist” olunmaz. Bu şarkı “anti-militarist” mi? Evet, o kategoriye sokulabilir. Ama “ben orduya karşıyım” gibi klişe söylemlerden de nefret ediyorum, derdimi de böyle anlatmadım zaten.

“AAA PİS SAPIK, MEMELERİME BAKTI!”


YHT: ”Dekolte” muzip ve esprili bir şarkı. Albümün geneli içinde de daha az sert duruyor. Nedir hikâyesi?

BE: Biraz “Ali Desidero” tadı alıyorum ben o şarkıdan. Aslında bu da yine örtülü cinsellikle ilgili bir şarkı. Bir erkek ister eğitimli, ister eğitimsiz olsun karşısında dekoltesi olan bir kadın gördüğünde bakar. Bu erkeğin doğasında vardır. Ben bunu dükkânında oturan bir esnafa uyarladım.

Mahalleden bir kadıncağız geliyor dükkâna ve mahalle adabına göre biraz uygunsuz giyinmiş. Adam ister istemez bakıyor ama bir taraftan da mahcup oluyor. Hani şey derler “Aaa pis sapık, memelerime baktı!” Ama bakılacağını sen de biliyorsun. Erkekler bakar çünkü. Bir de şu “okumuş etmiş, zengin, yakışıklı bir adamın memelerime bakma hakkı var da sen pis bir esnaf olarak memelerime bakamazsın” durumu var. O bakarsa iltifat, öbürü bakarsa cinsi sapıklık. Oysa arasında bir fark yok. Ortada bakılacak bir şey varsa herkes bakar.

“UCUBE” KİM?


YHT: Bence kıyamet son üç şarkıda kopuyor ve ardı ardına epeyce gönderme yapıyorsunuz bu üç şarkıda. Bu zamanda bu sözleri söyleyebilmek cidden cesaret, öncelikle kutlarım. Tabii eninde sonunda birileri fark edecek ve size “bu şarkıda şu kişiye mi sesleniyorsunuz” diye sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Mesela ben sormuş olayım; “Ucube Sensin” Başbakanı mı hedef alıyor?

BE: Tabii ki. Ama Başbakanın şahsıyla hiçbir derdimiz yok bizim. Onun şahsını anlatmıyor bu şarkı. Devleti anlatıyor aslında. Çünkü o, şu anda devletin görünen yüzüdür sadece. Yarın bu bir başkası da olabilir.

Devletler bunu hep yaparlar. “Bu devlet iyidir, şu devlet kötüdür” diye bir şey yok. Aslına bakarsanız Tayyip Erdoğan’la Berlusconi aynı adam, ya da ne bileyim Bush aynı adam. Devlet denen mekanizma sadece Türkiye’de değil, her yerde sanata ve ifade özgürlüğüne karşı. Çünkü ifade özgürlüğü ve sanat devletin varlığına bir tehdit ve devlet işine gelmediği anda bu tehdidi en “brutal” şekilde ortadan kaldırabiliyor. Tıpkı Kars’taki o heykelin ortadan kaldırılması gibi.

Bu heykel yıkıldı. Ben onun toplantılarına filan da gittim. Bir sürü buna karşı olan insan vardı. Türkiye’de bu heykelin yıkılmaması için baskı uygulayabilecek bir sürü odak vardı. Sanata destek olan bir sürü holdingler filan... Ama heykel yıkıldı. Peki neredeydiler? Türkiye’de belli odaklar sesini yükseltebilselerdi o heykel yıkılamazdı. Bu heykeli biz hep birlikte yıktık. Suça hepimiz ortak olduk.

YHT: Peki bu kadar açık sözlü olmak bu zamanda, içinden geçtiğimiz bu günlerde tehlikeli değil mi? Korkmuyor musunuz bundan?

BE: Zaman zaman kendi aramızda konuştuğumuz oldu. Elbette korkmuşuzdur çünkü korkmak insanın doğasında var olan bir şey. Ama asıl mesele, korktuğun halde yapabilmek. Yoksa korkmuyorum diyen yalan söyler. İnsanın en doğal dürtülerinden biri korku. İnsan kendinden ziyade eşinin dostunun ailesinin başına bir şey gelmesinden korkar. Ama korkunun üzerine gidelim istedik. Ben söylemezsem, siz söylemezseniz, kim söyleyecek?

YHT: Ama bu şarkıları radyoların, televizyonların yayınlamayacağı gerçeği de var bir taraftan. Albümü basacak firma bile bulamayabilirdiniz.

BE: Bize “Deli misiniz?” diyenler oldu. Ama ben tüccar değilim. Ben yazdıklarımı piyasaya sürmeden önce oturup piyasa analizi yapamam. Aman yayınlarlar mı, yayınlamazlar mı diye düşünemem. Onu tüccarlar düşünsün. Ben sanatçıyım. Bu konuda yapımcı firmamıza teşekkür borçluyuz zira bizi tamamen özgür bıraktılar. Başka bir firma olsaydı buna kesinlikle izin vermezlerdi. Albümü bu haliyle benim tanıdığım hiçbir firma basmazdı.


Ne söylediğini, neyi savunduğunu iyi bilen şarkıların yazarı genç adam, yazdıklarının altını anlattıklarıyla da doldurmuştu röportaj boyunca. Birazdan akşam bastıracak, bahardan kalma güne Şubat ayının ıslak ayazı vuracak, şehrin caddeleri sıradan bir Pazartesi gününün iş dönüşü trafiğine teslim olacaktı. El sıkışıp bir daha görüşme dilekleriyle ayrıldık. Sonra ben gazino iken hiç girmediğim o binaya, market olduktan sonra ilk kez girdim.

Ne Muazzez Abacılar, ne Emel Sayınlar, ne Gönül Yazarlar gelip geçmiş, ışıltılı assolistlerin şu duvarlarda yankılanan sesleri Marmara’nın sularına kim bilir nasıl dökülmüştü. Her köşe başına yeni bir toplu konutun, alışveriş merkezinin “residence”in dikildiği, kentin tarihinin ve kültürünün görülmemiş bir katliamla yok edildiği, yağmalandığı şu günlerde bu binanın market olmasına yazıklanmak yerine, hâlâ burada durduğuna sevinmeliydim belki de.


Bugün bir gazinoyu özlemiş, bir başka Gazino’yla tanışmıştım. Elimde market poşetleri, kafamda dönüp duran Gazino şarkılarıyla arabaya binerken devamı çekileceği belli bir Hollywood filminin son sahnesindeki gibi belli belirsiz gülümsüyordum.

ŞUBAT 2012