Gökhan Türkmen Röportajı

"DAHA İYİSİ, DAHA İYİSİ..."


En sık kullandığı kelimeler “birazcık” ve “mevzu”. Konuşurken çok heyecanlı, çok içten ve çok gerçekçi. Popüler olmanın getirdiği sözünü sakınma refleksi sıfır ki buna pek ender rastlarım, özellikle de karşımdaki beni bir “röportaja gelmiş gazeteci” yerine koyuyorsa. Kırk yıldır ahbap olduklarımın bile kayıt cihazını açtığımda başkalaştıklarını görmüşlüğüm vardır. Sanırım Gökhan Türkmen sahiden röportaja gelmiş bir gazeteci ile konuşuyor olsa da bundan farklı konuşmazdı. Dedim ya, “çiğ yemedim ki karnım ağrısın” tavrında, içten ve dürüst bir genç adam. Bu yüzden de sözünü hiç kesmedim, kısa cevaplar versin diye yönlendirmedim onu. İçinden geldiğince anlattı, ben de dinledim. Sonra baktım röportaj 97 dakika sürmüş. Kağıda dökmesi kaç dakika (kaç saat) sürdü, onu varın siz hesaplayın.


Gökhan Türkmen’le Göksu’daki evinin bahçesinde, yağmurda ıslanmış bir Eylül sonu Cuma öğleden sonrasının serinliğinde, müzikten, onun müzik yolculuğundan, arada müzik sektöründen ve daha fazlasından konuştuk. Sonra ben yine birlikte fotoğraf çektirmeyi unuttum ve aşağıda gördüğünüz fotoğrafı röportajdan dört gün sonra Zorlu PSM Studio’da vereceği konser öncesi kuliste çektirebildik ancak. Neyse, fotoğraf bahane… Siz anlattıklarını okuyun.       


YAVUZ HAKAN TOK: Üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra, son albümünüz “Sessiz”e şöyle bir dışarıdan baktığınızda ne düşünüyorsunuz şimdi?

GÖKHAN TÜRKMEN: Çok içime sinen bir albüm olmuştu çünkü çok uğraştık. Bütün albümlerle çok uğraşıyoruz ama bunun kapağıydı, içeriğiydi, yeni bir şey denemiştik, onun acabası, kaygısı vardı. Çok alternatif bulundu tabii albüm, onu açık açık söylemek lazım. Ama bu benim canımı sıkmadı, hatta hoşuma gitti. Çünkü zaten amacım biraz daha alternatif bir şeyler yapmak, klişe olan şeylerin dışında çıkabilmekti. Bu ne kadar tiraja, dinlenilmesine biraz etki etse de… O zamana kadar beni dinleyen kesim birazcık afalladı tabii. İlk albümlerdeki “Dön”leri, “Büyük İnsan”ları, “Biraz Ayrılık”ları bekleyen bir tayfa vardı. Onlar da haklı, bir şey diyemiyorum ama benim kariyer planlarımda her zaman üzerine bir şey koymakla alakalı bir düşüncem var. Dinlediğim müzik de, kafamdaki müzik de başka bir yere gidiyor zamanla, ürettiğim şeyler de öyle.


YHT: Türkiye’de insanları bir kalıba sokma gayreti vardır bir de hep. Oyuncuysa hep aynı rolü oynasın, şarkıcıysa hep aynı şarkıyı söyleyin, aynı tarz müzik yapsın.

GT: Aynen. Bir şarkı tutunca o şarkının aynı armonik yapısında, üzerine başka melodiler ve başka sözler koyarak yeni şarkı yapılmasını bekleyen çok insan var. Öyle müzik yapan da çok var. Yüz bin tane aynı şarkısı var adamın mesela. Çok ilginçtir ki kendisi de sıkılmıyor bundan. En tuhaf gelen şey de bana o. Dinleyen sıkılmayabilir, hoşuna gidiyordur. Herkes müzisyen değil sonuçta. Ama bunu üreten adamın sıkılmaması, kendisinden sıkılmaması, tipinden, hareketinden… Ben aynı şeyleri söyleyince kendimden sıkılıyorum ya da aynı imajla birkaç ay devam edince, “Değiştireyim artık şu saçımı sakalımı,” diyorum mesela. Tercih meselesi herhalde, bilmiyorum. Belki insanlar bunun sayesinde kazandıkları paradan, maneviyattan hoşnutlardır, o yüzden değiştirip risk almak istemiyorlardır. En basit örneği Tarkan bunun yani. Bana ilginç geliyor. Bu benim tercihim. Herkesin kariyer planlaması farklı, buna kimse karışamaz. Tarkan’ı eleştirebilirim bu konuda ama bu benim fikrim olur. Tutup da Tarkan’a “Ne biçim albüm yapmışsın,” diyemem. Onun tercihidir, risk almak istemiyordur. Tarkan değil bir başkası da olabilir bu. Bir üne sahiptir, onu kaybetmek istemiyordur. O zamana kadar harcadığı bir emek vardır. Ben bu risklere girebilen bir adamım, başından beri hep de öyle oldum. Çünkü gerçekten her şeyden çok çabuk sıkılabilen bir adamım ben. O yüzden de benim için hayat içerisinde bir şeylerin değişim içinde olması güzel.



YHT: Değişim yaratmak da ayrı bir çaba istiyor olsa gerek öte yandan?

GT: Ben her albümümdeki çıkış şarkılarını seçerken de buna çok özen gösterdim. İlk albümde “Yan Sen” ile çıkmıştım, ikinci albümde de “Rüya” ile çıkacaktık, ben istemedim çünkü hep aynı kafayla ilerliyormuşum gibi olacaktı. O yüzden “Biraz Ayrılık”la çıkmak istedim. “En Baştan” albümünde “Sen İstanbul’sun”la çıkış yapabilirdim. Bir önceki albümdeki  “Bitmesin”in yarattığı algıyı devam ettirebilirdim. Çünkü “Bitmesin” benim dönüm noktam oldu. O zamana kadar güzel gelmiştim ama “Bitmesin” bir kesimi daha aldı, biraz daha popüler bir şarkı oldu. “Sen İstanbul”la onu devam ettirebilirdim ama ben “Çatı Katı” gibi farklı bir şarkıyla çıkmak istedim. İstedim ki farklı bir şey yapmış olayım ve o aradaki iki sene boşa geçmiş olmasın. İki sene ara veriyorum ve iki sene sonra hâlâ aynı yerde duruyorsam orada bir sıkıntı var demektir. Çünkü sanat böyle bir şey. Her gün, her ay, her yıl kendini geliştirmen gereken bir şey. Ara verdikten sonra yaptığım şey benim için o ara verdiğim süreyi anlattığım bir şey aslında. O sürede ne yaptın, neler yaşadın, neler hissettin? “Sessiz” albümünün çıkış şarkısı “Öyle Güzel ki” de biraz farklı geldi insanlara. Haklılardır, ben “Nasıl beğenmezler?” demedim zaten hiçbir zaman. Ama ben görevimi, kendi içimde yapmak istediğim şeyi yapmış oldum.



YHT: ”Sessiz” albümünden en son “Aşktır”a klip çektiniz. Başka klipler de olacak mı bu albümden?

GT: Bu albümdeki bütün şarkılara klip çekmek istiyorum. Çünkü şunu anladım ki ben, klip bir şarkının reklam filmi. Bir ürün ortaya koyduğunuzda nasıl reklam filmini çekmezseniz o ürün fazla bilinmiyorsa, şarkılar da maalesef o noktaya geldi. O yüzden şarkıların “reklam filmlerini” çekmem lazım ki insanlar televizyonda görsün ve “Aaa güzel şarkıymış aslında,” desin. Klip olmadan insanlara şarkılara o fırsatı vermiyorlar.


YHT: Radyolar da çalmıyor.

GT: O ayrı bir mesele zaten. Artık şarkı keşfetmek, şarkı bulmak gibi bir şey kalmadı. Ben çok radyo dinleyen biriydim, dershane zamanı, okul zamanı… Televizyondan çok radyo açık olurdu sabahtan akşama kadar benim evimde. Şarkı keşfeden radyocular zamanını birazcık yakaladım dinleyici olarak ama maalesef benim şarkılarıma denk gelmedi.



YHT: Peki en başa dönelim. Müziğe karşı ilk ne zaman ilgi duymaya başladınız?

GT: Benim aynı apartmanda oturduğum Engin diye bir arkadaşım vardı. Pusetten arkadaşım, öyle söyleyeyim. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi, sürekli birlikteydik. O gitar çalmaya başladı.


YHT: Kaç yaşlarında oluyor bu?

GT: 14 yaşlarında filan. 1997 yılı. Arkadaşınız olduğu için ilginizi çekiyor tabii, gitar çalıyor, şarkı söylüyor. Elime aldım bir gün gitarı. Tıngırdattım filan, güzel geldi. Çalabileceğimi hissettim. Çalışmaya başladım sonra, akorlar buldum, parmaklarımı koymayı filan öğrendim. Annem de bana bir gitar aldı.



YHT: Şarkı söyler miydiniz o zamanlar?

GT: O zamana kadar kendi kendime bile şarkı söyleme durumum yok. Gitar çalmaya başladığım zaman kulağım olduğunu, şarkı söyleyebildiğimi fark ettim. İlk çaldığım şarkı Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar”ıdır. Çok kolay ya o şarkı, üç akor filan. Yaşar’ın “Divane” şarkısı sonra. Onlarla başladı. Bir baktım şarkı da söylüyorum ben. Ama bu beni yine de heyecanlandırmadı. Başkalarına ait bir şeyi yapmak, kendi ürettiğin bir şeyin altına imza atmamak… Tamam, güzeldi, keyifliydi ama ne zaman kendi şarkılarımı yapmaya, var olmayan bir sözü, besteyi ortaya çıkarmaya başladım o zaman ben hayal kurmaya başladım.



YHT: Şarkı yazmaya ne zaman başladınız?

GT: 16 yaşındaydım. Sözü müziği bana ait olan ilk şarkım “Yaprak” diye bir şarkıydı. Ondan öncesinde 0 resim de yapıyordum. Çok iyi resim yapıyordum, ilkokul öğretmenim benim ressam olacağımı düşünüyordu hatta. Ama bakarak resim yapabiliyordum, kendi hayalimden bir doğa resmi, bir portre çizemezdim. O yüzden de beni heyecanlandırmadı hiçbir zaman. Denedim, olmadı. Ama müzikte denedim, oldu.



YHT: Birilerinin önünde ilk ne zaman şarkı söylediniz?

GT: Ailemin karşısında zaten söylüyordum ama birilerinin karşısında ilk söylemem ortaokulda. Ortaokul son sınıfta bir boş dersimize gitar çalıp şarkı söyleyen bir öğrencisini getirmişti müzik öğretmenimiz. Hatta Mirkelam’ın “Hatıralar”ını söylemişti. Gidip hocaya “Hocam ben de gitar çalıyorum, şarkı söyleyeceğim,” dedim. Bunu nasıl yaptığımı hiç hatırlamıyorum çünkü normalde benim öyle bir girişimde bulunmam, o sıradan kalkıp, buna kendimi hazırlayıp, gidip hocaya söylemem imkânsız bir şey yani. Benim için inanılmaz bir çılgınlık. Gittim, söyledim. Çok da şaşırdı hoca. Çünkü o zamanlar öyle gitar çalan fazla yok, şimdi herkes çalıyor. Zaten bütün okula yayıldı sonra benim gitar çalıyor olmam. “Gökhan gitar çalıyormuş abi!” gibi bir durum oldu bir anda ve ben bir anda okulun popüler çocuğu oldum. O zaman kadar sesi çıkmayan, arka sıralarda oturan, çekingen, utangaç bir çocuktum. Üç tane şarkı söyledim o gün. Millet delirdi. Kendime güvenim geldi birden. Orada başladı mevzu.



YHT: Sonra kafa-bar müzisyenliğine nasıl döndü bu iş?

GT: Daha çok kuzenimle birlikte yazıyorduk o zaman şarkıları. O daha çok söz yazıyordu, ben besteleri yapıyordum. Kuzenim de “Büyük İnsan”ı yazan Serkan (Söylemez.) Sonradan Serkan da gitar çalmaya başlayınca biz dedik ki gidelim bir yerlerde program yapalım, para kazanalım. Öğrenciyiz çünkü o zaman. İstanbul Üniversitesi’nde okuyordu Serkan. Üniversitenin oralarda Konak Kafe, Elit Kafe filan bir yerler vardı. Hatta Onur Mete’de oralardan çıkmadır. Oralarla konuşuyoruz, anlaşıyoruz, bir yerden kovuluyoruz başka bir yere gidiyoruz. Komik fiyatlara çıkıyorduk sahneye ama çok hoşumuza gidiyordu, keyif alıyorduk. Üç dört saat filan kalıyorduk sahnede. Kafamıza göre çalıyorduk, arada kendi şarkılarımızı çalıyorduk.



YHT: Zordur aslında kafelerde, barlarda şarkı söylemek.

GT: 17 yaşındayız ve bize çok güzel geliyordu. Kendi paranı da kazanmak güzel geliyor bir taraftan. 17 yaşında babamdan artık para istememeye başladım. Üniversiteye gittim, orada da çaldım. Daha profesyonel olmaya başladık, mekân sahipleriyle para filan konuşmaya başladık. Keyif aldığımız için yaşadığımız sıkıntılar çok da büyük sıkıntılar gibi gelmiyordu bize.



YHT: Müziğe dair hayaller kurmaya başlamış mıydınız o dönemde? Albüm yapayım, tanınayım filan…

GT: “Büyük İnsan” parçasını Serkan internete koyduktan sonra çok güzel tepkiler almaya başladı. O zamana kadar benim hiç öyle bir hayalim yoktu. Benim bütün hayatım müzikle devam edecekti, başka bir iş yapamazdım. Onu kararlaştırmıştım kendi kendime. Ama bunun mevzusu nereye gider bilmiyordum. Konservatuvar merakı başlamıştı bir yandan da. Ama şöyle de bir durum var: Ailenizin size hep müziğin normal bir meslek olmadığını aşıladığı küçük küçük, pis pis laflar var. O laflar anne baba tarafından söylendiği için bilinçaltınızda bir yerlerde takılı kalıyor. Böyle olunca da “müzik bir meslek değil, bir hobi” filan diye kendi kendine saçma saçma düşünmeye başlıyorsun. E öte tarafta ablam var, kızın müzikle alakası yok, kulağı bile yok. Onu işletme okusun diye gazlama durumları var. Ben ablasına tapan bir adamım. Ablam figürü var benim için. Ablam okuyor, ben de okuyayım o zaman diyorum. Çünkü ilkokul, ortaokul, lise hep ablamın okuduğu okullarda okumuşum. Onun izinden gitme durumum var. Derken konservatuar düşüncesi yalan oluyor tabii bir anda. Size sorulmadan dershanelere yazdırılıyorsunuz filan.



YHT: Girmediniz mi konservatuar sınavlarına?

GT: Liseden sonra ben müzik öğretmeni mi olsam acaba, şarkı da veririm piyasaya, şarkı yapıyorum eyvallah ama müziği düzgün öğreneyim, çocuklar yetiştireyim kafasına girdim bir süre. Bunun için bir deneme yaptım. Marmara Üniversitesi’ne girmek istiyordum çok. Oradan bir hocayla konuşup iki aylık bir hazırlık süreci geçirdim. O çalışmayla yedeklere kaldım, az kalsın giriyordum. Bu benim biraz daha motivasyonumu sağladı açıkçası. Seneye girerim dedim. Ama bir yandan üniversite sınavında aldığım puanla da Kocaeli Üniversitesi Endüstriyel Yönetim bölümüne girebiliyorum. Hadi bakalım. Tam araftayım yani. Ne yapsam ne etsem? Kazanmışken okuyayım bari, iki yıllık nasıl olsa, mezun olduktan sonra tekrar denerim konservatuvarı dedim sonunda.



YHT: Ve endüstriyel yönetim okudunuz?

GT: İki yıl boyunca güzel de zaman geçirdim okulda aslında. Keyifliydi benim için. İyi ki gitmişim diyorum hâlâ. İki yıl sonra tekrar denedim. Opera sınavına girdim. İTÜ’nün, İstanbul Üniversitesi’nin, Sakarya Üniversitesi’nin konservatuar sınavlarına girdim, olmadı. Heyecan sorunu da var bende bu arada. Karşımda biri benim hatamı kollar şekilde bakınca…


YHT: Hele ki konservatuar sınavlarında.

GT: Ben sahnede bile öyleyim. Cins cins bakan birileri varsa ön tarafta ben salak oluyorum, görmezlikten geliyorum bazen. Bir heyecan sorunum var yani. Mesela Marmara’daki sınava bir gün önceden lisedeki hocamla çalışmıştım. Gayet iyiydim ama ertesi gün ben heyecandan şarkıyı unuttum. Neyse işte konservatuar mevzusu yalan oldu. E “Büyük İnsan” parçasına tepkiler çok güzel olunca sesime de güvenmeye başladım birazcık böyle.



YHT: O zaman internet kullanımı bu kadar yaygın değildi ama. Nasıl yayıldı o şarkı bu kadar?

GT: Değildi tabii. O dönem “Hayalet Sevgilim” İrem ve bir de Grup Seksendört patlamıştı internette. Biz de oradan bir gazla internete şarkı koyalım dedik. Hatta Serkan bana koyduktan sonra söyledi. Ve biz o şarkının yayılması için bayağı uğraştık aslında. Biz o zamanki bütün forum sitelerine yazdık. Google’dan tek tek çıkardık hatta forum sitelerini.



YHT: ”Self promotion” yaptınız yani bir nevi?

GT: Bayağı promosyon evet. Şarkı da güzel olunca bir şekilde yayıldı ve çok beğenildi. Bir anda YouTube’da beş milyon filan oldu şarkı ki o zaman YouTube öyle herkesin bildiği bir şey de değil. Ben o zaman hâlâ albüm yapma heveslisi filan değildim. Müzik öğretmeni olayım diyordum. Ön planda olmayı çok istemiyorum, utangaç bir adamım, yapabilir miyim bilmiyorum. E yeni çıkan insanları çok eleştiriyorum bunlar nasıl şarkıcı abi diye. Benim bir altyapım yok ve ben çıkınca aynı eleştiriyi bir başkası yapsa ne cevap veririm diye korkularım var. O yüzden öyle bir iddiam, kapı kapı dolaşmışlığım filan da yok. “İnternette şarkım beş milyon tıklandı, hadi bana bir albüm yapın,” gibi bir hevesim yok. Çok da şarkımız var bu arada. Serkan gazetecilik mezunu, ben de müzik öğretmeni olurum. Veririz piyasaya şarkı, öyle hayatımızı sürdürürüz, yine müzik yaparız yani. Ama bir yandan güzel tepkiler motivasyonumu arttırıyor, bir yandan şan dersi alıyorum, sesimi iyi hissetmeye başlıyorum filan. Yapabilir miyim bu işi diye de ufak ufak soruyorum kendime.



YHT: Bir de hani alkışa alışınca da duramaz sanki insan?

GT: Aynen öyle oldu zaten. Çok güzel tepkiler geliyor, “Bu nasıl şarkı, bu nasıl ses!” diye. Ben sesimden emin değilim, “Allah Allah, bir yanlışlık olmasın,” filan diyorum kendi kendime. Madem konservatuara giremiyorum, heyecanlanıyorum, o zaman bari kendi kendimi geliştireyim dedim. Şan dersi alayım, gitar dersi alayım. En uzun aldığım ders şan dersi oldu. Gitar dersini çok uzatamadım, sıkıldım. Bazı şeyleri bilince ve kendinize yetince üzerine çıkamıyorsunuz. Ama şan dersinde yetersiz olduğumu bildiğim için gaza geliyordum. Her öğrendiğim şey motivasyonumu sağlıyordu. Kendimi iyi hissetmeye, şarkı söyleyebildiğime inanmaya başlayınca ben bu müzik sektörünün dışından pişmeye çalışacağıma içine gireyim dedim. Bir albüm çıkarayım. Haddimi bilerek konuşayım. “Ben bir şey yaptım, buyurun severseniz,” gibi takılayım. Öğrenmeye çalışayım her şeyi. Bu iş nasıl işliyor, nasıl yapılıyor? Sonuçta içinde olmadan dışarıdan kimden öğreneceğim? Öyle bir çevrem de yok çünkü.



YHT: İlk albümün yapımcısı Aykut Gürel’le nasıl tanıştınız?

GT: Bir iki yere gittim tanıdık vasıtasıyla olmadı. Ondan sonra da ben kimsenin kapısına gitmem abi dedim zaten. Sonuçta şarkım internette, birisi zaten gelip albüm teklif etmeye kalkarsa o zaman konuşurum dedim. Sonra bir arkadaşım Aykut Gürel’e “Yan Sen”le “Büyük İnsan”ı yollamış. Onlar çok dolaşıyor ya internette. Kahraman Tazeoğlu ile radyo programı yapıyordum, orada kendi şarkılarımı da söylüyordum. Oradan yayılan bir sürü şarkı da olmuştu. Aykut Gürel “Yan Sen”i çok beğenmiş, davet etmiş bizi. Gittik. Sesimi, yorumumu çok beğendiğini söyledi. Daha bir sürü şarkım olduğunu duyunca sevindi. Çünkü yapımcı şarkı bulmakla uğraşmak istemez. Hele o dönem daha da zordu bu işler.



YHT: Bir de Aykut Gürel bir yapımcıdan çok bir müzisyen tabii.

GT: Beni çeken kısmı biraz da o olmuştu. Müziği bilen bir adamla çalışmak benim için daha iyiydi. Ben de kendimi yetersiz hissettiğim için açım çünkü. Müziğe açım, öğrenmeye açım. Aykut Gürel’den bahsediyoruz sonuçta. Yıllarını bu işe vermiş çok iyi bir müzisyen, çok iyi bir aranjör. Ondan ne kapabilirim derdindeydim ben aslında. “Nasıl bir albüm istiyorsun?” diye sordu. O benim çok hoşuma gitmişti çünkü beni alıp istemediğim bir şekle sokacaklar, şarkılarımı istemediğim gibi aranje edecekler diye çok korkuyordum. Doğru insanı bulduğumu düşündüm. Aynı kafadaydık, aynı şeyleri düşünüyorduk. Ben bir şey düşündüğümde gidip sorabiliyordum , “Şöyle yapsak nasıl olur abi?” diye. İnsan ister istemez çekinir. Aykut Gürel’e fikir vermek nedir? Bilmiyorum ki.  O da sağ olsun çok mütevazı ve benim bu işi düzgün yaptığımı hissettirecek tepkiler verdi hep. Sonra biz iki albüm yaptık Aykut Ağabey ile. İkisi de içime sinen, hâlâ dinlenen, sevilen albümler oldu.



YHT: İlk albüm çıktı. Sonra ne oldu?

GT: Aslında “Büyük İnsan” patlamıştı internette ama biz delikanlılık yapıp “Yan Sen”le çıktık ilk olarak. Aykut Ağabey de aynı kafadaydı ama hiçbir şey olmadı şarkıdan. O zaman MTV vardı, bir kere yayınladı. Başka kimse suratına bakmadı şarkının. Yanlış yaptık diye düşündük. Sonra radyolar yavaş yavaş “Büyük İnsan”ı çalmaya başladı. Tabii internetteki ilk kayıt o kadar naif bir kayıttı ki bu kayıt birden çok agresif geldi insanlara. O davullar, “distortion” gitarlar, yaylılar filan girince işin içine, biraz ürküttü insanları. Bir de insanlarda şöyle bir durum var: Senin gelişmeni, büyümeni, yeni bir şeyler yapmanı istemiyorlar.



YHT: Sadece biz bilelim, kimse bilmesin.

GT: Evet. Gelsin evde çalsın söylesin ya, dışarı gitmesin filan durumu var. Hak veriyorum. Sonuçta ben de bazen birisinden tek gitarla çalıp söylenmiş bir şarkıyı dinlediğim zaman, sonra ona bir aranje yapıldığında “Tek gitar daha mı iyiydi?” filan oluyorum. Çünkü alışmış oluyor kulak. Onu anlıyorum. Sonra biz acaba aranjeyi yanlış mı yaptık, söylememi mi değiştirsek filan diye düşündük. Aykut Ağabey tekrar söylettirdi şarkıyı bana ama o ilk kayıtta iki gitar var ve ona göre söylüyorsun, orkestrayla öyle söyleyemezsin. Denedik olmadı tabii ki. Sonra insanlar o versiyona yavaş yavaş alıştı çünkü klip çektik. Klip de çok ses getirdi. Bayağı sanat filmi edasında bir şey çekildi. Zaten kısa film çeken sinema hocam çekti.



YHT: Enteresan bir klipti o.

GT: “Yan Sen” tutmayınca ben bir boşlukta kaldım. Çünkü o döneme kadar haftanın altı günü şarkı söyleyen, sahne alan bir adamdım. Albüm çıktığında stratejik olarak sahneden biraz uzak kalalım demiştik. Baktım ben evde oturuyorum. Bunalıma girdim. Ödemem gereken faturalarım, taksitlerim var. Ben de Aykut Ağabey’e gidip “Benim sinema hocam eğer parasız çekmeyi kabul ederse, ona klip çektireceğim, haberin olsun,” dedim. O da beni özgür bıraktı. Aydın Hoca’ya gittim. O da kabul etti. Basit, gerilla usulü bir şey çektik. Bir ev kiraladık filan.



YHT: Biraz da sinir bozucu bir hikâyesi vardı klibin.

GT: Zaten sinir bozucu olmasını istedim aslında ben. Çünkü dikkat çekmesi gerekiyordu. “Büyük İnsan” bilinen bir şarkı ama bu aranjesine henüz daha alışılamadı. O yüzden bu klibin ses getirmesi gerekiyordu. Onun için Aydın Hoca’ya gitmiştim zaten. O dönem kısa film tadında, içinde arada konuşma olan bir klip filan yoktu. İlk defa ben yaptım diye hatırlıyorum. Sonra klip dikkat çekince baktık, Kral TV bizden klibi istiyor. “Paramız yok,” dedik, “Parasız yayınlamak istiyoruz,” dediler. Günde beş kere, altı kere dönmeye başladı klip. Sonra o yüzüne bakmadıkları “Yan Sen”i de Power Türk, Kral’a nispet yapar gibi yayınlamaya başladı ki ilk götürdüğümüzde “Bu klip olmamış,” diyorlardı. Sonra üzerine bir de “Büyük İnsan”ın devamı şeklinde “Dön” klibini çektik. O da bir ilkti sanırım.



YHT: Ve Gökhan Türkmen ismi daha fazla tanınmaya başladı.

GT: O albümü öyle kapattık ama bizim ikinci albüm için bir hevesimiz, motivasyonumuz oldu. Yoksa “Büyük İnsan” hamlesini yapmasaydım eğer, şu an belki de ağlıyordum, “Ben bir zamanlar ‘Büyük İnsan’ diye bir şarkı söylemiştim,” diye. Şimdiki genç arkadaşlarımız bazen şöyle bir şeye kapılıyorlar: Şarkıları çıkıp da bir şey olmayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. Ya da anlaştıkları şirket bir şarkılık bir şey yapıp gerisini yapmayınca “Şirket yüzünden bu durumlara düştüm,” gibi bir durum oluyor. İnsan her zaman kendinden sorumludur, benim kanaatim bu. Her koyun kendi bacağından asılır. Ben o zaman “Kimse benim için bir şey yapmıyor, lanet olsun size!” deyip Aykut Gürel’le öyle bir kavganın, davanın içine girseydim, şarkılarımı, o kadar uğraştığım zamanı geride bırakıp şu an hâlâ o dava ile uğraşıyor olurdum. Saçma sapan bir şekilde müziğim bitecekti. Sonuçta Aykut Ağabey bana bir albüm yaptı. Ben ona para vermedim, bir şey yapmadım. Beni bu piyasanın içine soktu. Klibimi çekti. Ben bundan önce hiçbir şeyken, şimdi bu noktadayken bunu değerlendirmek mi normal yoksa o zamana kadar olanları geriye atıp “Sizin Allah belanızı versin, ne biçim yapımcısınız,” demek mi normal diye düşündüm. Kendi kendime ağlayacağıma, kendi işlerimle kendim uğraşayım dedim ve bu noktaya geldi mevzu aslında. Ve o zamandan beri hep birilerine tamah etmeden, yalvarmadan, kendi işlerimi kendim yapmaya, kendi ekibimi kendim kurmaya çalışıyorum. Bu birazcık öyle bir iş zaten bence. Çünkü kimse, özellikle de bu piyasada kimse sizin için bir şey yapmıyor. Yapan yapıyor ama ona da siz bu defa “Ne biçim iş yapıyorsun?” diyorsunuz. Abi bir bak bakalım ondan önce neydin? O yapılan işten sonra nesin, bir de ona bak. Eğer güzel bir yere geldiysen onu devam ettirmek senin elinde olan bir şey. Eğer lanet edersen baştan daha da geriye dönersin. Bir şeye takılıp kitlenmek çok yanlış. Sonuçta benim bir albümüm yoktu. Zaten böyle hayalim yoktu. Hazır böyle bir şey olmuş, klip çıkmış, birazcık da olsa insanlar seni tanımışlar. Bunu devam ettir yani. Bana o kadar çok ailemden, etrafımda, çevremden tepki geliyordu ki… “Bak hiçbir şey yapmadılar senin için, ne biçim promosyon yapıyorlar,” diye. Gittiğim radyo programlarında bu konuda eleştiriyorlardı firmamı. Ben de eleştiriyordum, ben de üzülüyor, sinirleniyordum. Ama hep teşekkür ediyordum Aykut Ağabey’e. Bizim aramızda bir sıkıntı oldu Aykut Ağabey ile ama bir dönem sonra ben onu bir yerde gördüm, gittim elini öptüm, kızmış olmama rağmen. Çünkü sonuçta beni buraya kazandıran, bir noktaya getiren o. Ben ona teşekkür edeceğim tabii ki.



YHT: ”Evet ben artık kendi müziğimi buldum,” dediğiniz nokta neresi?

GT: “Ara” albümü ile yavaş yavaş öyle bir şey oluşmaya başladı ama “En Baştan” albümü benim için gerçekten başlangıçtır. O yüzden adını “En Baştan” koydum zaten. İstediğim müziği, dinlediğim müziklere yakın “sound”ları yapmaya başladığım için evet galiba artık bir tarzım var diye düşündüm. Bunda tabii ki ekibimin, orkestramın emeği çok büyük. O “sound”un büyük bir kısmı onların müzikalitesi ile oluştu. O albüm o yüzden benim için milat aslında.



YHT: Nasıl şarkı yazarsınız? Oturup ilham gelsin diye mi beklersiniz yoksa her an her yerde aklınıza bir şey gelir mi?

GT: Oturup beklemem. Bazen çok canım sıkıldığında filan çıkar bir şarkı. Bazen yolda yürürken filan bir söz gelir aklıma, bir fikir, bir laf. O an pat pat pat hemen yazdığım oluyor. Bazen iki cümlelik bir şey geliyor aklıma, devamını getiremiyorum, sonra devam ettiriyorum. İnsanın kendiyle kalması, kendini dinliyor ya da duruyor olabilmesi çok önemli bence. Sürekli bir şeyin içinde olmak bu işi yaparken çok zorlar insanı. Mesela ben o yüzden koşu bandında çok şarkı çözerim. Şarkı yazmışlığım ya da bir fikrin aklıma gelmişliği çoktur. Çünkü orada kendinsin. Hiçbir şey yapmıyorsun, hiçbir şey düşünmüyorsun. Genelde böyle çıkıyor. “Öff abi ne yapacağım, bugün de hiçbir şey yapasım yok,” dediğim zamanlarda, oturup daha önce yazdığım ne var diye baktığımda o an pat diye bir şey çıkıveriyor. Hissediyorum o şarkının çıkacağını bazen.



YHT: Yazdığınız şarkılara kim, ne kadar müdahale edebilir?

GT: Ben de eğer gerçekten bir eksiklik hissedersem zaten onu düzeltiyorum çünkü zaten aynı kafada oluyoruz dinlettiğim insanlarla. Aynı müzikleri dinliyoruz; mizah anlayışı gibi, aynı esprilere gülüyoruz durumu aslında. O yüzden de birisine bir şey dinlettiğim zaman bir eksik görüyorsam, o da aynı eksiği görüyor zaten. “Şu söz yerine şu söz daha güzel,” dediğinde biri, o söz öbürüne yakın bir anlam içeriyorsa olabilir, kabul ederim. Ama “Burada iki cümle eksik, bir köprüye ihtiyaç var,” filan dendiği zaman “Bu şarkı böyle abi,” diyorum. O an öyle hissettim ve yaptım. Ona müdahale edersem o iş ticarete giriyor. Çünkü o şarkının iyi olması tabii ki önemli ama benim için en önemlisi şarkının hissiyatı. Şarkının nakaratı da olmayabilir. İnsanlarda artık şöyle bir algı gelişti: Bir şarkıyı dinlettiğin zaman şarkı tutar mı tutmaz mı önce ona bakıyorlar. “Beğendin mi?” diyorum, “Tutar bu şarkı,” diyor. Ben beğendin mi beğenmedin mi onu soruyorum, bırak tutmasın önemli değil. Sonuçta ben o şarkıyı bir şey hissettim de yaptım. Ben o şarkıya bir kere daha, bir kere daha müdahale edersem o şarkı o zaman o hissiyattan çok uzaklaşır. O da benim pek tarzım değil. Ben daha çok duygu adamıyım. Hissetmem lazım. Bir şarkı bir dörtlük de olabilir, illa beş dörtlükten oluşması gerekmiyor. Bir nakaratı, bir köprüsü vesairesi olması gerekmiyor. Bir dörtlüktür belki şarkı, o sürekli döner ama inanılmaz bir hissiyatı vardır. Ya da bir dakikadır belki şarkı, illa beş dakika, üç dakika olması gerekmez.  Nasıl hissettiriyorsa sana, odur.



YHT: ”Beni diğer şarkı yazarlarından ayıran şudur…” cümlesini nasıl tamamlarsınız?

GT: O kadar iddialı bir şeyler söyleyemem tabii ki ama belki şöyle bir diyebilirim: Ben söz yazarken birazcık daha farklı gözlerle yazmaya çalışıyorum; çok klişe şeyleri sevmiyorum. Mesela “seni seviyorum” yazarsın ama onu öyle bir yere koyarsın ki, dinlerken adama o kadar koyar ki o… O çok önemli. Onun dışında birazcık böyle eğlenceli, mizahi şeyler… Duygusal bile olsa mizahi şeyler yazmaya çalışıyorum. Pozitif olsun istiyorum. Eskiye göre daha az şarkı yazmaya başladım çünkü daha iyi şarkı yapma isteğim var. Mesela “Kalbim” diye bir şarkım var. Ben o şarkıdan sonra uzun süre yeni şarkı yapamadım çünkü “Kalbim” çok iyi bir şarkıydı bana göre. Onun altında bir şarkı yapıyor olmak beni rahatsız ediyordu. Farklı olmalı. Şarkı o an bana “sound”unu veya aranjesini de düşündürtmeli. Karşı tarafa samimi gelmeli. Birazcık da bir şeyleri anlatır gibi bir şarkı olmalı.



YHT: Bu kadar konser koşturmacası içinde şarkı yazmak daha zor geliyor olabilir mi artık?

GT: Yooo. Her yere kayıt cihazı götürebiliyorsun sonuçta. Telefon var bir kere; telefonla gitar bile çalabiliyorsun. O yüzden zor değil ama hızlı tüketim mevzuu bir yerde sizi durduruyor. Teknoloji, sosyal medya, ulaşılabilirlik güzel şeyler ama bunların fazla fazla olması kötü. Yaptığın işin çabucak tüketildiğini, son kullanma tarihinin çok kısa olduğunu düşünüyorsun. Bunu ne için yapıyorum ben, boşa mı yapıyorum acaba deyince üretimin azalıyor ister istemez. Bunun etkisi var tabii.



YHT: Gökhan Türkmen meşhur olduktan sonra bir sürü Gökhan Türkmen gibi şarkı söyleyen, ona fizik olarak da çok benzeyen genç şarkıcı çıktı. Bunu gözlemlediniz mi?

GT: Onlardan klip yapmayı düşünüyorum (gülüyor.) “Klip çekimi için Gökhan Türkmen’e benzeyen insanlar lütfen şuraya gelsin,” filan diye duyurup. Güzel bir şey aslında bu tabii ki. Genç arkadaşlar bana geliyor bazen, bana benzediğini görüyorum ve benim gibi şarkı söylediğini de görüyorum. Ne tarz dinlediğini soruyorum, “Seni dinliyorum,” diyor. Beni dinliyorsun eyvallah da, tarz olarak ne dinliyorsun, tarzın ne? “Bilmiyorum abi, seni dinliyorum,” diyor. Şarkı yapıyor musun? “Evet”. “İyi o zaman şarkı yapmaya devam et çünkü şarkı yaptıkça benden uzaklaşacaksın, kendini bulmaya başlayacaksın,” diyorum. Çünkü ben de öyleydim. Şarkı yapmaya başlamadan önce Kenan Doğulu’nun şarkısını Kenan Doğulu gibi söylüyordum. Kıraç’ın şarkılarını Kıraç gibi söylüyordum. Hoşuma gidiyordu o zaman bu benim. Ne zaman kendi şarkılarımı yapmaya başladım, baktım bir şey var. Bir yere aldım sesimi ve o ses Gökhan Türkmen oldu bir anda. Onların da öyle olacak. Birisine benzemek iyi bir şey değil. Gurur verir bana, eyvallah. Ama bu senin müzik kariyerin için iyi bir şey değil. İstersen Elton John’a benzesin sesin. Yine iyi bir şey değil. Olabildiği kadar özgün bir sese, özgün bir karaktere, özgün bir imaja, bir hayat anlayışına sahip olmak müziğinden bile önemli. Çünkü bu durum zaten senin müziğini de etkileyecek. Müziği öyle dinlemeye başlayacaksın. Ben de Lenny Kravitz, Jamiroquai çok seviyorum, ne bileyim Daft Punk çok seviyorum, onların müziğini yakalamaya çalışıyorum ama tipimi onlar gibi yapıp, onlar gibi şarkı söylemeye, dans etmeye çalışmıyorum. Sadece feyiz alıyorum. Ne yaptıklarına, nasıl yaşadıklarına, bu müziği nasıl ürettiklerine bakıyorum. Onlara özeniyorum ben. Yoksa sakalına, imajına, taktığı küpeye, saçına, vücuduna özenmiyorum. Tabii ki güzel bir şey benzerlerinin olması. Hiç müzikle alakası olmadan, sadece imaj olarak benzemeye çalışanlar da var. Bu da hoşuma gidiyor ama kendi tercihleri tabii insanların. Ben mesela yapamam onu.



YHT: YouTube’da ilk şarkılarınızdan birinin altına “Türk popunun kaliteli olduğu zamanlar” yazmışlar. Kimine göre ‘70’ler, kimine göre ‘80’ler, kimine göre ‘90’lar kaliteliydi. Şimdi ona bir de 2000’ler eklendi galiba. Sizce ne zaman Türk popunun kaliteli olduğu dönemler?

GT: Bana böyle ‘70-‘90 arası daha güzel gibi geliyor. Çok dinlemem bu arada. ‘90’larda büyüdüğüm için tabii o döneme daha çok hâkimim. Ama genel olarak dünyadaki müzik sanki daha iyiymiş. Ben “rock’n roll”cuyum biraz ve o yüzden mesela ‘70’lerde yaşamak çok isterdim. O dönemde, mesela ’72 yılında 25 yaşında bir genç olmak beni müzikalite açısından çok daha bambaşka bir yere getirirdi diye düşünüyorum. Büyüyebilirdim diye düşünüyorum. O dönem tüketilebilirlik bu kadar hızlı değildi, üretim daha azdı, daha meraklıydı herkes. İnternet yoktu, cep telefonu yoktu. “Neredesin?” diye birisine soramıyordun. Nerede olduğunu öğrenmek için akşam eve gitmesini beklemek zorundaydın. ‘70’li yıllarda her şey daha zordu ve zor benim için her zaman daha kıymetli. Sporda da birazcık zorlandığım zaman daha çok hoşuma gidiyor; kolay bir şey yaptığım zaman sıkılıyorum. O yüzden ‘70’li yıllar benim için daha keyifli. Türk pop müziği içerisinde de, dünyada zaten iyi müzik olduğu için Türkiye’deki etkilenme de daha iyiymiş. Ajda Pekkan’ın eski şarkılarındaki Onno Tunç düzenlemelerine bakıyorum da bayağı Jamiroquai yaylıları filan var. Çok acayip “sound”lar var ki o dönemdeki teknolojiyi biliyoruz yani. Çok etkilenmişiz ama güzel etkilenmişiz. Şu an mesela yurt dışından özenip yaptığımız şeyler çok komik. O dönem komik değilmiş. Gerçekten ciddi yapılıyormuş.



YHT: Ses Tiyatrosundaki akustik konserlerinizden birini, sanırım ikincisini izlemiştim geçtiğimiz sezon. Yazmıştım sonra da. Şarkı aralarındaki konuşmalar dağınıktı biraz. Eleştirmiştim bunu.  

GT: Çok heyecanlıydım ben o zaman. Çok komik gelebilir ama Ses Tiyatrosunda yaptığım ilk konser benim aslında ikinci konserim biliyor musunuz? 2008’den itibaren o güne kadar yaptığım ikinci konser. İlki Harbiye Açık Hava, ikincisi Ses Tiyatrosu. Çünkü diğerleri benim için konser değil. Kulüp mulüp mevzuları benim için konser değil. Ona bakarsanız albüm çıkmadan önce de ben haftanın altı günü sahneye çıkıyordum. Aynı şey. Ha tek kişiyle çıkmışsın sahneye, ha arkanda beş kişiyle. Karşındaki kitle içki içip birbiriyle konuşan bir kitle sonuçta. Konser dediğin şey pür dikkat dinlediğin şeydir, tiyatro gibidir. Birileriyle konuşamazsın izlerken. Öyle baktığında mevzua, o kadar acemiyim ki aslında. Dediklerinizde çok haklısınız o yüzden. Ne yapacağımı bilemedim. Haklısınız, konserde arada anlattığın şeylerin bir hikâyesi olması gerekir. Ses’deki birinci konserde mesela ben bir senarist arkadaşımla senaryo hazırladım. O senaryoda müziğe ilk başladığım andan itibaren bir hikâye vardı. Şarkıları da öyle dizdim hatta. Evliliğime kadar getirdim ve Sinem’i anlatıp mevzuu bitirmiştim. Öyle yaptık. Ses’deki ikinci konserdeyse bunun aynısını yapmayayım, doğaçlama çıkayım dedim. Belli bir senaryoya sadık kalmak bir bakıma güzel ama bir bakıma da beni sıkan bir şey.



YHT: Onu fark ettim.

GT: Samimi mi acaba diye düşündüm. Rol yapmak istemiyorum. Sonuçta ben şarkı söylüyorum. Orası tabii ki bir tiyatro sahnesi ama içimden gelerek hareket etmek istediğim için bir senaryoya bağlı kalmayayım dedim. Bir daha gelen olduysa aynı şeyi izlemesin, sıkmayayım onları diye düşündüm. O yüzden öyle çıktım o konsere. Ama ben o konserde çok eğlenmiştim. Tabii bu benim tecrübesizliğimle de alakalı. Aslında baktığınız zaman ben çok profesyonel değilim konser konusunda. Tamam, yaparım, hallederim her şeyi ama biz bir taraftan da her şeyi kendimiz yapıyoruz. Kimse bizim elimizden tutmuyor, “şöyle yapın, böyle yapın,” demiyor.



YHT: Oysa plajda “dj” eşliğinde sahneye çıkanlar bile bunu “konser” olarak adlandırıyor artık.

GT: Aslında akustik konser vermeye başladığım zaman ben “Abi konser böyle bir şeymiş, biz ne yapıyormuşuz daha önce ya?” dedim. Kulüp konseri vermesek mi artık diye de düşündüm ama yok tabii, imkânsız şu anda. Ama ona da konser demeyelim işte yani. Şöyle düşünsenize, ben şimdi bar programını konser olarak düşünsem, böyle inanılmaz bir kıyafetle çıkıp, her şarkı arasında bir şeyler anlatsam filan. Kimse beni dinlemez ve sıkılıp giderler. Her şeyi yerinde yapmak lazım. Barda seni şarkı söylerken dinliyorlar, şarkı bittiği zaman hemen arkasını dönüyor adam. Şimdi sen bunun nasıl konser olduğunu söyleyebilirsin ki? Oraya çıkan adam zaten ona göre çıkıyor. Ben müziğimi yapayım, herkes kafasına göre takılsın diye düşünüyor.



YHT: Peki biraz da şu sosyal sorumluluk meselesine gelelim. Bu konuda duyarlılığınız fark edilir derecede fazla. Son albüm de bunu bir kez daha gösterdi.

GT: Yeşili ve çevreyi çok seven bir adamım ben. Eşim de öyle. Çoluk çocuk olduktan sonra biraz daha özen gösteriyorsun bir de artık böyle şeylere. Bir de memlekette artık bu mevzularda çok saçma hareketler olunca daha bir yükseliyorsun. “Nereye gidiyor bu memleket?” gibi bir durum oluyor. Yoksa şarkıcıyım biraz da böyle sosyal mevzulara girmem lazım gibi bir tripte değilim açıkçası.



YHT: Tam da oraya getirecektim konuyu…

GT: Anladım ben onu zaten. Bu dünyada insanın dışında canlılar da var. O canlıları korumamız gerektiğine inanıyorum. Çevreyi korumamız gerektiğine inanıyorum. Ben gerçekten sokağa bir şey atamam. Bu benim çocukluğumdan gelen bir şey. Öyle yetiştirildim. Çöp kutusu olmadan bir yere çöp atmam imkânsız. Birisini çöp atarken görünce yanına gidip “Bir şeyinizi düşürdünüz,” filan diyorum. Öyle bir cins durumum var. Ama bunun daha ciddi hale gelmesi arkadaşım Ozan Turgut’un kardeşi Melike Turgut’un akciğer kanserinden vefat etmesi nedeniyle oldu. 16 yaşında filandı. Ozan kardeşi adına bir orman yapma fikriyle geldi bir gün. Ege Orman Vakfı ile anlaşmış, Melike Turgut Korusunu oluşturmuş ve o korunun orman olması için bir girişimde bulundu. Bunun için üç senedir uğraşıyor. “İnsanız Ayıbı Yok” diye bir söz yazdı Ozan. O söze bizim bas gitaristimiz, aranjörüm Caner müzik yaptı. Sonra ona minimal bir aranje yapıp, videosunu çekip, YouTube’a koydular. Bir şirketle anlaşıldı. O video her tıklandığında elde edilen gelir Ege Orman Vakfı’na gidiyordu. Sanatçılarla, oyuncularla konuşuldu, herkes videolar hazırladı. Öyle başladı mevzu.



YHT: Sonra siz de söylediniz o şarkıyı?

GT: Ben zaten o şarkıyı çok seviyordum. Alayım albüme koyayım dedim. Bütün ekibin içinde olduğu bir klip çektik. Hem o şarkının hem de “Vay Halimize” parçasının dijital gelirlerini, kliplerden doğacak gelirlerini bu koruya bağışlayalım diye düşündük. Zaten “Sessiz” albümü birazcık böyle derin, ayrıntılı, işte kapaktaki ultrason fotoğrafı olması ile filan özel bir albümdü. Sevdiğimiz insanlara göndereceğimiz albümlerin içinde fidan da olsun dedik, bin fidan da öyle bağışlandı. Şimdi orman olmaya çok az kaldı.



YHT: Bu sosyal sorumluluk meselesi suistimale açık da bir mesele bir yandan.

GT: Biz bundan sonra da elimizden geldiğince böyle şeyler yapacağız. İşte akustik konserlerde “Geleceğe Işık Tut”la beraber bir şeyler yaptık. Konserlere gelen insanlardan kitap ve kırtasiye malzemesi getirmelerini istedik. Gelen malzemeyi onlara gönderdik. Bunu elimden geldiği kadar ama şov yapmadan yapmaya çalışan bir adamım çünkü bu işler artık tamamen şov oldu. O yüzden sizin bunu sorma nedeninizi de anlıyorum. Evet, artık şöyle oldu sosyal sorumluluk projeleri: “Abi benim bir projem var, bir video atıp yollasana ya…” Adamın projeyle alakası yok, “Siz de bilmem neye bağış yapın,” diyor videoda. Ben buna çok sıcak bakamıyorum ve yapamıyorum da birisi bunu benden istediği zaman. Ki bu kadar duyarlıyım dememe rağmen. Çünkü bana samimi gelmiyor. Düşünsenize siz şimdi bana gelseniz, “Böyle bir kampanyada yer almıştınız,” deseniz ve ben onu hatırlamasam çok komik olmaz mı? Ne kadar utanç verici. İyice araştırmadan böyle şeylerin içinde yer almak istemiyorum ama mesela diyorlar ki “Hemen bugün bir video yollamanız lazım.” Tamam, biz göz önünde insanlarız ve bizim sayemizde bazı şeyler daha kolay yayılabilir, buna eyvallah ama bunun için beni kullanma. Çok kendini şova bağlayan, kendini göstermek isteyen değerli sanatçı arkadaşlar var bunun için. Onlarla görüşün, benle görüşmeyin. Ben zaten yapabileceğimi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Mesela o buz kovası mevzuu ilk çıktığında o kadar hoşuma gitmişti ki… Ama sonra o kadar eğlenceye dönüştü ki ben yapamadım. Tamam, yurt dışında da eğlenerek yapıyorlar ama bizde bir şeylerin suyunu çıkarmak ata sporu. O yüzden sosyal sorumlulukla ilgili bir konser teklifi geldiği zaman daha çok araştırıyoruz şimdi. Kimsin, nesin, detay gönder, emin olmamız için iyice anlat diye.



YHT: Gelelim Cengiz Semercioğlu konusuna. Bunu çok merak ediyorum. Harun Kolçak’ın ölümünden sonra yazdığı yazıya müzik camiasından en sert tepkiyi gösteren siz oldunuz. Çok insani bir tepkiydi o ve bu Harun’u tanımış bir insan olarak benim için çok kıymetliydi. Hiç çekinmediniz mi zarar görürüm diye? Sonuçta koskoca Hürriyet gazetesinin bir yazarını karşınıza alıyorsunuz.

GT: Yok, zarar gördüğümü düşünmüyorum. Ben Cengiz Semercioğlu’na çok kurulmuştum zaten. Öyle böyle değil. O son nokta oldu. Çünkü çok sevdiğim bir adamdan bahsediliyor, kısa süre içinde çok şey öğrendiğim, bir şeyler paylaştığım bir adamdan. Doldum artık. Rüzgâr Çetin hakkında yazdıklarına inanamıyordum. Bir polis öldürüldü ve adam çıkıp “kemerini takmalıydı” dedi. Duran arabada! Öldüreni savundu yani. Buna çok az tepki verdi insanlar. Harun Kolçak konusunda bu kadar tepki gösterilmesine çok sevindim ben mesela.



YHT: Yine de popüler bir isim için bir risk böyle bir tepki vermek. İnsan başıma bir şey gelir diye endişe etmez mi?

GT: Sosyal medya öyle bir hale geldi ki bir şey yazsan “şov yapıyorsun” diyorlar. “Onu paylaşırken iyi de şimdi bunu niye paylaşmıyorsun,” filan gibi bir sürü şey oluyor ya. Ben bu kirlilikte birisine tepki vermekten korkuyorum açıkçası yoksa tepki verdikten sonra başıma bir şey gelir diye korkmuyorum. Rüzgâr Çetin mevzuunda da o yüzden tuttum kendimi. Şimdi yine “şov yapıyorsun”  derler, üzerime gelirler, ben de cevap vermeden duramam diye. Sonra Harun Kolçak ile ilgili yazı çıkınca “Oh be!” dedim, “Şimdi bir şeyler yazabilirim.” Gece üç filandı herhalde, yazı internete düşmüş. Ben dayanamadım yazıyı paylaşıp altına döşedim. Sabah kalktım, sinirle uyandım. Hâlâ geçmedi sinirim. Bir şey yapmamız lazım. Çünkü Cengiz Semercioğlu bunu bir müzisyene, yıllardır hayatını müziğe adamış bir değere yapıyor. Ve ne MSG, ne MÜYORBİR, ne başka bir kurum çıkıp da “Bizim sanatçımıza bu yapılanı kınıyoruz,” diyemiyor. Biz şirket olarak, GTR olarak böyle bir şey yazmak istedik. Biz bir müzik şirketiyiz, müzik yapan insanlar, değerli insanlar var burada. Değerli işler yapan insanları da korumak içgüdüsü var. O yüzden de başımıza ne gelir, ne olur diye düşünmedik. Avukatımızla görüştük, bir hakaret, yanlış bir şey var mı diye. Çünkü kurumsal ama insani bir yazı yazmak istedim. Vallahi ben çok rahatladım. Bir yandan da çok sevindim gerçekten çünkü bir ya da iki tane Cengiz Semercioğlu’nun yanında olan yorum okudum. Onun dışında herkes ateş püskürüyordu. Ve bu benim çok hoşuma gitti. Ama adam hâlâ televizyonda program yapabiliyor. Ve kalkıp özür dilemedi bile. Nasıl bir kibir bu? Allah gerçekten kimseye kibir vermesin, dünyanın en kötü şeyi.



YHT: Bu tatsız meseleyi bir kenara koyup Harun Kolçak’tan bahsedelim mi biraz?

GT: Bana Harun Kolçak’ın albümü için ilk teklif geldiğinde çok sevinmiştim çünkü “Yanımda Kal” benim tek gitarla sahne aldığım dönemde çok söylediğim bir parçaydı. Teklif geldiğinde şakasına “Yanımda Kal” olursa kabul ederim demiştim. Ama tabii kesin o parçayı birisi kapmıştır diye düşünüyorum çünkü en önemli, en güzel parçası benim için. Sonra haber geldi, kimse o şarkıyı sormamış bile. Sonra başladık çalışmaya. Harun Ağabeyin tonunu bir yarım ses kadar aşağı aldık, bana bayağı dikti. Hatta Harun Ağabey sonradan “Ne güzel tonmuş, keşke ben buradan söyleseymişim,” dedi bana. Stüdyoya girdiğimde çok heyecanlıydım tabii. Normalde ben stüdyoya girmeden önce şarkılara pek çalışmam, kayıt sırasında uğraşırım ama bunda iki üç gün çalıştım önceden. Şarkı zor bir şarkı tabii. Dik yerleri çok zor. Çünkü ben tek gitarla söylerken pesten, rahat rahat söylüyordum ama şimdi dik söylemem gerekiyor. Çok güzel bir kayıt oldu. Pek oynamalar yoktur mesela o kayıtta benim sesimde. Keyfim yerinde olduğu için herhalde. Sonra Harun Ağabey girdi kayda. Aynı anda girmemiştik stüdyoya. Dinlemiş benim kaydımı. Hatta İskender Paydaş’a “Bu çocuk çok güzel söylemiş, ben hiç söylemesem mi acaba?” demiş ama tabii “Olmaz öyle, diğerlerine ayıp olur,” demiş İskender.



YHT: Sonra tanıştınız tabii.

GT: Çok naif bir insandı. Bütün canlıları çok severdi, çok özen gösterirdi. Konuşmasından, stilinden, onu anlayabiliyorsunuz zaten. Ben onu çok seviyordum. Ara ara konuşuyorduk. Klip çekiminde çok kaynaşmıştık, çok güldük, çok eğlendik. Benim için inanılmaz bir tecrübeydi onunla birlikte bir şey yapıyor olmak. Bu yaşta her şarkıcının başına gelebilecek bir şey değil. Onun için de ayrıca gurur duyuyorum. Bu ayrı mevzu ama ben o öldükten sonra en çok bir daha onunla konuşamayacağıma, bir daha birlikte gülemeyeceğimize üzüldüm. Ondan bir şeyler kazanamayacağıma, kapamayacağıma üzüldüm. Müzikalite olarak, insan olarak… Birlikte müzik yapmak güzel bir şey tabii ki ama o kısmı daha önemliydi benim için. Çünkü öyle bir adam yok. Hele bu piyasa içinde… Ben öyle bir adam buldum diye sevinmiştim. Bir şey yapacağım zaman danışacağım birisi var diye.



YHT: Bir başka düet yaptığınız isim… Ayşegül Aldinç desem?..

GT: Ayşegül Hanım beni arayıp sevdiği insanlardan şarkı alarak bir albüm yapmak istediğini ve beni de çok sevdiğini söyledi. Bu da bana çok ilginç geldi. Çünkü genelde herkes Harun Ağabey gibi eski şarkılarını genç şarkıcılarla yeniden söylediği için bu  fikir çok orijinaldi. Albümdeki diğer isimler de çok ilginçti, Mabel gibi, Nada gibi… Çok hoşumuza gitti bu teklif. Bu biraz da enerji meselesi galiba. Çünkü benden şarkı isteyen çok insan oluyor ama bir türlü olmuyor. Ya emin olamıyorum, ya emanet edemiyorum şarkıyı. Ayşegül Hanım bana bıraktı her şeyi, bana güvendi. O konuda o kadar rahattı ki. Çünkü beni sevdiği için geldi zaten.



YHT: ”Durum Leyla” zaten var olan bir şarkı mıydı yoksa Ayşegül Aldinç’e özel mi yapıldı?

GT: Ona özel yaptım. Sadece “Durum Leyla” diye bir söz, bir şey vardı kafamda. Sonra bu başlığın ona çok yakışacağını düşünerek Ozan’la birlikte ona bir söz yazdık. Müziğini ben yaptım ve çok hoşumuza gitti. Gerçekten biz kendimiz de çok sevdik şarkıyı. Ve Ayşegül Aldinç’in şu zamana kadar yaptığı işlerden de daha farklı bir iş oldu aslında. Onun sesini daha fazla ön plana çıkaran bir şarkı oldu. Ses rengini, o “cool” tavrını… Hatta şarkıyı gönderdiğimde Nilgün Belgün de varmış yanında, beraber dinlemişler. Nilgün Hanım da “Bu şarkı acayip tutar, bitti bu iş,” filan demiş. Sonra hatta beni de aradı Nilgün Hanım.



YHT: Güzel albüm oldu vesselam.

GT: Gerçekten de çok ona yakışan bir albüm oldu o. Bunu onu tanıdıkça daha iyi anladım. Mesela Ajda Pekkan ne zaman Serdar Ortaç şarkısı söylemeye başladı, benim için bitti. Bu benim fikrim. Ajda Pekkan’a sonsuz saygım var. Kariyerine hiçbir şekilde laf edemem, bir şey diyemem. Ama benim için bitti. Bitti derken kime ne tabii, dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış. Ama bence yapmamalıydı. Benim için Ajda Pekkan çok değerli bir insan ve bu kadar tecrübesini aktarabileceği genç müzisyen varken gidip mevzuu en dibe indirmesi ve onunla tabii ki patlamasını (çünkü kısa ve kolay yol) açıkçası ona yakıştıramadım.


YHT: Bunu yazabilir miyim?

GT: Yazabilirsiniz tabii ki. Ben Ajda Pekkan’ı çok severim. Hatta benden kaç kere şarkı istemiştir, konuşmak istemiştir ama bu başka bir şey. Ben sevdiğim için eleştiriyorum zaten.



YHT: Aslında “Gökhan Türkmen’le düet yaparsan o şarkı tutar” gibi bir algı oluştu galiba. Tutuyor da nitekim. Aslı Demirer’le düetiniz var bir de.

GT: “Korkak” benim ilk düet yaptığım şarkı oldu. Bu aslında yeni çıkış yapacak bir şarkıcı için en kısa yol. O şarkı çıktığında biz şarkıya büyük koptuk, büyük yürüdük. Nasıl yapsak ne yapsak diye düşünürken ben Aslı’ya “Şarkıyı beraber söyleyelim,” dedim. Çünkü onun da biraz bilinirliğe ihtiyacı vardı. Zaten bunu inkâr edecek değilim. Bunun stratejisini belirlemişdik. Ama bir yandan da şarkı bize çok yakıştığı için biz onu yaptık. Yani zorlamadık şarkıyı. “Olmadı ama boş ver boş ver iyidir böyle,” gibi bir durum olmadı. O an spontane gelişen bir durum oldu ve iyi de oldu Aslı için. Ben kendi yorumuma çok güvenen bir adamım. İyi bir şarkıcı değilim belki ama iyi bir yorumcu olduğumu düşünüyorum. İçine girebildiğim, sevdiğim bir şarkıysa, o şarkıyı sevmeyen bir adama bile sevdirebilirim. Kendime güveniyorum bu konuda. Bu yüzden şarkıyı sevmem yetiyor aslında birilerinin beğenmesi için. Belki de bu yüzdendir insanların benim içinde olduğum şarkıları beğenmesi. Birilerine bir şarkıyı söylesin diye verdiğiniz zaman çok içine giremeyebiliyorlar. Çok ticari düşünceler, tutacak mı tutmayacak mı diye kaygılar olduğu için şarkıyı hissedemeyebiliyorlar. Kimse şarkının hakkını vermek gibi bir çabanın içerisinde değil. Herkes tık alma peşinde. Şarkının güzel olması tek başına önemli değil. Önemli olan söyleyenin nasıl söylediği, nasıl hissettirdiği. Yüzde elli elli bu. Çok iyi bir şarkıyı çok kötü bir şarkıcı söylese ne olur?.. Ama çok kötü bir şarkıyı çok iyi bir şarkıcı söylerse o şarkı yürüyebilir.



YHT: Genç ve popüler bir erkek şarkıcı ama bir yandan da evli barklı, çocuklu. Benim bildiğim bir Erol Evgin vardı böyle. Burada bir “risk” yok mu?

GT: Bu yaptığınız işe nasıl baktığınızla alakalı. Eğer “Ben bir starım, bütün kızlar benim peşimde,” şeklinde bir adam olsaydım, bu bir riskti evet. Ama ben sadece işimde başarılı olup, işimi daha iyi yapmaya çalışıyorum. Şarkıcıyım, söz yazarıyım, besteciyim, yapımcıyım, neyse… Ben bu konularda iyi olmak zorundayım. Bu konularda iyi olarak, başarılı olarak ünleniyorsam, ünlülük benim için okey. Ama ben sevgili yaparak, her gün başka biriyle takılarak ünlü oluyorsam bu benim yaptığım işin ne kadar diplerde olduğunu ve aslında müzikle alakam olmadığını gösterir. Benim hayranlarım da benim gibi düşündüğü için, benim gibi baktığı için mevzua, öyle görmüyorlar doğal olarak. Çünkü zaten bana hayran olanlar, benim gibi düşünenler. Alelade ünlü seven ya da o an şarkıma denk gelip bir tek o şarkımı çok seven benim hayranım değil. Sizin nasıl bir hayat standardını seçtiğinizi bilmesi, sizin hayallerinizi bilmesi, nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmesini içeriyor benim hayranlık tanımım. Zaten o karakteri seven insan şarkılarını da seviyor. Benim hiç öyle kaygılarım olmadı. Ben hep mutluluğun, huzurun peşindeyim. İşimi iyi yapmanın, işimi yaparken etrafımdaki huzurun… Niye evlenmeyeyim ki? Bin kişi, on bin kişi beni hayranlıktan ret edecek diye ben kendi mutluluğumdan, huzurumdan niye vazgeçeyim? Bir doktor nasıl işine emek verip o işte başarılı olmaya çalışırsa ben de müzisyen olarak bir iş yapıyorum. Normal bir iş yapıyorum aslında. Bir doktorun da hayranları vardır. Hastası onun hayrandır, o yüzden ona gidiyordur; işini iyi yaptığı işin. Benim de hayranlarım benim albümümü alıyor. Aynı şeyi yapıyoruz, kimsenin kimseden bir farkı yok aslında.



YHT: Yine de bu işi yapanlar arasında az bulunur bir örneksiniz.  

GT: Ben zaten ünlü olmadan önce de dışarıda insanlara ayıp etmemeye dikkat ederek dolaşan bir insandım. Bu benim içimde olan bir şey. Ünlü olduktan sonra değişen biri değilim. Sanatçı topluma örnek olmalı lafı da yanlış. Sanatçıysa zaten örnek olur; örnek olmak için çabalamaz. Ben ünlü olmadan önce de üstüme başıma özen gösterirdim, hâlâ öyleyim. Bir strateji izlemedim, bir şey yapmadım. Çok şükür iyi bir ailem var, müziğimi iyi yapabiliyorum, başkalarına yardım edebiliyorum, gücümüzü birleştirdik Sinem’le, daha iyi şeyler yapabiliyoruz. İnsan tek başına olmamalı zaten.



YHT: Öte yandan eşiniz de işin içinde. Arka planda sizin işlerinize koşturanlardan biri. Sürekli bir arada olmak zaman zaman çekişme yaratmıyor mu?

GT: Bizim başka bir durumumuz var Sinem’le. Biz yirmi yıllık dostuz, çok yakın arkadaşız. İlişkimizi daha büyük ve değerli kılan şey bizim dostluğumuz. Çok klişe bir şey belki ama iki sevgili önce çok iyi dost olmalı derler ya hani… Biz zaten çok iyi arkadaş, dostuz ve sevgililik mevzuunda daha tecrübesiziz. O yüzden birbirimize saygımız sonsuz ve bunu koruyabiliyoruz. Birbirimizi anlayabiliyoruz, empati yapabiliyoruz, iletişime kolay geçebiliyoruz. Bizde başka bir mevzu var. Ama şunu da söyleyeyim bu arada: Sinem olmasaydı ben kimseyle evlenmezdim. Evlilikten yana bir adam değildim ben. Ondan önce evliliğe kadar yaklaşan ilişkilerim oldu ama hep korktum, çekindim. Eyvah hayran kaybedeceğim diye değil; hayatımı mahvedebilirim, istediğim adam olamayabilirim diye. Çünkü bu işi, bu mevzuu kaldırabilecek kadın çok az. Kadın için de erkek çok az. Sizin bu hareketliliğinize, bu hayatınıza, insanların ilgisine karşı ilk başta herkes “Yaa o kadar gurur duyuyorum ki,” yapar ama sonra “Aaa yeter artık ama!” demeye başlar. O çok normal bir durum. Ben bunun farkınba olduğum, az çok kadınları da tanıdığım, nerede ne tepki verdiklerini bildiğim için bu bende büyük korkular yaratmıştı. Evlilikten çok soğudum. Çünkü birisini tanımak çok zor. Hadi bir kadını tanıdın, bir de evlendikten sonra tanımak var. Arkadaş olarak tanımak başka bir şey, sevgili olarak tanımak başka bir şey, eş olarak tanımak başka bir şey. O yüzden de Sinem on yedi yıldır tanıdığım biri olduğu için o kadar rahat bir biçimde kendimi evlilik hayatının içine sokabildim. Benim zaten lisede ona yoğun ilgim vardı, âşıktım. Ama bu dostluğumuz bozulmasın diye ağzımı bile açmadım on yedi yıl boyunca. On yedi yıl sonra da tekrar etkileşimimizin olduğu ilk anda ona “Lütfen evlenip çocuk yapalım,” dedim.



YHT: Memnun musunuz baba olmaktan?

GT: Çok memnunum çok. İki tane pırlanta gibi kızım var. Baba gibi konuştum (gülüyor.) Çok memnunum. Herkese tavsiye ederim.   


YHT: Son olarak, bundan sonrasına dair hayalleriniz neler? Hayatınıza dair, müziğe dair…

GT: Her zaman iyi insan olmaya çalıştım, bundan sonra da öyle olmaya çalışacağım. En büyük amacım bu. Müzikal olarak da “sound” peşindeyim, iyi vokal peşindeyim. Şarkılar çok önemli ama şu an dünyada mevzu birazcık “sound” meselesi haline geldi. Bir on yıl sonra insanlar bu şarkıları dinlediklerinde “Vay be ne kadar güzel şeyler yapmışlar,” dedirtebilmek. “Keşke şunu yapmasaydım,” dediğim hiçbir şey olmadı çok şükür hayatımda. Verdiğim yanlış kararlar da beni bu adam yaptı. O yüzden “Keşke konservatuar okusaydım,” demiyorum mesela şu anda.  Demek ki böyle olması gerekiyormuş. Belki konservatuar okusaydım müziğe bakışım bu olmayacaktı, daha teknik bir adam olacaktım, daha lanet bir adam olacaktım; çünkü o potansiyel var bende (gülüyor.) O yüzden de elimden geldiği kadar birilerinin de elinden tutmak istiyorum. Bir stüdyo devraldık şimdi Maslak’ta. Orada ayda bir, iki ayda bir böyle hiç kayıt yapma imkânı olmayan arkadaşlarıma kayıt yaptırmak istiyorum. Kafamda bir sürü düşünceler var. Sürekli güncelleniyor bu düşünceler. Güzel konserler, güzel şarkılar. Her zamanki şeyler işte. Daha iyisi, daha iyisi…

EYLÜL 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder