Altan Çetin Röportajı


“ÇALIŞIRSAN İLHAM HEP VAR”

Göz önünde hep onlar var. Sadece sesleriyle değil, imajları, kostümleri, saçları başları, özel hayatlarıyla da hep konuşuluyorlar. Şarkıcılardan, pop yıldızlarından bahsediyorum evet. Ama bir de bu işin arka planı var. Pop yıldızlarının bu derece popüler olmasında tüm bu saydıklarımdan ziyade söyledikleri şarkıların payı yadsınamaz derecede büyük. Yoksa sesin, imajın, kostümün, saçın başın nasıl olursa olsun, özel hayatınla ne kadar basına malzeme yaratırsan yarat hepsi bir yere kadar. İşte o arka planı eşelemek, şarkıların asıl sahiplerine, yani yaratıcılarına ulaşmak, onlarla konuşmak istedim. Çoğu az konuşuyor, tek tek röportaj veriyor, göz önünde pek durmuyor, hatta bazılarının adları bilinse de yüzleri tanınmıyor.


Altan Çetin kendi söylediği şarkılarla da tanınan bir besteci aslında. Ama İzel ve Hande Yener başta olmak üzere, bir çok şarkıcının kariyerindeki en önemli “hit”lerine imza atması ve dahası hemen her yaptığı şarkının “hit” olması nedeniyle besteciliği şarkıcılığından daha fazla iz bıraktı ‘90’lardan bu yana. İşin arka planındakilere mikrofon uzatmak söz konusu olunca da ilk konuşmak istediğim o oldu bu yüzden. Ha yağdı ha yağacak yağmura durmuş bir akşamüstü Beylerbeyi’ndeki stüdyosunda bir araya geldik Altan Çetin’le. İstanbul’un iki ayrı yakasında oturan iki İstanbullunun mutlaka yaptığı “Anadolu yakası mı, Avrupa yakası mı,” sohbeti sırasında ortaya çıktı ki, ikimiz de ilkokula aynı yıl, Üsküdar’da, aynı okulda başlamışız. Tabii bahis konusu yıl 1975 olduğu için, aynı sınıfta olup olmadığımızı hatırlayamadık ama sınıf arkadaşı olmasak bile aynı mahallenin çocukları olduğumuz kesindi. Sohbet buradan başladı ve Altan Çetin’in kendi elleriyle pişirdiği kahveler eşliğinde müzikle devam etti.


PİYANİST ŞANTÖR ALTAN ÇETİN

YHT: Enteresan bir başarı öyküsü sizinkisi. Müziğe, müzik aletleri satarak başlamışsınız.

AÇ: Evet. 1986 senesiydi. Liseden yeni mezun olmuştum. Şişhane’de Serter Bağcan’ın müzik mağazasında tezgâhtarlık yapmaya başladım. Müzikle ilgiliydim ama hiçbir profesyonel deneyimim yoktu. Orada çalışırken müzik aletlerini tanımaya başladım.  Bir ay filan sonra, benden memnun kalmış olacaklar ki, Aslan Han’daki diğer mağazanın işletmesini bana devrettiler. Ben orayı çalıştırırken bir dolu müzisyen gelip giderdi. Kayahan’a gitar teli satmışlığım vardır misal. Her gelenden bir şeyler öğrenirdim. Derken kendi kendime çalışmaya başladım, nota öğrendim. Zaten elimin altında her enstrüman da vardı. Bazen dükkânda yatar, sabaha kadar piyano çalışırdım. Günde 10 saat enstrüman çalıştığımı bilirim o dönemde. Birkaç ay içinde 14-15 tane bilinen yabancı şarkıyı çalabilecek hale gelmiştim.

YHT: Piyanist şantörlük nasıl başladı peki?

AÇ: O günlerde Beylerbeyi’nde bir restoranda yemek müziği çalacak bir piyaniste ihtiyaç olmuş; bana söylediler. Olur mu olmaz mı derken ben gittim. İlk sahne tecrübem odur. Öğrendiğim şarkıları çaldım o gece. Alnımdan şıpır şıpır ter damlıyordu; hiç unutmuyorum. Hatta ‘ben yapamayacağım’ dedim ama ‘alışırsın zamanla’ dediler. Gel zaman git zaman altında çalıştığım müzisyenler işten ayrıldı. Restoranın sahibi bana ‘sen şarkı da söyleyemez misin?’ diye sordu. Ben de orada çalışırken bir yandan da yeni şarkılar öğreniyordum. Söyledim birkaç şarkı. Söyleyiş o söyleyiş. Programımın süresini uzatıp yevmiyemi de ikiye katladılar. Böylece piyanist şantörlüğe terfi ettim.


Sonra o dönemde piyanist şantörlerin merkezi olan Tarabya tarafına geçtim. Cengiz Kurtoğlu, Nejat Alp, Atilla Kaya, aklınıza kim gelirse hemen hepsiyle çalıştım Tarabya’da. Şimdi piyanist şantör denilince küçümseniyor ama o dönemin hem müzisyenleri hem de müşterileri çok farklıydı. Tavernalar kalburüstü bir kitlenin eğlence yerleriydi ve çalanlar hep çok iyi müzisyenlerdi. Piyanist şantör müziğinin tadı sonradan kaçtı. Benim için çok özel, çok kıymetli bir dönemdi. Sonra taverna dönemi bitti, “sequenser”ların kullanıldığı bar müziği dönemi başladı. Ben de bir dönem öyle çalıştım, sonra sahneyi bıraktım zaten. 


YHT: Beste yapmaya nasıl başladınız?

AÇ: ‘90’larda bir albüm yapma fikri doğdu kafamda. Ama ortada şarkı filan yoktu. Baktım ki beste bulmak hiç de kolay değil. Yavaş yavaş kendi denemelerimi yapmaya başladım. Bir albüme yetecek kadar şarkı yazdım ve 1994 yılında o günlerin en popüler müzik firmasıyla altı yıllık bir sözleşme imzaladım. Stüdyoya girip kayıtlara da başladık ama bir süre sonra bazı şeylerden rahatsız oldum ve o firmanın bana uygun olmadığını anladım. Ayrılmak istediğimi söyledim ve albümü yapmadım ama sözleşmem devam ettiği için 2000 yılına kadar o firmaya bağlı kaldım ve başka bir firmayla albüm anlaşması yapamadım.

“ŞARKILARI AMELİYAT EDERDİM”

YHT: Şarkılarınızı başka şarkıcılara vermeye de o dönemde başladınız?

AÇ: Aynen öyle.1995 yılında Emel’in albümü için çalışıyorlardı. Ekipte Sezen Aksu, Onno Tunç, Fahir Atakoğlu, Murat Yeter filan var. Murat da yakın arkadaşımdır benim. Evindeydik bir gün. ‘Bir şarkı var, söz bulamadık’ dedi. ‘Bir de ben deneyeyim,’ dedim ve evin üst katına çıktım. Oracıkta yazdım sözleri. Emel çok beğendi ve ilk kez bir albüme adım girdi böylece. Sonra Deniz Seki, Demet Sağıroğlu, Hakan Peker, Yeşim Salkım ve Emrah albümlerine şarkılar verdim. Arkası geldi.


YHT: Bizim müzik çevrelerinde adı duyulmamış bir bestecinin şarkılarına genelde pek ilgi gösterilmez? Siz nasıl girdiniz o çevreye?

AÇ: Ben zaten o çevrenin içindeydim. Hepsi arkadaşımdı. Yaptıklarımı dinletiyordum onlara. Öyle öyle beğenenler almaya başladı şarkılarımı. Bir de yeni bir isim olduğum için büyük paralar da almıyordum. Düzgün de yazdığım için tercih ediyorlardı. Giderek artınca talepler, benim bu işi daha fazla ciddiye almam gerektiğini anladım. Kendimi geliştirmeye çalıştım. Hep hata aradım yaptıklarımda. ‘Neresi hatalı’ diye baktım, kendimi eleştirdim. O tekniği geliştirdikçe şarkılarımdaki eksikleri gördüm. Tutan şarkıları doktor gibi masaya yatırır, ameliyat ederdim. ‘Bu şarkı neden tuttu, sözlerde ne var, bestede ne var?’ diye uzun uzun kafa yorardım. Dünya müziğini takip ettim.

YHT: Altan Çetin isminin geniş kitlelerce tanınması 1999 yılında oldu. Özellikle de İzel’in “Bir Küçük Aşk” albümüyle.

AÇ: İzel’in albümü o dönem için şöyle enteresandı: Albümde on tane benim şarkım vardı. Albüm çok sattı, çok sevildi. İnsanlar İzel’in şarkı söylediği mekânların kapısında kuyruk oluyorlardı. Aynı yıl Ebru Gündeş ve Sibel Can albümlerinde de ‘hit’ şarkılarım çıkınca, benim adım haliyle daha çok anılır oldu.


YHT: 2000 yılında Hande Yener’in ilk albümü de büyük bir patlama getirdi. O dönemde DMC firmasının başında olan Ercan Saatçi’nin Hande Yener’i İzel’e rakip olarak çıkardığı ve sizinle de bu yüzden çalıştığı söylenir hep. Doğru mu bu?

AÇ: İlgisi yok. Hande Yener’in bana gelişinin Ercan Saatçi vasıtasıyla olmadı. Yakın bir arkadaşımın kız arkadaşıydı o dönemde ve biz öyle tanıştık. Prodüktörünün Ercan Saatçi olduğunu ben sonradan öğrendim. Ercan’la da arkadaştık o dönemde ama ben Hande’nin işini albümün tamamını benim yapmam şartıyla kabul ettim. ‘Stüdyoya kimseyi sokmam, bittiğinde “dat”ı teslim ederim’ dedim. Öyle kabul ettiler. Ve bir başarı kazandık. O şarkılarla tanınmayan bir şarkıcı bir anda star oldu. Bugün “giderli şarkı” dedikleri şey aslında o dönemde başladı ama ben o şarkıları yaparken şimdikiler gibi vasat ve avam bir üslup kullanmıyordum. Şimdilerde işin suyunu çıkardılar.

“YAPMADIĞIM ŞARKILARI SATIN ALDILAR”


YHT: Sonra Erol Köse günleri. Erol Köse sizdeki cevheri görmüş bir prodüktördü sanırım ve onunla çalışmaya başladıktan sonra piyasanın bir numarası oldunuz o dönemde.

AÇ: Ben aslında Erol Köse’yle değil, Uzan grubuyla anlaştım. Erol Köse o grubun müzik sektöründeki çözüm ortağı gibi bir şeydi. Hande Yener’i çok beğenmişler. DMC’ye büyük bir para ödeyip Hande Yener’i transfer etmişler. Albüm söz konusu olunca benim adım geçmiş. Ben de ilk albümünden sonra Hande’yle bozuşmuştum aslında. Şirket içi bir takım problemler olmuştu. O yüzden ben yapmak istemedim Hande’nin albümünü. Uzanların zorlamasıyla girdim işin içine. Bir sürü şart koştum, hepsini kabul ettiler. Oturup anlaşma imzaladık. O şirketteki bütün star şarkıcıların albümlerine “hit” şarkı yazmak üzere anlaştım ben onlarla. Ve yapacağım belli sayıda şarkıyı sadece o şirkete kullanacağıma dair imza attım. Yapmadığım şarkılarımı satın aldılar yani. Yaklaşık bir üç-dört sene boyunca başka hiç kimseye şarkı vermedim. Aynı zamanda şirketin müzik direktörü ve maaşlı elemanıydım. Taahhüt ettiğim şarkı sayısını tamamlayınca da şirketten ayrıldım.


YHT: Sonra bir duraklama dönemi mi başladı? Daha az şarkı duyduk sizden. Küstünüz mü yoksa?

AÇ: Hayır. Biraz geç baba oldum ben. Öyle olunca da oğlumla zaman geçirmek istedim. Müzik filan umurumda olmadı. Zaten birikimimi de yapmıştım, ayakta kalma çabam yoktu. Çocuğuma zaman ayırmak istedim. Bir de çok hızlı üretmiştim o dönemde. O hızla devam etmek mümkün değildi zaten. Yine yazdım, üretmeye hep devam ettim ama çok göz önünde olmak istemedim. Çok fazla şarkı veriyordum ve bir süre sonra insanlar bunu olağan karşılamaya başlayacaklardı. Bu yüzden bir süre kimseye şarkı vermedim. Hâlâ da çok seçerek şarkı veriyorum. O kararım devam ediyor.

YHT: Neredeyse yazdığınız bütün şarkılar ‘hit’ oldu. Bunun bir sırrı olmalı?

AÇ: Fonetiğe, şarkının nasıl duyulduğuna her zaman çok önem verdim. Sözler elbette bir anlam bütünlüğünü korumalı ama fonetik daha önemli. O dili bilmeyen birisi şarkıyı dinlediğinde kulağına nasıl geliyor? Sözler anlam olarak beyne girmeden önce fonetik olarak çarpıyor kulağa çünkü. Eğer o duyum beyinde hoş karşılanıyorsa sözlere kulak kabartıyor dinleyenler. Sözler ne kadar güzel ve anlamlı olursa olsun, duyumu kulağa hoş gelmiyorsa şarkı aksıyor, akmıyor. Bu bir teknik ve dünyada kullanılıyor. Yabancı şarkıları daha sözlerini çevirip anlamadan seviyoruz çoğu zaman. Çünkü kulağımıza hoş geliyor, şıkır şıkır akıyor. Oysa Türkiye’de çoğu söz yazarı ve besteci bunu yapmıyor.      


YHT: İlham değil de matematik mi gerekiyor yani şarkı yazmak için?

AÇ: İlham gelmez. O sendedir zaten hep. Çalışırsan ilham hep var. Bu tamamen teknik bir iş. Önce besteyi yaparım, melodi formunu bulurum. Bu melodiyi kaydederken kelimelerle söylerim. Ama bu şarkının sözü değildir, tamamen uydurma kelimelerdir. Her notanın tizliğine, pesliğine göre ağzından rahat çıkabilen kelimeler olması lazım. Zaten beyin zor olanı değil, kolay olanı dikte eder sana. O anda kelimeleri kafadan atarken zaten beyin kendiliğinden kolay kelimeleri, ağzından rahat çıkacak olanları seçer.  Mesela dik bir yere bir kelime yerleştireceksin, tutup da “i” harfiyle biten bir kelime seçmezsin; “a” ile “o” ile biteni tercih edersin.  Ben bu tekniği iyice geliştirdiğim için ister İngilizce ister Türkçe, bir melodinin üzerine birkaç dakika içinde rahatlıkla uydurma söz yerleştirebiliyorum. Dili de önemli değil zaten; fonetik önemli o noktada.

Sonra dinlerim kaydettiğim şeyi. Sözlerde mantık hiç yok; o esnada önemli de değil zaten. Bakıyorum; şarkının bir yerinde bir kelime söylemişim; mesela “balon” demişim ya da “kırmızı” demişim. Çok güzel durmuş. Onu değiştirmem. Önünü ve arkasını doldururum. Yavaş yavaş konu şekillenir sonra. Bütün bunlar çok zaman isteyen işler ama. Konuyu bir yere bağla, kelimeleri yerleştir ve fonetiğe de dikkat et. Bayağı zorlayıcı işler.

Mesela bazen bir şarkı tutuyor ama aynı besteciden ikinci bir “hit” gelmiyor. Neden? Çünkü o tutan şarkıda denk gelmiş, o tekniğe uygun bir şarkı çıkmış ama tekniği bilmediği için ikinci kez yapamamış. Denk gelmiş sadece.

“RECORD” YAŞAMAK


YHT: “Sana kırmızı çok yakışıyor”, “senin aşkın balondu söndü”, “bir sen, bir ben, bir de bebek” gibi slogan cümleler nasıl çıkıyor peki?

AÇ: Lise yıllığımda bile benim için “hazır cevap makinesi gibidir” yazmışlar. Kelime hazinem o zaman da çok genişti. Çok kitap okumayı seviyorum desem yalan olur. Fakat hayatı “record” yaşamayı seviyorum. Kitap okumak beni yoruyor. Dizi hayatta seyredemiyorum. Çok hızlı ilerlemedikçe film bile seyredemiyorum. Hayatın içinden anlık şeyler kapmayı seviyorum. Yazdığım her şey hayattan çıkıyor.

YHT: Hem pop hem de fantezi arabesk şarkılar yaptınız? Böyle bir ayrım var mı sizce?


AÇ: Hiç öyle bir kaygım yok; aksine hoşuma gidiyor farklı şeyler yapmak. Hep aynı türde çalışmak beni sıkıyor zaten. Farklı insanlarla çalışmayı da seviyorum. Çok damar arabesk bir şarkı da yazabilirim. Sibel Can’ı da, Ebru Gündeş’i de çok severdim zaten; hem seslerini, hem yorumlarını. O yüzden keyif alarak çalıştım hep.

YHT: Herkesin malumudur ki, birazcık palazlanan her şarkıcının ilk işi önce arkasında çalan müzisyenlere, sonra da besteci ve söz yazarlarına müdahale etmektir. Diyelim ki beste verdiğiniz bir şarkıcı bestenin ya da sözlerin bir yerlerini değiştirmek istedi. Bu talep karşısında tavrınız ne olur?

AÇ: Asla! Onu değiştirecek kapasite sende varsa, onu yazabilecek kapasite de vardır. O zaman niye bana geliyorsun? O arızayı görecek kadar başarılıysan, çözebilecek kadar da başarılı olman lazım. Ben zaten değiştirilmesi gereken bir yer varsa onu önceden değiştirmişimdir. Bir arıza varsa, görmüşümdür. Artık ben eksik görmüyorsam, kendimi dinleyecek binlerce insanın yerine koymuşum demektir. Bunun üzerine hâlâ bir eksiklik bulan varsa, o zaman üzgünüm.


YHT: Hande Yener’le yeniden birlikte çalışmaya başladığınızı duyduk?

AÇ: Hande’nin albümü tamamen benim şarkılarımdan oluşacak. Onun sesi ve şarkı söyleme tekniği bence tartışılmaz zaten. Kendi projem için ayırdığım, hayatta kimseye vermeyeceğim şarkılarımı Hande’ye gözü kapalı verdim. Çünkü onda çok başarılı olacağını biliyorum.


Altan Çetin’in çok katlı bir binanın bahçe içerisindeki tek katlı müştemilatını tadil ettirip tamamen kendi zevkiyle dayayıp döşediği, insana içindeyken adeta bir müzik mabedi duygusu veren stüdyosundan ayrıldığımızda dışarıda hava iyiden iyiye kararmış, ilkokul kitaplarında kış mevsiminde sayılan Kasım ayının, sonbahara özendiği bir İstanbul gecesi daha Boğaz’ın sularına çökmüştü. Altan arabasıyla beni Üsküdar’a kadar bırakırken geçtiğimiz sokaklardan, yollardan, köşe başlarından çocukluğum gülümsüyordu bana. Teyzemin elimden tutup beni hemen bir üst sokağımızdaki Avni Başman İlkokuluna götürdüğü ilk gün gelmişti aklıma ister istemez. Demek Altan da oralarda bir yerlerde, belki de benimle aynı sırada İstiklal Marşını söylüyordu okulun açıldığı o ilk gün bahçede. Kim bilir kaç teneffüs simit-gazoz sırasında arka arkaya durmuş, belki de bahçede birlikte koşuşturmuştuk. Sonra büyümüştük işte. Yıllar sonra yeniden tanışmıştık bu vesileyle. Kulağımda az önce stüdyoda dinlediğim, henüz kimselerin bilmediği yepyeni Altan Çetin şarkıları vardı. Motorla Beşiktaş’a geçerken, onları mırıldanmaya devam edecektim.  


KASIM 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder