Biraz Nezâket


(Ağustos 2012 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)

Ben çocukken de böyleydi. Nezâket denilen şey sadece şehirli, zengin, kültürlü ve eğitimli insanlar için icat edilmiş sanılırdı. Ortalama içerisinde fazla nezâket göstermek alay konusu edilir, yadırganırdı. Nazik olmak basbayağı utanılacak bir şey gibiydi hatta. “O çok nazik,” demek nazik bulduğunuz kişiye bir nevi küfretmekti.

Öğretmenlik yaptığım dönemde dersin konusuyla hiç ilgisi olmadığı halde sınıfa getirdiğim görgü kuralları kitabından çocuklara yüksek sesle pasajlar okutmuştum ve hiç gülmedikleri kadar gülmüşlerdi. Geçirdiğim en eğlenceli derslerden biri olmuştu. Çünkü çocuklar (ki lise öğrencisiydiler) bir erkeğin bir kızın sandalyesini tutmasını, kapıdan geçerken ona yol vermesini, sizden küçük ya da yaşıtınız olsa bile bir kimseye size izin vermediği ya da siz ondan izin almadığınız müddetçe “siz” diye hitap etmeyi (“sen” dememeyi) filan hem çok gereksiz, hem de çok komik buluyorlardı.


Şüphesiz ki biz sebepsiz yakınlığı, enseye tokadı, hatta laubaliliği nezâketten çok daha samimi bulan bir milletiz. Genetik kodlarımız böyle yazılmış. Bundandır ki bu ülkede fazla nezâket gösterdiğiniz durumlarda genellikle kendinizi uzaydan gelmiş gibi hissetmeniz kaçınılmazdır. En iyi ihtimalle “soğuk adam/kadın,” derler. Bunun sonu suratsızlığa, samimiyetsizliğe, hatta yapmacıklığa kadar gider.

Oysa nezâket iyidir ve her hal ve şartta, hem kendinize, hem çevrenizdekilere duyduğunuz saygının en belirgin göstergesidir. Bu internet çağında, her gün yeni bir mecrası icat olunan sosyal medyanın insanları imtiyazsız, sınırsız, kaynaşmış/kaynaştırılmış bir kitleye dönüştürdüğü bu zamanda, ‘mesafeli durmak’, ‘had bilmek’, “her lafa atlamamak’, ‘önce bilgi, sonra fikir sahibi olmak’ ve en çok da ‘nezâketi elden bırakmamak’ gibi erdemlerin eskisinden çok daha hızlı bir biçimde eriyip yok olduğuna birlikte şahitlik ediyoruz ne çare. Ya da farkındaysanız şahitlik ediyorsunuz; değilseniz zaten elle gelen düğün bayram.


Geçtiğimiz günlerde mütevazı bir yazar, dublaj sanatçısı, dublaj yönetmeni ve sunucumuzla “eski ve köklü” bir radyocumuz arasında aslında lafı bile edilmeyecek kadar kısa bir Twitter atışması yaşandı. Atışma demek bile doğru değil belki de. Birisi otobüsle seyahat ederken tesadüfen kulağına çalınan radyodaki sunucuyu isim vermeden, hedef göstermeden, gayet haklı da bir gerekçeyle anonsları esnasında çok fazla “ıııığğğğğ”lamakla tenkit etti. Öteki bu cümleyi her nasılsa gördü ve açtı ağzını, yumdu gözünü. Beri tarafın ne “paçoz”luğu kaldı, ne kıskançlığı, ne de cehaleti. “Radyo programcılığını bana öğretecek sizmisiniz (uzun yıllar gazetelerde müzik yazısı ve üç de kitap yazmış olmanın verdiği rehavetle olsa gerek, “mi” birleşik tabii), beni bir araştırında görün (haliyle “da” da birleşik.)” şeklinde bir feveranla da ağzının payı verildi.


Radyoculuk gibi binlerce, belki de milyonlarca insana hitap ettiğiniz bir meslek icra ediyor, her gün programınızda bildiğiniz bilmediğiniz her konu hakkında ağzınıza geleni, canınızın istediğince (“mikrofon bende, güç bende” mantığı ve yayımcılığın tatlı ama çok tehlikeli egosuyla) söylüyor ve sonra basit ve haklı bir tenkide bile tahammül gösteremiyorsunuz öyle mi?.. Üstüne üstlük karşı tarafın nezaketle susuyor olmasını bile hazmedemeyerek, gerek yazdıklarınız, gerekse “RT”lerle meseleyi kanırtmaya, kendinizi haklı kılmaya devam ediyorsunuz.

Burada kişiler de mesele de önemli değil aslında. Ondandır ki isim vermedim. Meraklısı arar, bulur zaten. Benim dikkatinizi çekmek istediğim şey şu veya bu kişi değil; nezaket yoksunluğumuzun vardığı nokta. Aynı mecraya, aynı teknolojik imkânları kullanarak ve bundandır ki (sanal da olsa) aynı mesafeden yazıyor olmamızın getirdiği görgüsüzlük, hadsizlik ve kabalık. Karşımızdaki insanın bizimle her koşulda eşit olduğu yanılgısına kapılmak… Saygısızlık… (Yazının başlığına hürmeten aklımdan geçen başka başka kelimeleri sıralamıyorum.)

Samimiyetin zıt anlamlısı nezâket değil, orası kesin ama dozunu kaçırdığınız anda eş anlamlısı pekala terbiyesizlik olabilir. Nezâket herkese lazım. Her zaman ve her yerde, her şartta, her durumda. Ama işiniz insana hitap etmekse çok, çok daha fazla lazım.

AĞUSTOS 2012

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder