(10 Aralık 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Türkiye’de doğan, Belçika’da büyüyen, orada bugüne dek üç de tekli yayımlayarak adını duyuran Funda’nın Türkiye pazarına yönelik ilk solo albümü “Moda”, geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle piyasaya çıktı.
Avrupa ülkelerine çalışmak üzere giden ve zamanla oraya yerleşen Türk vatandaşlarının orada doğup büyüyen ve müzik alanında kariyer edinen üçüncü kuşağından gençlerle biz ‘90’lı yıllarda tanışmaya başladık. Bugün Rafet El Roman’dan “Ah Canım” Ahmet’e, Atiye’den Eylem’e Türk popüler müziğinde bir şekilde ismini duyurmuş çok sayıda şarkıcımız var. Funda da bu zincirin son halkası ve tıpkı zincirin diğer halkaları o da gibi yurt dışında yaşamanın ve müziğe orada adım atmanın artıları kadar eksileri de cebinde taşıyarak Türk müzik piyasasına giriş yapıyor.
Beş şarkıdan oluşan albümde, üç “remix” ve bir de İngilizce sözlü versiyon var. Albümün prodüktörü de olan İskender Paydaş, yanı sıra iki şarkının bestesini, dört şarkının aranjörlüğünü yapmakla kalmamış, bir de “Boşver” adlı şarkıda Funda’ya vokalde eşlik etmiş. Yıllardır müzik piyasasının içinde olan İskender Paydaş’ı ilk kez bu albümde şarkı söylerken duyuyoruz. Albümde “Boşver”in Belçika’da tekli olarak piyasaya sürülen “Stand Up” adlı İngilizce versiyonu da var.
Yurt dışında müziğe adım atmış olmanın en büyük avantajı hiç kuşkusuz, Türk popüler müziğinin dünyadaki tüm müzikal gelişmelerden azade, kendi kısır döngüsünde dönenip duran kurallarını dert etmiyor olmak, farklı bir soluk taşımak. Funda’nın müziğinde de bu çok net bir biçimde hissediliyor. Albüm Türkiye’de kaydedilmiş olmasına karşın teknik bakımdan Batıdaki emsallerini aratmayacak bir standart yakalanmış. Aynı şey bazı şarkılarda müzikal açıdan da söylenebilir.
Buna karşılık Funda ve öncesinde tanış olduğumuz benzer isimlerin ortak sorunu olan dil faktörü bu albümün önünde de koca bir dezavantaj olarak duruyor. Bu sadece bir diksiyon problemi değil; kaldı ki biz milletçe şiveyi de kırık Türkçe’yi de sever, bağrımıza basarız. Buradaki problem Türkçeyi doğru telaffuz edememekten ziyade Türkçede duyguyu geçirememe meselesi. Funda’nın doğru telaffuz için epeyce çaba gösterdiği hissedilse de, şarkılar dinleyene geçmiyor, kelimeler havada asılı kalıyor. Tıpkı Hadise’de, Atiye’de ve yıllarca yabancı dilde söyledikten sonra Türkçe söylemeye başlayan şarkıcılarda olduğu gibi. Oysa Funda’nın asıl şarkıcılık performansı ve kendine has ses niteliği İngilizce şarkı söylediğinde açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Bu anlamda Funda’nın “Stand Up”tan sonra albümde en çok “Güneşim” adlı şarkıda etkili olduğu söylenebilir. Yıllar önce Emel Müftüoğlu’nun seslendirdiği Harun Kolçak bestesi “Deli Et Beni”nin çarpıcı bir “cover” olduğunu söyleyebilmekmek zor. Sanki yukarıda bahsi geçen Türk popüler müzik piyasasının kuralları gereği albüme konulmuş gibi. “Moda” özellikle vurucu nakaratıyla ciddi bir “hit” adayı. Albümün sonunda yer alan üç “remix”in üçü de çok dinamik ve çok modern geliyor kulağa. “Nerdesin” ise iyi bir şarkı olmasına karşın, Funda’nın teknik açıdan çok iyi ancak duygusu eksik yorumu nedeniyle yeterince etki yaratmıyor.
Adı “Moda” olan bir albümden daha iddialı, daha ilgi çekici bir kartonet tasarımı, bir görsellik bekliyorsunuz ama Funda’nın imajı, kostümleri ve albümün kapak tasarımı oldukça sıradan görünüyor. Aynı şey “Boşver” şarkısına yabancı bir yönetmen tarafından çekilen video klip için de söylenebilir.
Tüm bunlar bir yana, iyi bir pop albümü dinlemek isteyenlerin Funda’nın “Moda”sını sevecekleri şüphesiz.
(3 Aralık 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de popüler müziğin her devir ve her dönemde müzik piyasa üzerindeki baskın bir rolü var. Müzik televizyonları, radyolar, gazete ve dergilerin müziğe açtığı sayfalar çok büyük yüzdeyle popüler müziğe endeksli. Ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de popüler müziğin yarattığı bu suni baskı, müzikte alternatif türlerin doğması ve gelişmesinde itici güç oluyor. ‘70’lerin pop çılgınlığı, ‘80’lerde Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü ve Bulutsuzluk Özlemi başta olmak üzere birçok alternatif denemenin yolunu açmıştı. ‘90’larda tekrar patlayan pop müziği furyasından 2000’lerde artan ivmesiyle “rock” müziği kazançlı çıktı. 2010’lu yıllarda ise “rock” müziğin yanı sıra alternatif birçok türün neredeyse ana akımı yerinden edecek kadar yükseldiğine birlikte şahit oluyoruz.
Ceyl’an Ertem alternatif müziği yakından takip edenlerin iyi tanıdığı bir isim. 2000’lerde Anima grubunun solisti olarak adını duyuran ve 2010 tarihli ilk solo albümü “Soluk”la ciddi bir çıkış yapan Ceyl’an Ertem’in ikinci albümü “Ütopyalar Güzeldir” geçtiğimiz günlerde Ada Müzik etiketiyle yayımlandı.
Şu veya bu türe atıfta bulunulamayacak, şu veya bu tarzın klişelerine hapsedilemeyecek, kendine has bir müziği var Ceyl’an Ertem’in. Daha albümün ilk şarkısından itibaren hissediyorsunuz bunu. Şarkı yazarı olarak şiire yakın duran Ertem, her biri bir şiir örgüsündeki şarkı sözlerini hafızaya kolay yer eden melodik yapıların, tekrarlı döngülerin içinden geçirmeden müzikliyor. Metaforlarla yüklü şarkı sözlerine, Ertem’in ilk bakışta çok karmaşık duran ama aslında bir o kadar da yalın ve yalansız tınlayan müziğine nüfuz etmek için iyice kulak kabartmak, dinlerken kafa yormak, çaba sarf etmek gerekiyor. Sonrası kendiliğinden geliyor zaten. Ertem’in yaşından beklenmeyecek ölçüde bilge, sözü derin, sözü söyleme biçimi incelikli bir şarkı işçiliği bekliyor sizi.
Albümde yakalanan yüksek müzikaliyeti sadece Ertem’e mâl etmek hata olur. Zira düzenleme ve icra bazı şarkılar için bir elbisedir; onu çıkarıp bir başka elbise de giydirebilirsiniz ve sakil durmaz. Oysa bazı şarkılarda düzenleme ve icra şarkının bizzat kendisi olur çıkar; ayrı düşünemezsiniz. Albümün prodüktörü ve aranjörü ve de şarkılarda duyduğumuz hemen hemen tüm telli sazların icracısı Cenk Erdoğan bu albüme böylesi silinmesi zor bir imza atmış. Erdoğan, Ceyl’an Ertem’in alabildiğine inişli çıkışlı, ele avuca sığmaz vokal tekniğinin ve tuzaklı şarkılarının (yani her iki açıdan da teknik anlamda çok zorlayıcı) düğümlerini ustaca çözmekle kalmıyor, her bir şarkıda ‘bu şarkı başka türlü düzenlenemez ve çalınamaz’ hissini de uyandırmayı başarıyor. Albümde çalan diğer tüm müzisyenlerin ve “mix” aşamasında Alp Turaç’ın da alkışlanacak işler yaptıklarını söylemek lazım.
11 şarkı arasında Ertem’in dinleyene sıkı tokatlar attığı “Ertesi Gece”yi, “Kaçıncı Yarın”ı ve bir Mabel Matiz bestesi olan “Cennetin Irmakları”nı özellikle işaret etmek isterim. Tabii Ferhan Şensoy’dan bildiğimiz “Ütoptyalar Güzeldir”i de es geçmemek lazım. Bir tebrik de Burcu Ürgül tarafından yapılan illüstrasyonlar ve son derece şık kartonet tasarımı için yine Ceyl’a Ertem’e.
Başta da söylediğim gibi müzikte zoru sevenlerin, sindire sindire müzik dinleyenlerin tartışmasız baş tacı edeceği, kulağı kolaya alışkınların ise biraz zaman ve çabayla sevip kıymetini bileceği bir albüm bu.
(26 Kasım 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
2005’te Ankara’da temelleri atılan RockA, her “rock” grubunun kaderi olduğu üzere, o günden bugüne hem müzikal tarz, hem de kadro değişiklikleri yaşayarak, barlarda canlı performans deneyimi kazanarak, yarışmalarda şans arayarak ve bir dolu “demo” kayıt hazırlayarak bugüne dek gelmiş. Sert “rock” müziğinin elektronik müzik ve “funk”la harmanlandığı “nu-metal”den yola çıkarak “rapcore” soslu şarkılar üreten grup, Türk “rock” âleminde birinci öncelikle tercih edilmeyen, bu meyanda bugüne dek bir tek Manga’nın varlık gösterebildiği zor bir tarzın peşinde koşuyor.
Tabii bu tespiti ancak grubun daha önce yaptığı ve resmi internet sitesine koyduğu “demo” kayıtları dinleyerek yapmak mümkün. Yoksa RockA’nın geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle piyasaya sürülen ve iki şarkıdan oluşan ilk teklisi grubun müziği hakkında doğru fikir vermekten uzak.
2010 yılı Miller Music Factory yarışmasında gruba “cover” kategorisinde ikincilik kazandıran Tarkan şarkısı “Ölürüm Sana”, grubun 2012 yılındaki çıkışına da dayanak noktası olmuş. Nitekim Tarkan’ın bu “cover”ı çok beğenmiş olması, şarkıyı gruba hediye etmesi, “mixing” aşamasında stüdyoda bulunması ve nihayet çekilen klipte boy göstermesi, tekli piyasaya sürülmeden haftalar önce başlayan tanıtım kampanyasının odağına yerleştirildi ve adeta ‘Tarkan’ın lanse ettiği grup’ gibi bir algı oluşturuldu. Buradan elde edilen kazanç, bu tarzın ve türün yanından bile geçmeyecek bir kitlenin ilgisini çekmek ise şayet, kayıp da bu tarzı ve türü bağrına basacak kitleye yanlış sinyal vermek oldu sanırım. Kaldı ki içinde Tarkan olsun veya olmasın, ilk ağızda “cover” bir şarkıyla çıkış yapan Türk “rock” grubu diye özetlenmek neresinden baksanız yeni bir şey gibi gelmiyor kulağa.
Buna karşılık, şarkının nakaratından geçen alaturka nağmelere ve “hain-zalim-yarim” gibi kafiye klişeleriyle ortalama Türk pop sularında çırpınan şarkı sözlerine rağmen, geniş bir ses aralığında dolaşan armonik yapısının üzerine Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış orijinal düzenlemesinin de bir parça “rock” yürüyüşünde olduğu hatırlanırsa, “cover” yapmak için doğru tercih olduğu söylenebilir. Nitekim grup da orijinal düzenlemeye neredeyse birebir sadık kalarak, bu yeni düzenlemede elektro gitarların sesini yükseltmek, davulu daha sert çalmak ve bir de “rap” bölümü eklemekle yetinmiş; fazlasına gerek kalmamış. Tarkan’ın o çok bildik androjen yorumunun yerinde ise (vurguları yer yer Tarkan’ı anımsatmakla birlikte) daha agresif ve daha maskülen tınlayan bir solist yorumu var.
Teklideki diğer şarkı olan “Anlatması Zor”un söz ve müziği grubun solisti Halil Özüpek’e ait. Grubun peşinde koştuğu türün ve tarzın tüm gerekliliklerini yerine getiren, iyi bir şarkı olmasına karşın, çok çarpıcı olduğunu söylemek mümkün değil. Daha ziyade bir ‘B yüzü şarkısı’ olsun diye konulmuş gibi.
Sektöre yeni adım atan birçok grup ve şarkıcının her nedense ihmal ettiği bir husus var ki o da kendilerinin ya da kendileri adına çalışan “PR”cıların interneti yeterince etkin kullanamamaları. RockA’nın bu konudaki çalışması ise altı çizilmesi gereken türden. Grup hem oldukça kapsamlı bir resmi internet sitesi oluşturmuş, hem de her türlü sosyal medya ve iletişim platformunda hesap açmış. Hatta sadece grup adına değil, grup elemanları adına da ayrı ayrı hesaplar açılmış. Olması gereken tam da bu aslında. Müzik alanında “PR” faaliyetleri yürütenler kadar yeni şarkıcı ve gruplar da RockA’nın bu çalışmasını örnek almalı.
RockA’nın müziğini tanımak için yakında yayımlanacak albümü beklemek daha doğru olacak. Bu tekli sadece grubun adını ezbere almak için işe yarayabilir ki, yaradı demek de yanlış olmaz.
(19 Kasım 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Hepimiz farkındayız ki iki bin onlu yıllar Türkiye’de pop müzik açısından verimli geçmiyor. Bu gerçeği doğrulayacak çok sayıda gerekçe var elimizde. Bunların hepsini tek tek saymak belki ayrı bir yazı konusu olabilir ama galiba en belirgin gerekçe artık yeni bir yüze, yeni bir sese adını duyurma şansının neredeyse hiç verilmemesi. Oysa tüm dünyada geçmişten gelenler hâlâ dinlenilir ve alkışlanırken bir taraftan da yenilere de kapılar sürekli açık tutulur ki kan deveranı devam etsin (adı üstünde) popüler müzik durmaksızın kendini güncellesin.
Bu şartlar altında adını daha önce hiç duymadığımız, henüz 20 yaşındaki Ece Seçkin’i müzik piyasasına lanse etme cesaretini gösterdiği için Doğulu Productions’ı ve Socia Entertainment’ı kutlamak gerekiyor. Bir ekip ruhuyla ortaya çıkarılan Ece Seçkin’in ilk albümü “Bu Ne Yaa!” pop müzik piyasasına adeta taze kan gibi çıkageldi.
Altı yaşında konservatuvarın kapısından giren Ece Seçkin, aldığı piyano eğitimini şan, bale ve dans dersleriyle perçinlemiş, lise yıllarında da kendi kurduğu grupta şarkı söylemiş. Halen Hukuk Fakültesinde eğitim gören Seçkin’in müziğe profesyonel olarak adım atması ise Ozan Doğulu ile tanışması sayesinde olmuş. Daha önce müzik dünyasına Bengü ve Sıla’yı kazandıran Doğulu Productions (bir anlamda Doğulu ailesi), menajer Ufuk Ergin’in de desteğiyle Ece Seçkin’i söyleyeceği şarkılardan, giyeceği kostümlere dek bir proje olarak bugünlere hazırlamışlar. Bugün müzik piyasasında eksikliği en çok hissedilen şeylerden biri de bu değil mi zaten? Proje, tasarım, önceden belirlenmiş bir kariyer planı ve bu doğrultuda sürdürülen bir ekip çalışması ne yazık ki çok kıdemli, çok deneyimli starlarımızın bile göz ardı ettiği gereklilikler.
Altı şarkılık bu albümde şarkıların söz ve müziklerinde Deniz Erten, Ozan Doğulu, Arzu Alsan ve Hakan Bahadır’ın yanı sıra yazdığı şarkı sözlerini ilk kez bir albümde değerlendiren Ece Doğulu’nun imzalarını görüyoruz. Bir şarkı (“Yana Yana”) yıllar önce Fatih Erkoç’un sesinden dinlediğimiz bir Özkan Turgay bestesinin yeni düzenlemesi. Bir şarkı ise (“Mahşer”) Arapça bir şarkının Türkçe uyarlaması. Albümde beş şarkıyı Ozan Doğulu, bir şarkıyı ise (“Olmadı Olmaz”) bugüne dek adını hep albümlerin teknik künyelerinde, miksaj ve kayıtta gördüğümüz Arzu Alsan düzenlemiş.
Albüm ana akım Türkçe popun gerekliliklerini dünyada şu sıralar çok popüler olan elektronik dans müziği sosuyla dinleyiciye sunuyor. Az sayıda şarkı kullanıp, her bir şarkıyla etki yaratmak da bir başka strateji. Nitekim albümde başta çıkış şarkısı “Bu Ne Ya” olmak üzere, “Yana Yana”, “Büyüyünce” ve “Mahşer” birer ‘hit’ adayı gibi duruyor. Ece Seçkin de genç yaşta kendisine verilen bu şansı yeterince değerlendiriyor. İlk dinleyişte kulağa yeterince tok gelmeyen, çocuksu bir tınısı var Seçkin’in. Bunun hedef kitlesi açısından bir avantaj olduğu da söylenebilir. Düzgün bir teknikle şarkı söylüyor ve ses aralığının dar olmadığını da yer yer (mesela “Mahşer” de) gösteriyor. Bu büyük bir artı. Henüz çok genç ve zamanla kendi karakteristiğini bulacağı da şüphesiz.
Ece Seçkin’in ve onu destekleyen ekibin çıktıkları yolda kazanacakları başarı, sadece onun değil, başka yeni isimlerin de önünü açması açısından dikkate alınmalı.
"Nostalji kafası" değil, bir dönem sahiden müzik adına çok başka işler yapıldı bu memlekette. Onları bilmeden, keşfetmeden, dinlemeden ne kadar ahkâm kesilse hep bir cehalet payı kalıyor. Ve ne yazık ki bugün Türkiye'de çok sayıda dinleyici, müzik üzerine kalem oynatan kişi ve dahi müzisyen bu cehalet payından nasibini alıyor. Neyse ki tek tük de olsa o dönemin ruhuna vakıf işler de yapılıyor bugünün müzik piyasasında. Bu yazının konusu tam da böylesi üç albüm işte. Nilüfer'in o meşhur albümünün adına bir göndermeyle, buyurun yeniden yetmişlere!
HAKAN KÜÇÜKÇINAR – “AŞK MERDİVENLERİ”
Hakan Küçükçınar Ankara kökenli bir müzisyen. Ankara’dan hep iyi müzisyenler çıktığını söylerler ya, Küçükçınar bir röportajında bu durumu şu cümlelerle özetlemiş: “Sıkıntılı mekânlardan daha derin adamlar ve sanatçılar çıkar. Çünkü yoksunluk yaratıcılığı kışkırtan bir şeydir.” Nitekim o da üniversiteyi Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumasına, sonrasında mali müşavir olarak çalışmaya başlamasına rağmen çocukluğundan beri başucunda tuttuğu müziği hiç ihmal etmemiş. İlkokulda bağlama çalarak başladığı müzik yolculuğu, lisede bas gitarla devam etmiş. Önceleri ünlü şairlerin şiirlerini besteleyerek giriştiği şarkı yazarlığı serüveni ise zamanla kendi sözlerini yazmaya doğru yönlendirmiş onu. 1993’de hem bas gitar çaldığı hem de bazı şarkılarına imza attığı Çekirdek adlı grup “Siste Yürümek” adlı albümü yayımlamış.
Çekirdek’in dağılmasından sonra Trip adlı bir grup kuran ve bu grupla Ankara barlarında epeyce ün yapan Küçükçınar, Trip’le çalmaya devam ederken bir yandan da Çekirdek grubundan bir arkadaşı ile birlikte Ortanca adlı grubu kurmuş. Bir de albüm kaydetmişler ama o günün şartlarında albümü piyasaya sürememişler. 2007 yılında bu defa Kendinden Prensli At adlı bir grup kuran ve halen bu grupla Ankara’da sahneye çıkmaya devam eden Hakan Küçükçınar’ın ilk solo albümü “Aşk Merdivenleri” geçtiğimiz aylarda piyasaya çıktı.
Küçükçınar müzikte ilk ilhamını Paul Simon, John Lennon, Bob Dylan ve Leonard Cohen gibi şarkı yazarlarından aldığını, Beatles’dan çok etkilendiğini, Türkiye’de ise Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok ve Mazhar Alanson’u ‘üç büyükler’ olarak kabul ettiğini söylüyor. Bunu bilmiyor olsanız bile, şarkılarını dinlerken hissetmeniz mümkün. Çünkü “Aşk Merdivenleri” tam da bu adı geçen müzisyenlerin her biri birer imza haline gelmiş müzikal tavırlarının bir ortalaması gibi. Belki bir parça Barış Manço, bir parça Erkin Koray da ekleyebilirsiniz bu karışıma.
Albümde 10 şarkı var ve tamamının söz, müzik ve düzenlemeleri Hakan Küçükçınar’a ait. Küçükçınar 1993 yılından bu yana yazdığı şarkılarından bir seçki yapmış bu albüm için. Eskilerin yanında birkaç yeni şarkı eklerken, eskileri de elden geçirmiş, revize etmiş.
Başından sonuna müzikal bütünlüğünü koruyan bir albüm bu. Gürültü patırtı yapmadan, sakin sakin sözünü söyleyen şarkılar, eski zamanlardan çıkıp gelmiş gibi tınlayan gitar tonları, akordeon, mızıka ve çellonun kattığı lirik renkler ve yormayan davul yürüyüşleriyle çalınıyor. Hakan Küçükçınar belli ki düzenlemeleri yaparken enstrüman cambazlıklarının şarkıların önüne/üzerine çıkmasını istememiş. Böylece şarkıların naif yapılarını korumuş ve iyi de olmuş. Yer yer “yahu şu davul biraz daha sert vursa, şu elektro gitarın sesi biraz daha duyulsa,” diyesiniz geliyor, bu zamanın müziğine alışmış kulağınızın isyanıyla ama bu albümü farklı kılan tam da bu zaten.
Albümde ilk klip şarkısı olarak “Kördüğüm” seçildi. Daha sert bir “sound”la sıkı bir “rock” etkisi yaratabilecek bu şarkının ardından muhtemelen ticari bir düşünceyle ikinci klip “Mavi Yaz Akşamlarımız”a çekildi. Gitar çalmayı yeni öğrenmiş herhangi birinin zorlanmadan yapabileceği bir beste “Mavi Yaz Akşamlarımız” ve aslına bakarsanız albümdeki en zayıf halka. Deniz, kumsal ve ateş kenarında söylenen şarkılar bizim kuşağın (ve dolayısıyla da Hakan Küçükçınar’ın) gençlik günlerinde kaldı ne çare. Oysa albümde özellikle Ortaçgil’e yakın duran “Kaybettiklerim”, “Her Şey Seninle Anlamlı” gibi şarkıların daha etkili olduğu söylenebilir. Mesela “Her Şey Yolunda” albümü lanse etmek için çok daha doğru bir tercih olabilirmiş ki bence albümdeki en dikkat çekici şarkı. Mazhar-Fuat-Özkan seviyorsanız “İnanmadım”, Erkin Koray ve Barış Manço’nun ilk dönemlerine hayransanız “Dolunayda” ve “Rüzgârlı Yollar”, ille de Fikret Kızılok derseniz de “Aşk Merdivenleri”ni beğenme ihtimaliniz yüksek.
Her ne kadar deneyimli bir müzisyen olsa da ilk albümünü yayımlamış biri için iddialı yakıştırmalar yaptığımı düşünenler için yazının bir yerlerinde geçen “ortalama” kelimesinin altını çizmek isterim. Evet, tüm bu esintiler iyi hoş ama elbette asılları kadar değil. Saydığım tüm müzisyenler kendilerine ait çok belirgin nitelikleri, karakteristikleri olan isimler. Hakan Küçükçınar’ın farklılığını ve kendine ait/özel karakteristiğini ise şimdilik sadece onlardan ilham alarak iki bin onlu yıllar müzik piyasasının genel geçerine kafa tutan tarzı olarak yorumlayabilmek mümkün. Bu tavrın ve tarzın üzerine yeni ve farklı bir şeyler koydukça (ki bu yetkinlikle koymaması mümkün değil) onu daha iyi tanıyabileceğimizi düşünüyorum. Elimizdeki albüm bunun sinyallerini açık bir biçimde veriyor zaten.
Albümün Özgür Atamer ve Tarkan Coşan tarafından hazırlanan açık mavi tonlardaki kartonet tasarımının üzerinizde yarattığı ferahlık duygusunu dinlediğiniz şarkılar da pekiştirecek ve depresif şarkıların gereğinden fazla prim yaptığı bu günlerde bu albüm yüreğinize su serpecek. (Kartonetle ilgili bir not daha: Ben o kartonetin iç sayfalarında, o merdivenin başında Hakan Küçükçınar’ı görmeyi bekledim ve bırakın bu mizanseni bir yana, kartonette bir tek fotoğrafının dahi kullanılmamış olmasının, bunun bir ilk albüm olması gerekçesiyle, iyi bir fikir olduğunu düşünmedim.)
FLÖRT – “ANADOLU BEAT”
Bilenler bilir, Flört’ün orijini ‘90’larda tanış olduğumuz Kim Bunlar grubudur. 1998 yılında yayımlanan ilk albüm “Reyhan/Ara Barı” tamamı bildik türkülerin grup müziğine uyarlanmış versiyonlarından oluşuyordu. O dönem Ayna grubunun kazandığı popülerliğin de etkisiyle ‘70’li yıllar Anadolu popuna kaba bir geri dönüş geçer akçe olmuş, kendi müziğini yapabilmek için kapı kapı dolaşan grup, albüm yapabilmek için kendine ancak böyle bir çıkış yolu bulmuştu. Anlaşma imzaladıkları Prestij Müzik hesabına bir albüm daha yaptılar ve firmanın batmasından sonra Flört adıyla yollarına devam ettiler.
O günden bugüne çeşitli kadro değişiklikleri yaşayan ve bir süredir Ozan Kotra, Çağatay Kehribar ve Hakan ‘Timsah’ Çağlar’dan oluşan Flört, dördüncü albümü “Anadolu Beat” i geçtiğimiz aylarda yayımladı .
Flört adıyla yapılan 2001 çıkışlı ilk albümden bu yana yükselen bir grafik çizen grubun, bu albümde artık tam anlamıyla olgunluk dönemine geçtiği açıkça görülüyor. Bugünün müziğinde olsa olsa bir “konsept albüm”, bir “proje” olarak dinleyiciyle buluşabilecek, handiyse marjinal bir iş, Flört’ün elinde başka hiçbir grupta/solistte durmayacağı kadar olağan duruyor. Çünkü her albümde bizi buna biraz daha alıştırırken, bir yandan da peşinde koştukları müzikal tavrı bir öykünmeden ya da göndermeden öteye götürerek sahiplendiler, adeta bir elbise gibi üzerlerine giydiler.
Hiç Flört dinlememişler şimdi haklı olarak nedir bu müzikal tavır diye düşünüyor olabilirler. Şöyle açıklanabilir: Flört’ün şarkılarında, dünyada ’60 ve ‘70’ler Beatles ve türevleri gruplarının, Türkiye’de Altın Mikrofon yarışmalarına katılan altmışlı yıllar orkestralarının, ’70 ve ‘80’ler Barış Mançolarının, Mazhar-Fuat-Özkanlarının ve diğer dönemdaşlarının izleri var. Sadece şarkılardan hissedilen izler değil bunlar; şarkıların düzenlemeleri, çalınışları, kaydedilişleri, grup elemanlarının görünüşleri, klipler, kliplerdeki danslar, albüm kapak tasarımı… Her detayıyla dinleyeni başka bir zaman dilimine götüren bir grup Flört. Ve bunu bir renk, bir hoşluk ya da bir imaj çalışması olarak değil, can-ı gönülden, severek ve isteyerek ve en önemlisi de bilerek yapıyor.
Tamamı grup elemanlarına ait 11 şarkıdan oluşan “Anadolu Beat” adlı bu yeni albüm, yukarıda bahsi geçen dönemleri yaşamışlar kadar, o dönemlerin müziğine yetişememişler için de ilgi çekici. Bundan önceki albüm gibi bunu da tamamen analog teknikle kaydeden grubun bu albümü bir de plak formatında basıldı ki, Türkiye’de seksen sonu doksan başından bu yana albümlerde analog teknik kullanılmadığı düşünülürse, “Anadolu Beat”in ‘80’lerden bu yana basılan ilk analog plak olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dijital yöntemlerle sıkıştırılmamış sesin eşsiz ses kalitesini deneyimlemek için bile albümün plak kopyası satın alınabilir. Nitekim ben de yıllar sonra ilk kez bir albümü CD yerine plak olarak satın aldım sadece. Hatta bu yazıyı da albümü plaktan dinleyerek yazıyorum.
’70 ve ‘80’lerin tek kanallı TRT günlerine neşeli bir selam çakan “Dün TRT’de İzledim” albümde ilk klip çekilen şarkı oldu. Henüz müzik videolarının emekleme dönemini yaşadığı, şarkıların görüntülere kurban edilmediği yıllara göndermelerle dolu ikinci klip ise albümün en ferah, en iç açıcı şarkılarından biri olan “Biz” için çekildi.
Saykodelik “rock” sularında gezinen “Lan Oğlum Böyle Olmaz”, o yılların safdil duyarlılıklarına, “çiçek çocukları”na göz kırpan göz kırpan “Sevgiye Doğru”, “Minik Kuş”, “Sevgili Gönül” ve “Yine de Seni Seviyorum” , tuhaf bir şekilde genellikle şehirli gençlerin elinde büyümüş Anadolu popun tam orta yerinden çıkıp gelmiş gibi duran köy/kırsal güzellemesi “Ne Güzel”, çok eğlenceli “Suzan Yüzünden” ve sözünü sadece 57 saniyede söyleyen çok romantik “Suskun”… Her biri o yıllardan bu yıllara dinlediklerimizin yarattığı kulak kirliliğini temizlemeye yarayacak şarkılar. Çok basit, naif, yalansız, dolansız, entrikasız, çiçeğin, böceğin, pencereye konan kuşun, kelebeğin, kırın, bayırın, denize açılmanın hayatlarımıza renk katabildiği, neşeli günlerin şarkıları bunlar.
Albüm kartoneti, kapak fotoğrafı, grup elemanlarının saç ve sakal modelleri, kostümleri de bu bütünü en olması gerektiği şekilde tamamlıyor ve tüm bunların da etkisiyle grubun müziği bir deney/deneme gibi durmuyor. Sahiden öyleler adeta. 30 yıl öncesine aitler.
Flört’ü ve müziğini en iyi şekilde albüm kartoneti için Güven Erkin Erkal’ın yazdığı yazıdan yaptığım bu alıntı tanımlayacak sanırım: “Kısa bir sürede bir üst modelle yenilememiz üzere tasarlanmış arabalarımız, telefonlarımız, bilgisayarlarımız var. Tüketirken tükeniyoruz… Nasıl yaşıyorsak müziği de öyle dinliyor ve kaydediyoruz. Durmadan indiriyoruz. Flört bu gidişe yaptığı işi ve üslubuyla “Hop!” demiş bulunuyor.”
Çok kolay gibi gözüken çok zor bir işin üstesinden hakkıyla gelen Flört, ilgiyi hak ediyor. Mutlaka dinleyin.
REPLİKAS – “BİZ BURADA YOK İKEN”
Replikas’ın geçtiğimiz Nisan ayında piyasaya çıkan “Biz Burada Yok İken” albümünü de arşivinizde yukarıda bahsi geçen iki albümle birlikte saklayabilirsiniz. Zira bu albümde de ’60 ve ‘70’lerin Anadolu pop hitleri, Replikas üst başlığıyla bir araya getirilmiş.
Evveliyatı daha eskiye dayansa da ilk albümü “Köledoyuran”ı 2000 yılında yayımlayan Replikas zaten bildik bileli müziğinde o dönemi temel izlek olarak alıyordu. ’60 ve ‘70’lerin yenilikçi, ayrıksı ve deneysel işlerinin 2000’lerde izini süren Replikas, bu defa doğrudan doğruya o işlerin (tabiri caizse) ‘babalarına’ bir saygı selamı göndermeyi tercih etti.
Albümde 11 şarkı var. Cem Karaca’dan Barış Manço’ya, Haramiler’den Erkin Koray’a, türün belkemiğini oluşturan isimlerin Anadolu popa attıkları silinmez imzalardan örnekler bunlar. Kimisi türkü, kimisi türkü formunda beste düzenlemeleri. Kimisinde orijinal düzenlemeye birebir sadık kalınmış, kimisinde işin içine Replikas’ın dokunuşları da girmiş.
Şarkıların orijinal versiyonları hiç dinlemediyseniz şayet, bu şahane geçmişin küçük de olsa bir bölümünü aydınlattığı için, bir dönem talihsiz bir şekilde Haluk Levent ve Kıraç’ın adıyla anılmaya başlanan Anadolu popun aslında nasıl derin ve zengin bir derya deniz olduğuna aymanız an meselesi. Yok eğer eski versiyonları biliyorsanız, bu defa ister istemez kıyaslamaya başlıyorsunuz.
İşte o noktada bütün o iyi icraya, yakalanan parlak “sound”a rağmen bir şeyin yolunda gitmediği hissediliyor. O da o şarkıların asıl söyleyenlerinin çok tipik ve çok baskın sesleri, şarkıcılıkları. Bir Cem Karaca’nın, bir Ersen’in, bir Mazhar Alanson’un sesi hep eksik kalıyor. Yani şarkıların resim sanatı deyimiyle birer reprodüksiyon olarak kabul edilebilecek Replikas versiyonlarında, kullanılan fırça aynı olsa da, resim aynı tadı vermiyor. Elbette eldeki malzemeyle ne yapılsa aşılamayacak bir handikap bu. Belki bu projeyi benzer bir şekilde, ama daha önce düzenlenmemiş türküler/türkü formunda bestelerle ele almak işe başka bir boyut katabilirdi.
Buna karşın o müthiş denemelerin, bugün dahi üzerine çıkılamamış düzenlemelerin ehil ellerde yeniden yorumlanışına şahit olmak hiç de az şey değil. Albüm kartonetinde müzik yazarı Murat Meriç’in her bir şarkı için yazdığı yorumlar dinleyiciyi hem bu konuda bilgilendiriyor, hem de şarkıların orijinal versiyonlarının hikâyelerini dillendiriyor. Bu notların altına orijinal 45’lik kapaklarının konulmuş olması da çok yerinde.
Yazıları okurken şarkılara kapılıp gitmek, gerçek Anadolu popun kapısından içeri girip, bir süreliğine o dünyada dolaşmak mümkün. Replikas’ın dinlenilmesi ve sindirilmesi neresinden baksanız zor müziğiyle tanışmak için kolay bir vesile de olabilir bu albüm. En azından denemeye değer.
(12 Kasım 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
1990 yılında profesyonel müzik yaşantısına başlayan 1996 ve ’97 yıllarında Eurovision şarkı yarışması Türkiye finallerinde ikincilik kazanan ve 2000 yılında yarışmada Türkiye’yi temsil eden Pınar Ayhan nihayet ilk albümüyle karşımızda. Baha Müzik etiketiyle piyasaya sürülen “Duyuyor musun?” adlı bu albümde altı şarkı ve iki de farklı versiyon var.
Eurovision’un yanı sıra zaman zaman solist, zaman zaman da sunucu olarak yer aldığı televizyon programlarından da tanıdığımız Pınar Ayhan yıllardır müzik piyasasının içinde olmasına karşın oyunu kuralına göre oynamayan, ağır ve emin adımlarla ilerlemeyi tercih edenlerden. Şayet aksini düşünseydi bugüne dek hem çok sayıda albüm yapmış, hem de ciddi bir popülerlik yakalamış olabilirdi.
Albümde kendi söz ve bestelerinin yanı sıra, eşi Sühan Ayhan’ın da besteleri var. Bir şarkının sözlerini Ferhat Göçer yazmış, bir şarkı ise bir Celal Güzelses türküsünü olan “Bahçada Yeşil Çınar”ın yeni yorumu. Düzenlemelerde ise Ogün Dalka, Gökhan Över, Ali Tolga Demirtaş, Mete Artun ce Serhat Demirtaş’ın imzaları var. Halen Ankara’da yaşayan Pınar Ayhan, albümü de Ankaralı müzisyenlerle birlikte kotarmış ve adeta İstanbul müzik piyasasına ve bu piyasanın müzikal kriterlerine, bağlayıcı kurallarına kafa tutmuş. İyi de yapmış; zira nicedir pop piyasasında böylesi sıraya girmeyen işlere pek rastlanmıyor.
Latin esintilerinin Anadolu ritimlerine karıştığı, İspanyol gitarların caz akorlarıyla buluştuğu renkli bir müzik yelpazesinin içinden ayırt edilebilir ses rengi, notaların içini eksiksiz dolduran parlak tınısı ve düzgün şarkıcılık tekniğiyle ses veriyor Pınar Ayhan. Albümü başından sonuna dinleyip bitirdiğinizde bir kadife dokunuşu kalıyor kulaklarınızda; bağırıp çağırmıyor, ellerinizi havaya kaldırmaya zorlamıyor, dilinize yapışmak için taklalar atmıyor. Ve belki de bu yüzden bugüne değil de bir başka zamana aitmiş gibi duruyor. Bu bir avantaj da olabilir, (bugünün şartlarında) ne çare dezavantaj da.
Pınar Ayhan gibi kendi yağıyla kavrulan müzisyenlerin albümlerini ne zor şartlar altında bitirebildiklerini iyi bilmiyor olsaydım, bu zengin müzikal altyapıda keşke canlı davul kayıtları kullanılmış olsaydı diye düşünebilirdim. Bir de ben olsaydım, Türkiye’yi Eurovision şarkı yarışmasında temsil etmiş en iddiasız ama en güzel şarkılardan biri olan “Yorgunum Anla”yı, albümdeki bu çok farklı düzenlemesinin yanı sıra, orijinal haliyle; o sıcak ve kıvrak Latin düzenlemesiyle de kullanmayı tercih ederdim.
Bu çekinceler bir yana, Pınar Ayhan gibi bir ismin uzun yıllar sonra bile olsa bir albümle sesini ve müziğini çok daha fazla sayıda insana ulaştırabilmesi sevindirici. Umarım bu ilk albüm, bundan sonra uzun bir ara vermeksizin üretilecek nice yeni albümün habercisi olur.
(5 Kasım 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Diğer müzik türlerinin aksine, caz müziğinde dünya çapında adını duyurmuş çok sayıda Türk müzisyen var. 11 yaşında konservatuar eğitimi almaya başlayan, eğitimini Hollanda’da devam ettiren ve caz müziğinde sadece icracı olarak değil, öğretim görevlisi olarak da kariyer edinen doçent unvanlı Baki Duyarlar da bunlardan biri.
Aynı adı taşıdığı, alaturka müzik bestekârı babasının ününü tamamen farklı bir müzik türünde sürdürüyor olmasına karşın, caz kompozisyonlarına Türk müziğinin izlerini sürmekten kaçınmayan bir müzisyen Baki Duyarlar. Nitekim yakın bir tarihte piyasaya çıkan son albümü “Kemenjazz”da da Derya Türkan’ın kemençesi eşliğinde, daha önce denenmemiş yeni bir müzikal form deniyor.
Baki Duyarlar ve Derya Türkan’ın yanı sıra Cem Aksel, Erdal Akyol, Dilek Türkan, Şenova Ülker ve Azize’nin de katkıda bulunduğu “Kemanjazz” sadece bir albüm adı değil; Türk caz müziğinin ya da Türk sanat ve halk müziğinin caz kalıplarındaki düzenlemeleriyle geliştirilmiş formun ötesinde bir işin, tek başına dünya caz literatürüne geçecek bir yeni bir denemenin de adı gibi (sanırım caz kelimesinin Türkçe imlası yerine “jazz”in tercih edilmesi de bundan.)
Yedisi Baki Duyarlar’a, biri Derya Türkan’a ait sekiz eserin yer aldığı bu albümde Duyarlar ilk kez sözlü eserlere de yer vermiş. Baki Duyarlar bu projenin oluşmasında Derya Türkan’ın kemençesinin ve bu enstrümanda geliştirdiği olağanüstü tekniğin ilham kaynağı olduğunu gizlemiyor. Özellikle albümün açılışında sözsüz versiyonuyla yer alan “Aşk Tanrısına” adlı bestede Derya Türkan’ın yaptığı kemençe taksiminin üzerine Azize tarafından yazılan sözlerle sözlü bir esere dönüşmesinin Duyarlar’ı bir müzisyen olarak çok heyecanlandırdığı albüm kartoneti için kaleme aldığı yazıdan da anlaşılabiliyor (nitekim bunun dünyada bir ilk olduğundan bahsediyor.)
Baki Duyarlar’ın yine Ada Müzik etiketiyle yayımlanmış önceki iki albümü (“Overseas” ve “Colors”) ile aynı görsel konseptte buluşturulmuş Hayalgücü Tanıtım imzalı nefis kapak kompozisyonu ile dinleyiciye sunulan bu albüm caz severlere her bakımdan yeni ve farklı bir müzikal yolculuğun kapılarını açıyor.
“Kemanjazz” hem başucunuza koyabileceğiniz, hem de arşivinizde uzun yıllar saklayabileceğiniz kıymetli bir albüm.
(29 Ekim 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Popüler müziğin endüstriyel kanadında at koşturmanın tüm dünyada geçerli bazı kuralları var. Öncelikle uzun vadeli bir kariyer planı ve bu planın hayata geçirilmesi için çalışan iyi bir ekip, bu işin olmazsa olmazları. Şarkıcının söylediği şarkıdan giydiği kostüme, çekilen klibinden, basına yansıyan yüzüne kadar bir paket halinde, doğru sunulması ve pazarlanması ise bir başka gereklilik.
Murat Boz’un popüler müzik piyasasında Tarkan’dan bu yana en dikkat çekici yıldız olmasına karşın, bir türlü kendi kulvarındakilerden öne çıkamamasının sebebini de yukarıdaki paragrafta aramak gerekiyor sanırım. Nitekim 2011 çıkışlı “Aşklarım Büyük Benden” albümü kendi dinamikleri içerisinde Boz’un popülerliğini devam ettirmekten öteye geçemedi ve beklentilerin epey altında kaldı.
Murat Boz’un geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan “Dance Mix” adlı albümünde, son albümün bazı şarkıları yeni düzenlemelerle karşımıza çıkıyor. Yeterince ses getirmemiş albümlerin “remix” takviyesiyle temposunu yükseltmek son dönemde sıkça tercih edilen, ne çare ki sonuç getirmeyen bir çaba.
Nitekim Boz da “Dance Mix” albümünde sırtını bir önceki albümün “hit”lerinden “Özledim”e yaslamış gibi görünüyor. Daha önce Ozan Doğulu albümünde kullanılan “Yazmışsa Bozmak Olmaz”ı bir kenara koyarsak, geride kalan yedi “remix”, Erdem Kınay gibi, Gürsel Çelik ve Kıvanch K. gibi bu alanda söz sahibi isimlerinden ellerinden çıkmış olmasına rağmen kıyametler koparacak gibi görünmüyor. Şarkılar yeterince güçlü olmayınca “remix”lerin kuş konduramadığını da bu vesileyle bir kez daha görmüş oluyoruz.
Murat Boz’un kariyerinde ulaşmak istediği hedef nedir bunu bilmiyoruz ama, son yıllarda gerek söylediği şarkılar, gerekse çizdiği imajla kendini konumlandırdığı yerin, aslında olabileceği/olması gereken yerden çok uzakta durduğu bir gerçek. Bir ‘ara albüm’ olarak kabul edilebilecek bu çalışmanın da diskografisinde bir artı puan olarak anılmayacağını söylemek sanırım yanlış olmaz.
Sıla’nın “Joker” albümüyle hem kendi kariyerinde, hem de günümüz popüler müziğinin seyrinde çıtayı ciddi bir biçimde yükselttiğini yazmıştım bundan bir süre önce. Bir ‘ara albüm’ projesi olmanın çok ötesinde bir işti ve daha uzun bir süre tadı çıkarılabilirdi. Bundandır ki yeni albümünün hazırlıklarını tamamladığını öğrendiğimde, biraz erken davrandığını düşünmüştüm. Neden acele edildiğini ise yeni albümü dinlemeye başlayınca anladım.
Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan “Vaveyla”, adının taşıdığı çığlığı içinde saklayan bir albüm. Sanki yüksek bir yardan, ucu görünmeyen bir uçuruma doğru atıyor çığlığını Sıla. Önce yok olup gidiyor sesi, sonra dalga dalga, yankılanarak geri dönüyor. “Ne oluyor burada?” diye dönüp baktırmıyor belki ilk anda ama sonrasında yankılar peşinize takılıyor ve kolay kolay da bırakmıyor. İşin sırrı da burada zaten; iddiasız ama aslında çok iddialı, sessiz, sakin ama aslında çığlık çığlığa bir Sıla var bu albümde. Tıpkı “Joker”de olduğu gibi.
Belli ki Sıla, “Joker”de ekibiyle birlikte yakaladığı sinerjiyi bu defa yeni şarkılarla sürdürmek istemiş. Nitekim bu yeni albüm tamamen aynı konseptle ortaya çıkarılmış. Aynı ekip (senfonik yaylılar hariç), aynı akustik düzenlemeler, aynı süssüz, makyajsız, dolgusuz, yalın müzik kaygısı.
Geçenlerde “Vaveyla”yı yakın dinleme (müzik yazarı kulağıyla dinleme) seanslarımdan birinde her nasılsa müzikçalarımın şarkıları rastgele karıştırma özelliğini açık bırakmışım. Albümden bir şarkının hemen arkasından “Vur Kadehi Ustam” çalmaya başladı ve ben ancak birkaç dakika sonra farkına varıp gayri ihtiyari, “Nasıl yani, Sıla bu şarkıyı yeni albümünde bir daha mı söylemiş?” diye düşündüm. “Joker” ve “Vaveyla”nın birbirine çok yakın tınıları beni bile faka bastırdı anlayacağınız.
Bu anlamda “Vaveyla”, “Joker”in bir devamı, hatta ikinci diski gibi. Bunun altını yermek maksadıyla mı çizip duruyorum?.. Elbette hayır. Tam tersine, popüler müziğin tam orta yerinde at koşturmakta olan bir şarkıcının “Joker” gibi bir albümle aldığı riski, eski şarkılarının yeni düzenlemeleri koruyucu kalkanından çıkarıp, bu defa yeni şarkılarıyla tekrar göze almasını neresinden baksanız cesurca buluyorum. Bu pencereden baktığımda ise doksanlarda Nazan Öncel’in “Göç”ü neyse, iki bin onlarda Sıla’nın “Vaveyla”sının o olabileceğini düşünüyorum. Aradaki fark Nazan Öncel’in o albümü beklenmedik bir şekilde önümüze koyuvermesiydi; Sıla ise “Joker”le bizi buna hazırlamıştı.
Tabii bütün bu saydıklarım, albümün popüler müziğin seyri içerisindeki duruşuyla, müzikal yapısı, düzenlemeleri ve icrasıyla ilgili övgüler. Başka bir açıdan bakarsak da “Vaveyla” kendi başına bir başyapıt olma fırsatının kıyısından dönmüş bir albüm olarak da tanımlanabilir.
Bu çentiği atma sebebim şudur ki; albümde bugüne dek Sıla albümlerinden alışık olduğumuz tarzda, ilk dinleyişte alıp götüren, çok çarpıcı, çok vurucu bir şarkı yok. Daha dikkat çekiciler, daha etkililer var elbette ama ortalama şarkılarla başa baş sayıda. Sanki “Joker”in devamını getirme kaygısı ve peşi sıra gelen altyapıya, “sound”a, kayıtların niteliğine (yani ince işçiliğe) konsantre olma telaşı esnasında, asıl hammadde (yani şarkıların çıplak haldeki gücü) gözden kaçırılmış gibi. Bu durum albüme müzikal tercihinden çok daha büyük bir risk yüklüyor.
Albüm “Çocuk”la müthiş bir açılış yapıyor. Özellikle ritmin ve senfonik yaylıların yükseldiği bölümün damakta bıraktığı müzikal tat, albüme dair beklentiyi bir hayli yükseltiyor. Ne ki ardından gelen “Her Şey Yolunda” o etkiyi devam ettiremiyor. Aynı şekilde “Açık Deniz”in de alışageldiğimiz yaratıcı ve farklı Sıla şarkıları çizgisine çıkamadığını görüyoruz.
Ancak ilk üç şarkının çok açık fark ettirdiği bir şey var ki, o da Sıla’nın şarkıcılık mahareti. Özellikle bu tip akustik, az enstrümanlı, az gürültülü kayıtlarda soliste daha çok iş düştüğü kaçınılmaz bir gerçek. Sıla bu işin üstesinden bileğinin hakkıyla geliyor. Ne kadarı Sıla’nın entonasyon başarısı, ne kadarı kayıt masasının başında oturan Arzu Alsan’ın el çabukluğu marifeti bilmiyorum ama solistin kelime aralarındaki derin nefes alışlarını hemen hiç duymuyoruz bu albümde (Mesela Candan Erçetin’in herhangi bir albümünü nefeslerini duyarak dinlemeye başlayın, iki şarkı sonra kapatmak isteyeceksiniz.) Bir de şarkıların ruh halini ve duygusunu hiç yitirmeden, doğru vurgular ve baskılarla, doğru prozodi ve teknikle söylüyor Sıla ki bu da artık giderek daha az bulunur bir nitelik haline geldi şarkıcılarda. Evet yer yer sertleşiyor, dayılanıyor, zaman zaman da teatralleşiyor belki ama bütün bunlar başından beri Sıla vokalinin alamet-i farikaları zaten. Olmazlarsa da olmaz gibi.
Albümün adındaki çığlığı en çok “İmkânsız”ı dinlerken duyuyorsunuz. Düzenlemede senfonik yanı vurgulanan şarkı, pekâlâ daha yüksek sesli elektrogitarları, hatta daha sert bir davulu bile kaldırabilirmiş. Albümün çıkış şarkısı olan “İmkânsız”, kolay algılanabilecek bir şarkı değil, hatta klipte de altı çizildiği üzere depresif yanıyla genel geçer pop kategorisinde dinlenilmesi zor da bir şarkı ama albümün iyi şarkılarından biri olduğu da bir gerçek. Ardından gelen “Panik Atak” ise hareketli ve sloganlı olsun diye yapılmış gibi duran, ne ki Sıla’nın bu türde daha önce yaptığı işleri mumla aratan bir şarkı. “Hâlâ” tipik bir Sıla şarkısı. Albümde öne çıkması muhtemel işlerden biri. Aynı şekilde peşi sıra gelen “Esaret” de kolay algılanabilecek bir şarkı. Şarkıda geçen “Bu öğretilen cehaletin vebali esaret” cümlesini bireysel de alabilirsiniz, toplumsal da. Bana bugün bu ülkede yaşadıklarımızın beş kelimelik bir özeti gibi geldi mesela. Sıla’nın şarkı sözü yazarlığından şüpheye düştüğüm hiç olmadı gerçi. Nitekim Türkçeyi ne denli iyi kullandığına dair birçok iz var bu albümde de. Bu şarkı da onlardan biri.
“Çok Sevdiğimden” albümde belki de kulağı en kolay yakalayan şarkı. Bir dinleyişte mırıldanmaya başlıyorsunuz. Bana soracak olsalar, ikinci klip bu şarkıya çekilmeli derdim. Ardından gelen “Leylâ” ise çok basit bir melodi üzerine “açılsın, saçılsın, kaçırsın” nakaratıyla vasat sularda yüzen bir şarkı. Düzenlemede gitarın ‘muzır’ eşliği eğlenceli, hepsi o kadar.
Diğer şarkılardaki senfonik havanın aksine “Issız Ada”, alaturka keman girişiyle başlıyor ve alaturka bir ritimle de devam ediyor. Sıla şarkılarının alaturkayla yakın teması malum. Bu albümde bundan özellikle kaçınılmış belki ama bir taneden de bir şey olmaz diye düşünülmüş olmalı.
Daha önce Linet tarafından seslendirilen “Aslan Gibi” ise bu albümün en eğlenceli şarkısı olmuş. Bestesi Sezen Aksu’ya, sözleri Sıla’ya ait bu şarkıyı Linet söylediğinde, özellikle her “dipçik gibi sağlam duracaksın ayakta” dediğinde irkildiğimi, oturduğum yerde ister istemez doğrulduğumu, Linet’in hırsından ve (kime ve niyeyse artık) öfkesinden ürktüğümü hatırlıyorum. Neyse ki Sıla ve ekibi şarkıyı cümbür cemaat, kahkahalı, esprili ve alkışlı bir şekilde, bir nevi makaraya sararak söylemişler. Çok da iyi olmuş. Hem şarkı ruhunu bulmuş, hem de albümün kurşuni renkli atmosferinde bir şarkılık gün ışığı sızmış içeriye. Tabii konsept itibarıyla bu düzenlemeyi “Joker” albümüne konmamış da burada değerlendirilmiş gibi düşünmekten de kendini alamıyor insan.
Albümün sonunda “Açık Deniz”in “(K)açık Deniz” ve “Esaret”in “(C)esaret” adı verilmiş farklı düzenlemeleri var. Burak Erkul ve Arzu Alsan tarafından yapılan bu düzenlemeler, söz konusu şarkıları farklı bir kulakla dinlemenin, onlardan farklı tatlar almanın yolunu açıyor dinleyene. Seksenler elektronik müziğinin ve yetmişler disko müziğinin izlerini taşıyan bu iki düzenleme bence çok da gerekli değilmiş aslında ama meraklısını memnun edebilir.
Albümün ruh haline uygun olarak siyah beyaz fotoğraflar ve minimalist bir tasarımla sunulan kapak kompozisyonu gayet güzel. Fotoğrafları çeken Elif Çakırlar ve Barış Aras ile kartonet tasarımını yapan Gözde Mutluer son derece yerli yerinde işler çıkarmışlar. Tıpkı albüme emek veren tüm müzisyenler, kayıtları yapan teknisyenler ve bizzat Sıla’nın kendisi gibi.
Sıla’nın bundan sonra bir başka yöne doğru yine beklenmedik bir adım atarak bizi şaşırtacağını düşünüyor ya da umuyorum diyelim. Onda ve ekibinde bu cesaret ve müzikal birikim var. Ne ki bundan sonra ne yaparsa yapsın, aslolanın şarkı olduğunu da gözden kaçırmaması gerekiyor. Özellikle beste konusunda kendisini tekrarlamaya başlar ve (“Çocuk” şarkısından alıntıyla) “özü kaybederse” hayal kırıklığımız büyük olacak zira. Dileriz bize bunu yaşatmaz. Çünkü bu albüm bir kez daha gösteriyor ki Sıla, iki bin onlu yılların kurak pop müzik çölünde bulunmaz bir vaha gibi. Umarım hep öyle kalır.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.