Eurovision Günlüğü 7


İkinci yarı final de geride kaldı. Dün gece salon, iki gün öncesine göre daha kalabalıktı. Geçen gece tamamen boş olan en üst tribünlerin bir kısmı bu defa doluydu, daha çok bayraklı fanatik vardı, daha çok yaygara koptu bazı şarkılarda. Asıl eğlence ise cumartesi gecesi yaşanacak. Salonun o gece tamamen dolu olması bekleniyor.


Dün gece finale kalacağını tahmin ettiğim on şarkıdan dokuzu gerçekten finale kaldı. Çevremdeki herkes, Ege de dahil, daha yüksek bir tahmin yüzdesi tutturdu bu defa çünkü bir önceki yarı finalden edindiğimiz tecrübe ufkumuzu açmıştı. Mesela bana kalsa Ukrayna ve Avusturya’ya final şansı vermezdim ama o tarz şarkıların ilk yarı finalde iş yaptığını görünce öznel değil nesnel düşünerek tahmin listemi oluşturdum ama bahislere para yatırmadığım için bu başarımın üç kuruş getirisi olmadı.




Medeniyet başka şey mirim. Burada her attığımız adımda, aldığımız her solukta bunu hissediyoruz. Mesela dün gece 19 şarkı ardı ardına icra edildikten sonra “interval-act” denilen oylama öncesi gösteri başladı ve o ara salondaki herkes sigara ve tuvalet ihtiyacını gidermek üzere dışarı çıktı. Haliyle dışarıda haddinden fazla kalabalık vardı ve tuvalet kapısında çok edepli bir kuyruk oluşmuştu. Nasıl biliyor musunuz? Sahiden kapıda bekliyorlardı ve biri işini bitirip kapıdan çıkmadan diğeri içeri girip onun arkasına geçmiyordu. Bunu bir görevli de sağlamıyordu üstelik; kendi kendilerine yapmışlardı o sırayı.

Geçtiğimiz yıl Mısır’a gittiğimizde bunun tam tersini görmüştük. Orada da kimse sıraya girmiyordu. Ne tuvalet kapısında, ne de başka bir yerde. Herkes alt alta üst üste birbirini itip kakarak hedefe ulaşmaya çalışıyordu.

Bizde bu ikisinin ortasıdır, bilirsiniz. Sıraya gireriz ama itiş kakışımız bitmez. Sıraya aradan kaynamak çok kızdığımız ama fırsat bulursak mutlaka yaptığımız bir şeydir. Bakın bu basit tespit bile bizim çağdaş medeniyetin neresinde durduğumuzun ciddi bir göstergesi. Hiç ekonomik, hukuki ve teknolojik gelişim kriterlerine ihtiyaç yok, her şey kabak gibi ortada.


Her yurt dışına çıkanın ister istemez girdiği “adamlar yapmış abi” tribine girmek pahasına söylemeliyim ki; adamlar hakikaten yapmış abi. Geri dönüşüm olayını çözmüşler mesela. Bütün çöp kutuları çöplerin ayrıştırarak atılabileceği şekilde. Kağıdı ayrı, camı ayrı, plastiği ayrı kutulara atıyorsunuz. Bizde bu durum sadece bazı tiki şirketlerde ve alışveriş merkezlerinde Avrupai görünmek adına uygulanmakla beraber, zerre içselleştirilmemiş, sırf göstermelikten öteye gidememiş bir hassasiyettir çoğunlukla. Nitekim gidin içine bakın o ayrı ayrı kutuların, hepsinden aynı çöp çıkar, kalıbımı basarım.


Cam şişeleri para karşılığı geri alıyorlar. Dolayısıyla ortalarda kimse şişe bırakmıyor, etrafta cam kırıkları oluşmuyor. Geçen gece Euro Club’a giderken bizim Asmalı-Tünel dolaylarına benzeyen bir sokaktan geçtik. Kalabalıktan adım atılmıyordu. İnsanlar sokakta bira içip sohbet ediyorlardı. Sonra bakkala girmemiz icap etti. Bir baktım, sıra var. Meğer biraları bakkaldan alıyorlarmış. Şişeleri açıp kapaklarını bakkalın tezgahındaki sepete bırakıyorlar, birayı bitirince de bakkala geri getirip şişenin parasını alıyorlar. Ola ki bıraktınız şişenizi bir köşeye, geri götürmediniz. Mutlaka birileri gelip alıyor ve götürüyor parasını almak için. Adamlar yapmış abi.


Euro Club demişken, biraz da önceki gece Euro Club’da yapılan Rusya partisinden bahsedeyim. Rusya’nın temsilcisi Alex’in “host” olduğu gecede bir çok finalist de sahneye çıkıp şarkısını söyledi.  Alex hemen hiç oturmadı, Türkçeye “Hadi hop, kop kop, eğleniyor muyuz, bütün elleri havada görmek istiyorum, eğlenmeyenin kaynanası ölsün,” şekilde tercüme edilebilecek coşkulu nidalarla ortamı ısıtmaya çalıştı ki gerek yoktu. Buradaki Eurovision “fan”ları eğlendirmek için fazladan bir çabaya ihtiyaç yok zira hepsi “kopmaya geldik” kafasında. Hele ki “Haba Haba” çalarsa eğlence “overdose” oluyor. Norveç’in bu çok hoppa şarkısı finale kalamadı ama uzun yıllar boyunca Eurovison “fan”larının kulüp şarkısı olacağa benzer.    

Rusya’nın partisinde içki su gibi aktı, çünkü her şey bedavaydı. (Yarışma ve uçak biletlerine deve yüküyle para vermiş biri olarak, partilerde içeceklerin paralı ya da parasız olma durumunu gereğinden fazla önemsiyor olabilirim, beni mazur görün. Daha bunun memlekete dönüşü var, değil mi efendim?)


Evet partide canım Smirnoff votkalar, enerji içecekleri, meşhur “Alaman” biraları filan sebildi sebil olmasına ama ben istifade edebildim mi? Maalesef hayır! Şöyle ki; o gece Habetürk’de yayınlanan ve Naim Dilmener’in konuk olduğu bir televizyon programına telefonla bağlanıp izlenimlerimi bildirecektim. Tam da o saatlerde bardan çıkıp sessiz bir yere gitmem gerekiyordu. Neyse biz Elhan’la birlikte Ege’yi arkadaşlarla bırakıp, kalabalığı yara yara bardan çıktık, Euro Club yolu üzerindeki devasa sanat galerisi binasının önündeki merdivenlerde oturup telefon beklemeye başladık.


Görüşme bittikten sonra henüz kafamdaki acaba telefon kaç para yazmıştır sorusunun cevabını bulamadan barın kapısındaki mahşer kalabalığının arasındaydık. Fakat o da ne? İçeri girmemize müsaade edilmiyor.  Sebep? İçerisi çok kalabalıkmış, yeni gelenleri de, bir sebepten dışarı çıkanları da almıyorlarmış.

Kapıdaki görevlilere ne kadar dil döktüysek, kızımız içeride, onu çok özledik filan desek de kar etmedi. O meşhur tekerlemedeki gibi, bu Almanlarda bir domuzluk var sahiden;  insan bir yardımcı olur, aradan sokar filan, yok yani!


Biz dışarıda Asmalı-Tünel sokaklarını gezip, bar kapısındaki merdivenlerde gelen geçeni seyrederek (Allah’tan Türküz ve gelen geçeni seyretmekten asla sıkılmıyoruz) zaman geçirirken, Ege de içeride başta Lucas olmak üzere bir çok Eurovision meşhuruyla fotoğraflar çektirmiş, dans etmiş ve çok eğlenmiş. Sen o kadar besle büyüt, bu yaşa getir, sonra sen yokken o daha çok eğlensin (“eyvah kızım büyüdü” sendromu deniyor tıpta buna)!


Bakmayın siz Almanların medeniyetini ara ara övdüğüme. Bazı şeylere de sahiden kafaları basmıyor. Tamam disiplinli milletsiniz anladık da, bazı yerler vardır ki disiplin misiplin sökmez. Bar kapısı da bunlardan biridir. Adamlar içkinin bedava olduğu yerde, kafası bir dünya onca adamın ve kadının giriş çıkışını kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Hayır bıraksalar isteyen girip isteyen çıksa (ki zaten akreditasyonu olmayanlar hiçbir zaman alınmıyor) hem içeride hem de dışarıda rahatlama olacak ama yok; içerdekiler içerde bunalmış, korkudan dışarı çıkamıyor, dışarıdakiler de içeri gireceğiz diye alt alta üst üste. Neyse ki bir saatten sonra giriş rahatladı da içeri girebildik, kızımıza kavuştuk.

Bizimkiler eğlenceye devam ederken ben de barın bir köşesine oturup dizüstü bilgisayarımı açtım ve günlüğümü yazmaya koyuldum. Yüksek sesten rahatsız oldum, hatta Elhan’dan biraz sesi kısmalarını rica etmesini istedim ama ciddiye alan olmadı. Bizim ekibin bana uzaktan bakıp bakıp gülmelerine, fotoğrafımı çekmelerine filan alınmadım değil. İçime gazeteci kaçtı buralarda. Her şey sizin için benim her şeyden daha çok sevdiğim aziz ve muhterem okuyucularım!


Şu an Köln’deki otelimizdeyiz. Bulunduğumuz odanın açıldığı koridorda yaklaşık bir saattir elektrik süpürgesiyle temizlik yapılıyor. Burada öğlene kadar sessiz sedasız uyuyayım desen mümkün değil. Sabahın köründe temizlikçi kapımıza dayanıyor ve kibarca temizlik istemediğimizi söylesek de, havlularımız değiştirmemizi, çöpü vermemizi ısrarla istiyor. Üstelik kapılarda “lütfen rahatsız etmeyiniz” kartları da yok. Yani rahatsız etmeye azmetmişler bir kere. Dedim ya, disiplin disiplin de nereye kadar yani?

Neyse, tekrar burada bulunma sebebimize geri dönersek, dün gecenin en büyük sürprizi İsrail’in, yani Dana International’ın elenmesi oldu diyebilirim. Bu durum herkesi çok şaşırttı. Şarkısı iyi değildi ama final vizesi için gerek İsrail, gerekse Dana lobisi yeter diye düşünüyorduk hepimiz. Demek ki neymiş? Şarkı sevilmediyse, Dana’yla kuş tutsanız olmuyormuş. Üzüldüm ama. Türkiye gibi iddiasız değildi ki İsrail. Dana bayağı stardı, bayağı “ben yarışmalar üstüyüm” durumundaydı (yazar inceden inceye “oh olsun” demektedir aslında). Yazık oldu.


Tabi artık bunların hiçbir önemi yok. Şimdi Cumartesi gecesi yapılacak finale konsantre olmuş durumdayız ve ortada sahiden enteresan bir tablo var.


Bir kere benim çok da şans vermediğim bazı şarkıların dün gece çok parladığına şahit oldum.  Bunlardan birisi Bosna-Hersek’in şarkısıydı. Daha ziyade zıp-zıp şov gibi gördüğüm İrlanda ekibinin ciddi ciddi birinciliğe en yakın adaylardan olduğunu düşünüyorum şu anda. Gerçi buralarda esen hava Blue’ya (yani İngiltere’ye) peşinen birinciymiş gözüyle bakmamıza neden oldu geldiğimizden beri. Blue’nun yarışmadan bağımsız ve ikibinlerden bu yana süre gelen popülerliğini göz önüne alırsak ve Ege dahil bu gruba çokça hayran Avrupalı bir genç nüfusun varlığını da hesaba katarsak, Blue çok da ilk dinleyişte çarpmayan şarkılarına rağmen çok avantajlı. Buna karşın biraz daha orta yaşlılar onlar artık; müzikleri de, kendileri de.


Oysa İrlanda’nın zıpçıktı ikizleri hem çok daha bugünün havasından çalıyorlar, hem de farklılar, dikkat çekiciler, daha genç, daha ergenler. Bir de onların o çok acayip saç modellerinin kafaya takılan kağıt bantları var. Onu takınca saçınız onlara benziyor ve dün gece salonda öyle dolaşan çok kişi vardı. Ben bile takmak istedim. Eurovision böyle bir şey; toptan delilik.


Bugünkü genel provayı izledikten sonra tahminlerimi netleştirip size yazacağım. Takipte kalın.

MAYIS 2011    
  

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder