Eurovision Günlüğü 3



Bugün ilk kez yarışmanın yapılacağı salona adım attık. İçeri girer girmez nefesim kesildi zira karşımızda olağanüstü bir sahne ve ışık tasarımı vardı. Tam o esnada Slovenya prova yapıyordu. Sahnenin gerisinde bugüne dek yapılmış en büyük “led” ekrandaki animasyon görüntüler enfesti. Karanlığın içinde o ışık yoğunluğu ve 3 boyutlu hissi veren animasyonlar, bir de muazzam ses düzenini de düşünürseniz insanın etkilenmemesi mümkün değil.

Sahne tasarımı Florian Wieder tarafından yapılmış. Avrupa’da epeyce tanınan bir sahne tasarımcısı Wieder. ARD televizyonun bir çok büyük şovunun sahne tasarımı ona aitmiş, dahası X Factor ve MTV Avrupa Müzik Ödülleri gibi Avrupa çapında şovların da tasarımlarını yapmış.

Tasarım ilk bakışta çok sade. Epeyce büyük ve kademeli olarak yükselen bir daire sahne olarak kullanılırken, ona bağlı olarak muhtemelen sunucuların kullanacağı ikinci bir daire daha var. İki daireyi birbirine bağlayan zarif çizgili yol, aynı zamanda sağlı sollu salonun tavanına kadar yükselerek sahneye devasa bir boyut kazandırıyor. Ama daha önemlisi ışıkların bu sade dekora getirdiği olağanüstü derinlik.


Yayını 25 kamera görüntüleyecekmiş. Yüksek hızla sahneyi bir uçtan bir uca dolaşabilen ve yere döşenmiş bir ray üzerinde hareket eden robot kameralar, yayın esnasında sahnedekilerin etrafında 360 derece dönebilmeyi sağlayan “steadi-cam”ler, taşınabilir kablosuz kameralar, zemine 12 metre mesafeye kadar inebilen tavana asılı kameralar, “Jimmy jeep”ler… Ve en göz kamaştırıcı olanı da tavana çelik halatlarla dört ayrı uçtan bağlı olan ve her istikamete gidip gelebilen örümcek kamera. Rejinin tamamı son derece ustalıklı bir şekilde önceden kare kare planlanıyor, hiçbir şey şansa bırakılmıyor.

Ses düzeni için 90 adet mikrofon kullanılıyormuş. Ses düzeninin amfi güç seviyesi 350.000 watt. Devasa salonda sesin geri dönüşünü, yani yankısı en aza indirgeyebilmek için salonun her yerine özel alaşımlı bir madde döşenmiş.

Sahne materyali için 40 tır, salonun tamamına yayılan görülmemiş ışık düzeni içinse 120 tır dolusu malzeme taşınmış Esprit Arena’ya. Rakamlar ilk bakışta abartılı gibi görünüyor ama salonu görünce öyle olmadığını anlayabiliyorsunuz.

Eurovision’un fazla abartıldığı, aslında o kadar da önemli olmadığı, basit bir müzik festivali olduğu söylenir hep. Yıllarca her şeyden çok önem verdiğimiz yarışmada derece alamamaktan o kadar yaralanmıştık ki, bu yalanı uydurup buna güzelce inanmış ve yarışmaya ilgi göstermemeye başlamıştık. Hala da buna benzer yorumlar yapanlar çok. Ama hiç de öyle değil işin aslı. Almanya gibi bir ülke bu yarışma için böyle büyük bir masrafa girişiyor, İngiltere dünyaca ünlü bir topluluğunu yarışmaya gönderiyor, İsveç göndereceği şarkıyı seçmek için aylar süren finaller yapıyor… Daha bir çok örnek verilebilir bu konuda.


Dünya üzerinde milyonlarca insanın aylarca konuştuğu, takip ettiği bir yarışma bu. Dünya üzerinde yapılan spor müsabakaları ve hatta olimpiyatlar da dahil olmak üzere, aynı anda bu kadar çok ülkede canlı olarak yayınlanan ve seyredilen başka bir organizasyon daha yok. Ve dahası  televizyon ve görüntüleme teknolojilerinde, sahne, ses ve ışık düzenlerinde ulaşılan en son noktanın deneme ve sergileme arenası bu yarışma. Ta 1956 yılındaki ilk yarışmadan beri amaçlardan biri hep bu oldu. Ve sadece bunun için bile ilgi gösterilmeyi hak ediyor.

Bugün sabahın erken saatlerinde Esprit Arena’ya gittik ve akşam saatlerine kadar tüm günü orada geçirdik. İngiltere, Almanya, İspanya, Fransa ve İtalya’nın yani Eurovision literatüründe “beş büyükler” olarak adlandırılan ülkelerin provaları vardı. Bu sene hepsi de çok iddialı. Aslında bu iş biraz da gurur meselesi oldu beş büyükler için. Neden mi? Avrupa Yayın Birliği’nin (EBU) kurucusu olan ve dolayısıyla yarışmanın başlamasına da vesile olan bu ülkeler, Avrupa çapında yaygın olan müzikal anlayışı hakim kıldılar yıllar boyunca bu yarışmada. Genellikle bu ülkeler hep başa güreşti bu yüzden.

Yetmiş ve seksenlerden hatırlayanlar bilirler, o zamanlar gayet resmi bir havada, büyük orkestra eşliğinde icra edilen sahne performansları yapılır ve gayet “monşer” salon seyircileri iki dirhem bir çekirdek koltuklara kurulur, yarışmayı izlerlerdi. Ne coşku vardı, ne bayrak sallama, ne de şarkılara eşlik etme. Oyları sadece ülke jürileri verir, jüri demek seçkincilik demek olduğu için de daha ziyade festival şarkısı niteliğindeki şarkılar kabul görür, oy alırdı.

Önce Kuzey ülkeleri kırdı bu zinciri. Birbirlerine çok benzeyen kültürleri ve dilleri nedeniyle birbirlerine oy verip duran Kuzey ülkeleri, Bülent Özveren’i mikrofon başında çıldırtmak pahasına da olsa (Aaaa bakın yine komşusuna 12 puan verdi sayın seyirciler!) birbirlerine oy verip dururlarken, Rusya’nın dağılmasından sonra eklenen yeni yeni soğuk ülkelerle bu “komşu komşu huuu” durumu hakikaten Bülent Özveren’i haklı çıkarır hale geldi.

Sonra buna Balkan ülkeleri eklendi. Sırbistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ derken o bölgede de işin suyu çıktı. Kıbrıs ve Yunanistan’ın bitmek bilmeyen flörtü, “televoting”in gelişiyle birlikte gurbetçi vatandaşlarımızın yarattığı Türk diasporası sonrası her yıl oy garantilediğimiz Almanya, Hollanda, İngiltere ve İsviçre gibi ülkeler… Uzun ama çok uzun bir ilişkiler ağı haritası çıktı ortaya. Yarışma yarışma olmaktan çıkmak üzereydi neredeyse. Bu kargaşada olan beş büyüklere olmuştu. Bir zamanların değişmez birincileri, artık hep son sıraları paylaşıyorlardı.

Buna çare olarak oylama sistemi yarı “tele-voting” yarı jüri oylamasına dönüştürüldü geçen sene ve bu değişikliğin ne kadar payı oldu bilinmez ama Almanya yıllar sonra tekrar birinciliği yakaladı. Fransa 2009’da koskoca Patria Kaas’ı, İngiltere’de pek meşhur yıldızları Jade Edwars’ı gönderdi ama o da istenilen birinciliği getirmedi. İşte bahsettiğim hırs da buradan kaynaklanıyor. İngiltere bu defa Blue’yla şansını deniyor ve kulislerde Blue’nun birinciliği ciddi ciddi konuşuluyor. Bugün izlediğimiz provadaki performansları açıkçası bende de aynı kanıyı uyandırdı. Şarkı çok etkili değil ilk dinleyişte ama Blue etkisi durumu değiştirebilir.



Fransa yaşı çok küçük ama sesi epeyce büyük bir “tenor”la, bir aryayla yarışmaya katılıyor bu sene. Yarışmada son yıllarda duyduğum en müzikalitesi yüksek şarkı. Buna karşın eski puanlama sistemine tepki olarak yıllardır yarışmaya katılmayan İtalya da bu sene şahane bir geri dönüş yapmış. Caz havasındaki şarkı da, piyanosunun başında şarkıyı söyleyen şarkıcı da çok iyi. Almanya ise işi şansa bırakmamış yine ve doğrudan doğruya geçen senenin birincisini tekrar sokmuş yarışmaya.


Lena’nın provasını sahneden değil, Basın Merkezindeki ekranlardan izledim ve şarkıyı sevmeme rağmen şovdan çok da etkilenmedim. Ancak bizim arkadaşlardan provayı salonda izleyenler çok etkilenmişti. Lena’nın sürpriz yapabileceğini söylüyorlardı. İşte yarışmanın asıl paradoksu burada saklı. Salonun, salondaki teknolojik şovun, sahnedeki ekibin aynı havayı teneffüs eden izleyicide bıraktığı etkinin ekran başındaki karşılığı her zaman aynı olmuyor. Bundandır ki Eurovision “fan”larının bahis sitelerinde yüksek pay verdiği ülkeler bazen şaşırtıcı bir şekilde geride kalıyor. Aslında önemli olan salonda hissedilen değil, ekran karşısında ve şarkıları ilk kez dinliyor, şovları ilk kez görüyorken hissedilen etki.  Çünkü puanların büyük kısmı oradan geliyor.


Şimdi akşam saatleri ve bu satırları otel odasında, yattığım yerde yazıyorum. Bu akşam Yunanistan ve Kıbrıs’ın ortak vereceği partiye katılacağız. Yarışma haftasının bir esprisi de bu partiler. Her ülke belirli sayıda davetliye özel partiler düzenleyip tanıtım yapıyor. Türkiye’nin partisi biz gelmeden yapıldığı için onu göremedik ama anlatılanlara göre şu ana kadar yapılan en şaşaalı parti bizimki olmuş. İkramların ardı arkası kesilmemiş, bir çok finalist bizim partiye katılıp sahneye çıkmış ve çok eğlenilmiş. Gecenin bütün masrafını ise Henkel üstlenmiş.

Bu arada bizim Düsseldorf’a geldiğimiz günün akşamı yarışmanın geleneklerinden biri olan “Wellcome Party” de yapıldı ama ona davetiyemiz olmadığı için gidemedik. Burada yapılan yorumlara göre şu ana dek görülmüş en iyi “Wellcome Party”nin 2004’te Türkiye’de yapıldığı konusunda herkes hemfikir. Eh bizim bu denli devasa salonlarımız, teknik imkanlarımız, kusursuz organizasyon planlarımız olmasa da misafirperverliğimiz başkadır ne de olsa.

……

(AYNI GÜNÜN GECESİ)

Yunanistan ve Kıbrıs’ın ortak partisi tam bir fiyaskoydu. Bir saatte yakın kapıda bekledik ve içeri giremedik. Bizim gibi bekleyen onlarca insan da giremedi. Yunan görevlilerin kapıda bekleşen insancıklara tavrı da pek sevimli değildi doğrusu. Bir süre sonra kalabalık, itiş kakış ve gürültüden sıkılıp kendimizi dışarı attık. Yürüye yürüye Euro Club’a gittik. Bir şehirdeki medeniyet ölçüsünün olmazsa olmaz kriterlerinden biri de bu olmalı diye geçirdim içimden; gecenin olmadık bir vaktinde sokaklarda tedirgin olmadan, rahat rahat yürüyebilmek. Düsseldorf’ta bu lüksü yaşayabiliyorsunuz.


Euro Club’da biraz zaman geçirdikten sonra dönüş yolumuz üzerindeki Monkey’s Club’a bir kez daha uğrayıp şansımızı tekrar denedik ve bu defa girebildik. Girdikten sonra da neden birkaç saat önce o izdihamın yaşandığını anladık. Bizim evin salonu büyüklüğünde bir kulüptü partinin yapıldığı yer.

İçeri girerken elimize birer kart tutuşturdular. Meğer içeride içecekleri bu kartla alıyor, çıkışta da ödüyormuşsunuz. Yani Rum dostlarımız ufacık barı tuttukları yetmezmiş gibi, bir de partide içilenleri içenlere ödetiyorlarmış. Tüm bunlara şahit olunca Yunanistan’da ekonomik krizin hala devam ettiğini anladım. Allah hiçbir ülkeyi bu durumlara düşürmesin.

Yunan şarkıcı Lucas, Ege’nin (yani kızımın) favorileri arasında. Şarkısını mı kendisini mi daha çok beğeniyor, orası tartışılır ama Yunanistan yerel finallerinin sonuçlandığı ve Lucas’ın ülkesini temsil etmek üzere seçildiği günden beri bizim evde Lucas fırtınası esiyor.


Evet yerel finaller dedim zira Ege, aşağı yukarı bütün ülkelerin yerel finallerini de takip ediyor son birkaç senedir. İnternet üzerindeki bilumum Eurovision sitelerinde bunların haberleri çıkıyor zaten ve Ege hepsinin sıkı takipçisi olduğu için, ne zaman, hangi kanalda hangi ülkenin yerel finali yapılacak,  hangi kanal üzerinden seyredilebilecek, hepsini biliyor ve günü saati gelince de ne yapıp edip seyrediyor. Şaşırmayın, çünkü bunu yapan milyonlarca Eurovision “fan”ı var Avrupa’nın her yerinde. Ege sadece bunlardan biri.

Neyse bu bizim Yunanlı genç oğlan, bugün bizim Basın Merkezinde olduğumuz sıralarda oraya geldi ve ekibiyle birlikte gayri resmi bir basın toplantısı gibi bir şey yaptı. Gitarıyla şarkılar söyledi, ekipten bir kadını masaya çıkarıp Rumca şarkılar eşliğinde göbek dansı yaptırdı, orada bulunanlarla sohbet etti, resim çektirdi, kameralara görüntü verdi. Ne ki bu samimi tanıtım çalışması, geceki parti fiyaskosunun gölgesinde kalıverdi.

Son birkaç senedir yarışmacıların yaş ortalaması bir hayli düştü. Tamam bizim zamanımızda da Sandra Kim vardı ama genellikle ağır ağabeyler, ablalar yarışırdı eskiden ve bizim 16 yaşındaki Belçikalı Sandra, bir istisnaydı. Ama şimdi durum biraz farklı. Ortalıkta dolaşan ve esmer versiyonlarını bizim İstiklal Caddesinde sıklıkla görebileceğiniz ergenlik sonrası gençlerinin aslında yarışmacı olduklarını öğrendim gün boyu. Hatta bugün Letonya’nın basın toplantısında sunucu şarkıcıya “Geçmişte Eurovision Şarkı Yarışmasını takip eder miydin?” diye sorunca, sarı saçlı gürbüz Letonyalı solist hatırladığı ilk yarışma olarak 2003 yılından bahsetmeye başladı; o derece yani.

Yunan solist Lucas da pek küçük. Şarkısı ise tam bizim kulağımızı uygun nefis bir Yunan melodisi. Üstelik içindeki “rap” bölümleri de çok etkileyici (ki onları da Mike adında bir “rap”çi söylüyor) ama, şarkının bu derece yerel olması bu yarışma için bir eksi puana dönüşebilir. Ancak Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerde dinlenebilecek türden bir Yunan havası Lucas’ın şarkısı. Promosyon için geldikleri ülkelerden biri de Türkiye oldu geçtiğimiz ay. Bakalım Türkiye’den Lucas’a oy çıkacak mı? Ege’nin bir oyu kesin de memleketin kalanını bilemem.

Giremediğimiz partinin izdihamında kapı eşiğindeki izbandut gibi korumanın önünde duvar örmüşken, yol açılıp içeri alınan şanslılar arasında bizim Yüksek Sadakat elemanları da vardı. Tam onlar yanımdan geçerken düşündüm zaten yarışmadaki yaş ortalaması genellemesini. Zira Yüksek Sadakat sanki biraz yaşlı duruyor bütün bu Lucaslar bilmem neler arasında. Neyse, dilerim bu durum oylara yansımaz, zira bu bir şarkı yarışması sonuçta; solist yarışması değil.

Yarın ilk yarı finalini izleyeceğiz. Gelişmeler için takipte kalın.

MAYIS 2011

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder