(Mayıs 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)
Bundan on yıl önce, Radyo ODTÜ’de “Ah! Mazi…” programına başladığımda iki ciddi kaygım vardı. Öncelikle çalacağım şarkıların kopyalanmasından endişe ediyordum. Bugün için anlamsız hatta komik gelebilir bu kaygı. Ama henüz internet üzerinde yasal dijital müzik satışı ve paylaşımının hayal bile edilemediği günlerdeydik. Piyasada bulunmayan albümlere, plaklarda kalmış şarkılara sahip olmak gelir getirebilir bir şeydi. Hatta www.birzamanlar.net sitesine özellikle düşük kaliteli kayıtlarla koyduğumuz eski şarkılar bile CD formatında satışa sunulmuştu, İstanbul’daki bilinen müzik mağazalarından birinde ve biz bu cin fikirliliğe gerçekten çok şaşırmıştık.
Bundan on yıl önce, Radyo ODTÜ’de “Ah! Mazi…” programına başladığımda iki ciddi kaygım vardı. Öncelikle çalacağım şarkıların kopyalanmasından endişe ediyordum. Bugün için anlamsız hatta komik gelebilir bu kaygı. Ama henüz internet üzerinde yasal dijital müzik satışı ve paylaşımının hayal bile edilemediği günlerdeydik. Piyasada bulunmayan albümlere, plaklarda kalmış şarkılara sahip olmak gelir getirebilir bir şeydi. Hatta www.birzamanlar.net sitesine özellikle düşük kaliteli kayıtlarla koyduğumuz eski şarkılar bile CD formatında satışa sunulmuştu, İstanbul’daki bilinen müzik mağazalarından birinde ve biz bu cin fikirliliğe gerçekten çok şaşırmıştık.
“MIKNATIS” NEYİ ÇEKECEK?
Betül Demir iki binlerde Türk popunun kazandığı tartışmasız en iyi seslerden biri. İki binlerde dediysem de onun müzik piyasasındaki serüveni aslında doksanlara kadar uzanıyor. Betül Demir’in ne yazık ki yapılamayan ilk albümü Onno Tunç’un ölümü nedeniyle yarım kalan projelerden biriydi. Şayet Onno Tunç’u kaybetmeseydik, Betül’ü doksanlarda tanımış olacaktık. Ancak o, acele etmedi ve şartların olgunlaşmasını bekledi. Sahnede solistliğini pişirmeye devam etti ve ilk albümü “Ayrılığın El Kitabı”nı 2006 yılında piyasaya sürdü.
Eskiden TRT sunucuları radyo stüdyolarındaki pikapların döner tablalarından “plato” diye söz etmeye bayılırlardı; “Platomuzda plağımız dönmeye başladı bile sevgili dinleyenlerimiz...” Platolarda dönerken dakikada 45 tur atan plaklar ise 45’lik diye adlandırılıyordu. “Plato” kelimesi pek sevilmedi ama, 45’lik tabiri halk arasında da kabul gördü ve dile yerleşti.
Satın aldığım son 45’lik, 1983 yılında yayınlanan Mavi Yolcular – “Heyamola” 45’liği oldu. Zaten bir yıla kalmadan da memlekette 45’likler basılmaz olmuştu, ondan sonra istesem de alamayacaktım. Çünkü 45’lik plaklar artık satılmıyordu. Çünkü ülkede henüz adına sektör denemeyen, bir türlü kurumsallaşamamış müzik piyasasından çok daha hızla büyüyen ve yayılan korsan piyasası, müzik üretenleri nefes alamaz hale getirmişti. Bu da yetmezmiş gibi, korsana rağmen orijinal plak almayı seçenleri de, çok yakında patlayacak kaset furyası yoldan çıkaracak ve plaklar büsbütün gözden düşecekti.
45’lik tabirini ilk kim bulmuş bilmiyoruz ama, bugün artık zamanında plak formatında yayınlanmış şarkıların, o şarkıları söyleyen şarkıcıların ve hatta bütün o döneme özlem duymanın ortak adı gibi kullanılıyor 45’lik kelimesi. Ve bunca ağızda sakız olmuş, tadı kaçırılmış olmasına rağmen kulakta hala güzel tınlıyor.
45’liklerin vedası, sadece bu tabirin nostaljik bir iç çekişe dönüşmesine yol açmadı; aynı zamanda müzik piyasasının gidişatını da ciddi anlamda değiştirdi. Çünkü 45’lik formatı bir şekilde müzik piyasasının işleyişinin de formatıydı.
45’lik günlerinde yeni şarkı bulunca hemen plak yapılır, böylece popüler şarkıcılar sürekli kendini tazeler, arayı açmaz, gündemden düşmezlerdi. Üstelik her plak tek başına satış şansını yakalayacağı için, 45’likteki iki şarkının en az biri mutlaka hit potansiyeli taşırdı.
Yeni şarkıcıların lanse edilmesi için de birebirdi 45’likler. Firmalar yeni isimleri birer 45’likle dener, tutarsa devam eder, tutmazsa da en az masrafla zarardan dönmüş olurlardı.
Dinleyiciler deseniz, onlar için de şenlik, bayramdı 45’likler. Sevdiğiniz bir ya da iki şarkı için albüm almak zorunda değildiniz öncelikle. Sonra sevdiğiniz bir şarkıcının yeni şarkılarını dinlemek için albüm çıkarmasını beklemek zorunda da değildiniz. Bazen bir şarkı çok popüler olur, sonra herkes onu okur, aynı şarkının farklı seslerden onlarca 45’liği ardı ardına piyasaya çıkardı. Bu “seç, beğen, al, dinle” durumunun tadına doyulmazdı.
Bir bolluk ve bereket dönemiydi 45’lik günleri. Nitekim o günleri yaşayanlar bilir, neredeyse her mahallede plak satan dükkanlar vardı. Eve ekmek alır gibi, 45’lik plak satın alınırdı. Alan da memnundu, satan da.
Sonra ne olduysa oldu ve plak devri, 45’liklerin basılmamaya başlamasıyla birlikte çöküş sürecine girdi. Nitekim 1990 yılı geldiğinde artık plaklar tamamen tedavülden kalkmış, şarkıcılar yeni albümlerinin haberini verirken “Yakında kasetim çıkacak,” demeye başlamışlardı.
45’lik tabiri tamamen plak kültürüne ait bir tabirdi; zira 45 rakamı platonun devir hızından (RPM: Revolutions Per Minute) geliyordu. Bu yüzden de bu formatın kasete, daha sonra da CD’lere evrilmiş haline birileri yine 45’lik demeye devam ettiyse de, bu çaba pek tutmadı.
Dünya müzik sektörünün tartışmasız hakimi olan İngilizcede bu maksatla kullanılan tabir “single” (tek) idi ve format ne olursa olsun bir ya da iki şarkıdan (belki birkaç da ilave “remix”ten) ibaret bütün müzik ürünleri böyle adlandırılıyordu. Şarkı sayısı dörde çıkarsa da, olsun olsun “maxi-single” deniyordu.
33’lük plak ebadında olduğu halde 45 devirde çalınan ve daha fazla çalma süresi sağladığı için özellikle “remix” versiyonlar için elverişli olan, yanı sıra 45’liklerden daha yüksek ses kalitesi sunan 12 “inch” plaklar ise Türkiye’de ancak 1980 sonrası, (“dev 45’lik” adıyla) denendi; ancak 45’lik satışları neredeyse durduğu için, pek de rağbet görmedi.
Memlekette CD devrinin başladığı seksen sonu doksan başlarında, piyasanın asıl hakimi kasetlerdi. Türkiye’de henüz CD basan fabrika olmadığı için, bir albüm önce kaset olarak piyasaya sürülür, CD yurt dışında basılıp geldikten sonra, bir haç hafta gecikmeli olarak satışa çıkardı. Zaten CD çalarlar henüz evlere, arabalara da girmemişti; bilgisayarlar ona keza. Dolayısıyla, hem pahalı hem de alışılmadık bir teknolojiydi kompakt disk teknolojisi. Hal böyle olunca, meydan kasetlere kalmıştı. O günlerin (bugünlerde bir efsane gibi anlatılan) milyonları geçen albüm satışları, hep kaset formatı üzerinden gerçekleşiyordu.
Doksanlarda piyasaya çıkmış ilk “single”ın Neco’nun 1991 tarihinde yayınlanan 4 şarkılık “Hafif Hafif” adlı kaseti olduğunu söyleyebiliriz. Tabi 4 şarkı ve bir de “remix” bulunduğu için “maxi-single” demek de mümkün bu kasete.
Sonrasında T-Ekspres (Erol Temizel) “Dom Dom” ve Yonca Evcimik “8:15 Vapuru” gelmiş olmalı, yanılmıyorsam. Daha sonra piyasaya çıkan Birkaç İyi Adam ve Çıtır Kızlar “single”ları, Emel’in “Hovarda”sı, Bendeniz ve Harun Kolçak’ın “Biz” adı verilmiş “single”ları da ilk aklıma gelenler. Tam da kaset ve CD arasında kalmış bu dönemde, bazı “single”lar, mesela “8:15 Vapuru”, Rafet El Roman’ın “Amerika”sı, Sezen Aksu’nun “Erkekler”i de sadece kaset olarak yayınlanmıştı.
İster kaset olsun, ister CD, “single”larda yaşanan en büyük sorun, bu albümleri satanların da alanların da 45’lik günleri hatırlamıyor ya da büsbütün bilmiyor olmalarıydı galiba. Çünkü yapımcı firmalar ne yapsa, “single”ların albüm fiyatından daha ucuza satılmaları konusunda etkili olamıyorlardı. Henüz müzik-market zincirleri yoktu ve mahalle aralarındaki “kasetçi”lerde iki şarkılık bir “single” da, on şarkılık bir albüm de aynı fiyattan satılıyordu. Bunu gören tüketici, “single” almayı kazıklanmak gibi görüyor, yanaşmıyordu. (Zaman zaman bu tavrı ben bile göstermişimdir.)
Mahalle kasetçilerinin kapanıp, albüm satışlarının neredeyse tek bir müzik-market zincirinin hakimiyetine kaldığı iki binli yılların ikinci yarısından sonra da değişen pek bir şey olmadı. “Single”lar raflarda albüm fiyatına yer buldukça satılmadı, bu yüzden de bu format bir türlü yaygınlaşmadı.
İki binlerin başında henüz internetteki yasal olmayan indirme siteleri yaygın değildi ama tezgah altında üretilmiş uyduruk mp3 CD’leri her köşe başında satılıyor, milyonluk kaset satışları artık yüz binlerde geziyor, gün geçtikçe de azalıyordu.
O günlerde yapımcıların bulduğu pansuman tedbir ise CD fiyatlarını aşağı çekmek olacaktı. Bunu ilk yapan Elenor Plak oldu ve Seyyal Taner’in yıllar sonra yayınladığı ilk albüm olan “Seyyalname”, 5.000.000 TL etiketiyle piyasaya sürüldü (O günlerde CD’ler 10.000.000 TL’den satılıyordu). Elenor Plak’ın arkasından diğerleri geldi ve uzun bir süre CD’ler hep böyle yarı fiyatına satıldı.
Bu dampingin çok işe yaradığı ve neredeyse kasetlerle aynı fiyata gelen CD’lerin bu sayede epeyce yaygınlaştığı, hatta hemen her eve girmeye başladığı bir gerçek. Ancak bu tedbirin bile eski satış rakamlarını geri getirmeyeceği bir süre sonra anlaşıldı. Her şeye rağmen satışlar hızla düşmeye devam ediyordu. Çünkü önce Napster, ardından Kazaa, LimeWire derken, bilgisayar kullanıcılarının köşe başı korsanlarına da ihtiyacı kalmamıştı artık. İnternetten müzik indirme olgusu, geri dönülmez bir biçimde hayatımıza girmiş ve hatta müziği sadece bilgisayarından dinleyen yeni bir nesil yetişmeye başlamıştı.
“Single” formatı işte tam da bu ahval ve şeraitte, yeniden (ve de mecburen) gündeme gelmeye başladı. Bir kere artık yapımcılar albüm masrafları için para yatırmaz hale gelmişti. Eğer piyasada anlı şanlı bir isim değilseniz ya da sırtınızı dayadığınız bir “sponsor” yoksa, albümünüzü kendiniz finanse etmek zorundaydınız. Bir albümdeki her bir şarkı bir maliyet demekti. Kaldı ki bu şartlar altında zaten 10 şarkılık bir albümün her bir şarkısını dinleyiciye ulaştırmak da kolay değildi. Klip çekseniz ayrı para, klibi müzik kanallarında yayınlatsanız ayrı para, şarkıyı radyoda çaldırmak isteseniz ayrı “rüşvet”. Zordu yani.
Nitekim 2009 yılında piyasaya çıkan Soner Sarıkabadayı imzalı “Buz”un 1 TL’den satışa çıkıp, umulanın üzerinde ilgi görmesi de itici güç oldu ve herkes “single” formatına can simidi gibi sarıldı. Son iki yıldır ortalık “single”dan geçilmiyor. Bu konuda istikrarlı bir tutum izleyen DMC’nin özellikle Sertab Erener, Ziynet Sali, Mustafa Ceceli gibi popüler isimleri “single”larla gündemde tutma politikası gayet başarılı oldu. Mekanik satışları pek iyi olmasa da, en azından dijital satışlarda hareketlenme sağlayan bu format kısa sürede çok yaygınlaştı. Ama…
Evet “ama”sı var. Üstelik bir değil, birden fazla! Öncelikle “single” fiyatlarındaki karmaşa. Bu konuda ne yazık ki bir standart sağlanamadı. Amiyane tabiriyle “tutturabildiğine” fiyat etiketi basılıyor adeta. Örnek mi? Buyurunuz bu yazının kaleme tarih itibariyle Esen Müzik’in internet sitesinden bazı “single” bilgileri:
_Nilüfer – “Sen Beni Tanımamışsın” (Tek şarkı, 6 farklı versiyon, DMC) 6,51 TL.
_ Petek Dinçöz – “İşte Böyle Morarırsın” (İki şarkı, DMC) 5,90 TL.
_Özgün – “Yeni” (İki şarkı ve üç versiyon, Avrupa Müzik) 3,51 TL.
_Kayahan – “365 Gün” (Tek şarkı, iki farklı versiyon, K Majör) 3,92 TL.
_Eren Sandal – “Rüzgar” (Tek şarkı, DMC) 3,37 TL.
_Kenan Doğulu – “Gençlik Marşı” (Tek şarkı, Doğu Müzik) 6,50 TL.
Örnekler çoğaltılabilir. Üzerine başka bir şey söylemeye de gerek yok sanırım.
“Single” formatının bugünkü kullanım şeklinin, eskinin 45’lik formatıyla pek ilgisi olmadığı da ortada. Bir çok şarkıcı için bir “single” yapıp, bütün bir yılı bir, bilemediniz iki şarkıyla geçirme kolaycılığının kapısı açıldı. Öyle ki on yıl aradan sonra bile, sadece iki şarkıyla geri dönen şarkıcılarımız var.
Evet yukarıda da bir kısmını saydığım nedenlerden dolayı albüm yapmak her babayiğidin harcı değil artık. Ama bu kadar uzun aralıklarla görünüp kaybolmanın, ağza bir parmak bal çalıp arkasını getirmemenin de faydadan çok zarar getireceği açık. Örnek vermeye bilmem gerek var mı?
Bir de şu “single” denilen merete bir türlü Türkçe isim bulamama sorunumuz var. Türk Dil Kurumunun önerisi olan “tekli”, en az CD’nin alternatifi olarak bulunan “teker” kadar yapay durmasına karşın, şu ana dek bulunan en makul karşılık gibi görünüyor. Ne ki tıpkı “single” gibi “tekli” kelimesi de aslında bahis konusu ürünün içeriği konusunda doğru bilgi vermiyor. Bazıları “mini-albüm” diyor ama onun da ne kadar Türkçe olduğu tartışılır.
Ben kendi adıma tıpkı “cover” gibi, “single” yerine de yaratıcı ve kolay benimsenir bir karşılık bulana dek bu kelimeleri tırnak içinde kullanmaya devam edeceğim. Hem böylesi daha “havalı” oluyor. Biliyorsunuz bugünlerde moda bu, bütün şarkıcıların ağzında bir “single” yapıyoruz, “single”a girdik, “single”ım çıkacak lafıdır gidiyor. Şimdi bunun yerine “Yakında teklim çıkacak” deseler, nasıl olacak ya da kim, ne anlayacak,düşünsenize bir.
Şarkı yapmanın, şarkı kaydetmenin ve dinleyiciye sunmanın “iyilik yap, denize at” noktasına geldiği bugünlerde “single” formatı daha çok yaygınlaşıp bizi yetmişlerin bereketli günlerine geri götürür mü, yoksa bunlar hasta bir adamın son can çekişmeleri midir, bunu ancak bir zaman sonra göreceğiz. Kim bilir belki de yeni bir ad bile bulmamıza gerek kalmadan “single”lar da geçip gidecek hayatımızdan. Bildiğim tek bir şey var; formatı ne olursa olsun, şarkılar hep kalacak. Şarkı yazanlar, söyleyenler ve dinleyenler de öyle.
MART 2011
(Nisan 2011 tarihinde oydar.com 'da yayımlanmıştır.)
1992 ya da 1993 olmalı. İstanbul’da yaşıyor ama sık sık Ankara’ya gidip geliyorum. Bu gidiş gelişlerden birinde soğuk bir Ankara gecesinde uyku tutmamış. Kasetli “walkman”imin radyosunu kurcalamaya başlamışım. Dijital değil; bir düğme var, elle çeviriyorsunuz. Çok hassas olmak zorundasınız zira her çevirişte başka bir radyo kanalı çıkıyor karşınıza. Çünkü özel radyolar henüz yasal değil, frekans tahsisi filan yapılmamış ve bir verici, bir mikser satın alan, antenini bir binanın tepesine diken herkes radyo yayını yapabiliyor.
1992 ya da 1993 olmalı. İstanbul’da yaşıyor ama sık sık Ankara’ya gidip geliyorum. Bu gidiş gelişlerden birinde soğuk bir Ankara gecesinde uyku tutmamış. Kasetli “walkman”imin radyosunu kurcalamaya başlamışım. Dijital değil; bir düğme var, elle çeviriyorsunuz. Çok hassas olmak zorundasınız zira her çevirişte başka bir radyo kanalı çıkıyor karşınıza. Çünkü özel radyolar henüz yasal değil, frekans tahsisi filan yapılmamış ve bir verici, bir mikser satın alan, antenini bir binanın tepesine diken herkes radyo yayını yapabiliyor.
Özenle ilerlerken frekanslar arasında, derdim ne iç bayıltıcı gece müzikleri, ne romantik, şiirli bir program, ne de otomatiğe bağlanmış “slow” şarkılar dinlemek. İlgimi çekecek, uykusuzluğuma yarenlik edecek bir ses, bir soluk arıyorum.
Derken duruyorum bir an. Gecenin o saatinde, ancak sabah programlarında duyulabilecek coşkuda biri, alabildiğine temposu yüksek, komik komik şeyler söylüyor. İster istemez kalıyorum o kanalda.
O gece uykuya daldığımda gün ağarmak üzereydi. Radyo stüdyosunda başlayan yayın, ilerleyen saatlerde Ankara sokaklarına taşmış, arabaya atlayıp yayını “mobile” sürdürmeye başlayan radyo programcısının peşine takılan yaklaşık 200 araçlık konvoy, canlı yayında korna sesleri eşliğinde Ankara’yı turlamıştı.
Uykulu uykulu kulak misafiri olduğum bu hadise, neresinden baksanız inanılmazdı. Bir radyocu, sadece aynı anda onu dinliyor olmalarının dışında başka hiçbir ortak paydası olmayan yüzlerce kişiyi, eğlenmekten başka hiçbir amacı olmayan bir “eylem”e, plansız programsız, hatta tam olarak farkında bile olmadan, kendiliğinden sürükleyebiliyor, gece yarısını hayli geçmiş bir saatte sokaklara dökebiliyordu.
Bu, çok eğlenceli ve delice olduğu kadar tedirgin ediciydi de aslında. Henüz yeni elimize aldığımız oyuncağımızın nasıl çalıştığını, ne yapsak fayda, ne etsek zarar vereceğini deneye yanıla, el yordamıyla öğreneceksek, bunu ve belki daha fazlasını da tecrübe edecektik muhakkak ama o gece hissettiklerim elbette bu denli kuramsal değildi. Sadece şaşkındım ama bir yandan da çok eğleniyordum.
O gece dinlediğim radyo programının yıllar boyunca dilden dile anlatılacak bir efsaneye dönüşeceğini, Gün FM’de “Delinin Radyosu” deyince, herkesin bu olayı aklına getireceğini tahmin edemezdim haliyle. Bugün ne Gün FM var ortada, ne de “Delinin Radyosu” (“Deli”, ya da gerçek adıyla Aykut Özbaltacı, yıllar önce Amerika’ya gitmiş ve halen orada yaşıyor).
O günlerden bugünlere çok şey değişti. Önce özel radyolar yasallaştı, sonra frekanslarını satın aldılar. Alamayanlar, tutunamayanlar birer ikişer kapandı, ikinci el radyo vericileri hurda niyetine/fiyatına alıcı buldu. Sonra programlar da programcılar da değişti. Amatör bir heyecan ve hevesle yayın yapan, yaptığı işi de müziği de gerçekten seven, hatta karşılığında para kazanmadığı halde bu yola baş koyanların yerini çıkarcı, hesapçı, hanutçu radyocular ve onların reyting odaklı yayıncılık anlayışları aldı. “Deli” gibiler ya hiç yok, ya var ama neresinden baksanız yapay, suya sabuna dokunmayan, klişe komikliklerin ötesine zerre geçemeyen şablon tipler. Gerçek, samimi, aykırı, sivri dilli, şaşırtan, dinleten radyo programcısı nicedir yok denecek az. Olsa da, bugünün yayıncılık anlayışı, kural ve yasakları, olanı yaşatacak gibi değil zaten.
Türkiye’deki irili ufaklı, ünlü ünsüz binlerce radyocu arasında sayılı muhalif seslerden ve hem komik, hem zeki olabilmeyi başarmış ender programcılardan biri olan Nihat Sırdar’ın programlarında söyledikleri nedeniyle başı dertten hemen hiç kurtulmuyor. Geçtiğimiz günlerde de dinleyicilerine benzin zamlarını protesto maksadıyla trafikte dörtlülerini yakarak ilerlemeleri konusunda telkin verince, RTÜK’ten uyarı almış.
Bu haberi okuyunca ister istemez aklıma “Delinin Radyosu”nda o gece yaşananlar geldi. Şayet Aykut o gece yaptıklarını bugünlerde bir gece yapmış olsaydı, başına gelecekler RTÜK’ün ikazıyla sınırlı kalmazdı sanırım. Yorumu size bırakıyorum.
NİSAN 2011
“SAATLİ MAARİFE YAZILANLAR”
Müziğin internet üzerinden servis edilebilir ve paylaşılabilir bir ürün haline gelmesi, müzisyenlere ağır sözleşmelerin taahhüdü altına girmeden ve bir firmanın etiketini taşımadan da ürettiklerini dağıtabilme imkânı sağladı. Uzun süre direnmiş, korkmuş olsak da, bu kontrol edilebilmesi hayli güç ve dolayısıyla hakikaten korkutucu mecranın da uzun vadede zarardan çok yarar getirebileceği gerçeğine galiba yavaş yavaş uyanmaya başladık.
Gittim, Gördüm, Yazdım...
17. KRAL TV MÜZİK ÖDÜLLERİ
(Haliç Kongre Merkezinden naklen)
“Sirk sevmem ama yine de gidesim var!” yazmıştım Twitter’a. Eh, üç aşağı beş yukarı tahmin ediyor insan neyle karşılaşacağını. Bir de Sezen yeni şarkısı “Ayar”ı söylerken sahnede şenlik kıyamet bir sirk atmosferi yaratmaz mı? Gülümsedim haliyle. Sezen’inki ne ki?.. Sirkin büyüğü salondaydı o gece.
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
Wikipedia’da Dilhan Şeşen’den “Türk şarkıcı ve şarkı yazarı. Burhan Şeşen’in kızı, İlhan Şeşen’in yeğeni.” cümleleriyle bahsedilmiş. Bundan ...
-
"BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
-
Deniz Tekin müziği bırakmış. Neden? Açıklaması o kadar muğlak cümlelerle dolu ki şu veya bu sebepten diyebilmek mümkün değil. Kendince açık ...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...