"Photoshop" Teferruattır!


Magazin basını bir süredir en az her sene deniz mevsimiyle birlikte başlayıp sonbahara dek süren “selüliti var mı, yok mu?” meselesi kadar mühim bir başka mesele keşfetti. Üstelik bu meselenin hem mevsimi yok, yılın her ayı yazılıp çizilebiliyor, hem de malzemesi daha bol. Artık her resim çektirenin ardından “resimler “Photoshop”lu mu, değil mi?” sorusu ortaya atılıyor ve mevzu uzayıp gidiyor, hem suçlayan hem suçlanan bundan epeyce nemalanıyor.


Bu konuda yakın zamanda yaşanan Yılmaz Morgül, Seren Serengil, Hülya Avşar ve Sibel Can vakalarından sonra, geçtiğimiz günlerde de Ajda gündemdeydi ve “Photoshop” konusunda bugüne dek görülmüş ve duyulmuş en sahtekarlıktan uzak, en samimi açıklamayı o yaptı. Gazeteciler sordular basın toplantısında: “Ajda Hanım, resimlerde bacaklarınız çok ince, uzun ve düzgün. “Photoshop” kullanılmalı mı sizce?” Ajda önce dalgasını geçti: “Açayım mı yani onu mu istiyorsunuz?” diye, ardından da bastırdı cevabı: “Bence “Photoshop” her zaman olmalı. Bunun karşısında değilim. En ufak bir detayda lazım oluyor. En çok kilo problemlerinde kullanılması, genişliği daraltmaları çok güzel bir şey. Dünyadaki mankenlerin çekimi de bir illüzyona bağlı olarak yapılıyor ki, insanları cezbetsin.”


Neredeyse herkes resimlerinde “Photoshop” olmadığını, olsa da ucundan azıcık olduğunu söylerken, bu içten itiraf ve aleni kabul ancak Ajda’ya yakışırdı. Haklıydı; gösteri dünyasının göz kamaştırıcı yıldızlarını yıldız yapan, her şeyden çok yarattıkları illüzyondu çünkü.


Biz onların sıradan insanlar gibi tuvalete gittiğine bile inanmakta zorluk çekeriz bazen. Zaten sahip oldukları yeteneklerle biz sıradanlardan bir adım önde giderlerken, bir de bunun üstünü erişilmezlik, değişmeme, eskimeme, zamana karşı durma, yaşlanmama ve hatta ölümsüzlük illüzyonuyla cilalar, öylece gözlerimizi kamaştırırlar. İnsanca kusurları, zaafları, güçsüzlükleri, mutsuzlukları yok gibidir; öyle sanırız. Onları bize benzemedikleri ya da bizim belki de hiç olamayacağımız bir şeye benzedikleri için severiz.

Hal böyle olunca, her şey o illüzyonun bir parçası olur. Sesi güzeldir ve gittikçe daha da güzelleşir. Hiç azalmaz, eksilmez, çatlamaz, detone olmaz. Olsa da, gelişen bilgisayar imkanları ve ses teknolojileri sayesinde toparlanır, illüzyon bozulmaz.

Yıllar geçer… Önce çizgiler oluşur, sonra gözlerin feri söner, yavaş yavaş kaslarda gevşemeler, tende hain çözülmeler başlar. Ama güzellik her nasılsa zamana yenik düşmez. Düşse de, gelişen kozmetik imkanları ve estetik teknolojileri sayesinde toparlanır, illüzyon bozulmaz.


Halk arasında çok sevdiğimiz bir yakıştırma vardır. Kadın çok güzel ve çok popüler ise şayet, hemen “Sen onu bir de makyajsız gör; yüzüne bakmazsın,” teranelerine başlar birileri. Böylece hazmeder, hatta bağışlarız onun bizden güzel, hep güzel, sonsuz ve kusursuz güzel kalabilmesini.


Oysa “Photoshop” yokken rötuş vardı. Fotoğraflar üzerinde çok ilkel yöntemlerle gölgeler, karartılar, istenmeyen çizgiler yok edilir, beyazlatılır, ışıklandırılırdı. Sonra bilgisayar icat oldu, ardından da “Photoshop” denilen şey fotoğrafın kendisinden çok, üzerinde nasıl oynandığını mühim kılmaya başladı.

Fotoğraf sanatının popüler kültüre hizmet eden zanaatkarları, “Photoshop”suz resim yoktur; iyi yapılmış ya da kötü yapılmış “Photoshop” vardır noktasında artık. Şimdi yıldızların makyajsız hallerinden çok “Photoshop”suz halleri konuşulur oldu her yerde. “Sen onu bir de “Photoshop”suz gör; yüzüne bakmazsın,” deniyor şimdi.


Oysa bir yıldızın uğraşa didine yarattığı illüzyonu sürdürmesi gayretiyle yaptığı her şey ne kadar mubahsa, “Photoshop” da o kadar mubah. Ya da şöyle söyleyeyim; buradan bakarsak şayet, kuaföre gitmek de, makyaj yapmak da bir “Photoshop”.


Kostümler de böyle dikilmez mi mesela? Defoları kapatsın, zayıf göstersin, sağını solunu toplasın diye uğraşmaz mı elbiseyi giyecek olan da, diken de? Bırakın yıldızları da illüzyonu da bir yana, hangimiz olduğumuzdan daha iyi, güzel, sağlıklı, “fit” görünmek istemeyiz? Hangi manav çürük meyvesini sebzesini tezgahının görünen tarafına koyar? Peki niye bir yıldız iyi görünmeyeceğini düşündüğü yerlerinin kusurlarını kapatmasın ya da kapatamasın? Ve niye biz bunu bir “kandırmaca” olarak görelim?

Tabi tam da bu noktada işin içine “doz faktörü” giriyor. “Photoshop”un azı karar değil belki ama çoğu kesinlikle zarar çünkü. Örnekler muhtelif. İfadesiz, dümdüz, saten boyalı duvar suratlar, ancak oyuncak bebeklerin gözlerinde görebileceğiniz türden mika bakışlar, ayarı kaçmış inceltme sonucu insanüstü ölçüler kazandırılmış biçimsiz vücutlar, orantısız kıvrımlar… Daha da beteri, başka suratlara başka dudaklar, başka gözler, hatta başka kafalara başka bedenler…


İnsan bedeninin kul yapısı olmayan ve santimle, metreyle ölçülemeyen öyle bir simetrisi, oranı var ki, dozu kaçmış “Photoshop”u hiçbir bakan göz yemiyor; illa ki kendini ele veriyor resim.

Yani aslında mesele “Photoshop” meselesi değil; olmamalı da zaten. Bugün artık mahalle arası fotoğrafçılarının bile kullandığı bu yöntemi yıldız fotoğrafçılarının kullanıyor olmasını ayıplamanın bir mantığı yok. 65 yaşında bir yıldızın yüzünde çizgiler olmamasını beklemek kadar, çizgilerini gizlememesini, sergilemesini beklemek de saçma. O zaman da söyleyeceğimiz şey şu olurdu emin olun: “Aaaa ne kadar da yaşlanmış, çökmüş!”


1982 yazıydı. Tahir Amca, Elazığ’da Hazar Gölünün kıyısındaki tatil kampında 15 günlük kamp dönemini birlikte geçirdiğimiz ailelerden birinin babasıydı. Babamın iş arkadaşıydı. Kampın göle nazır çay bahçesi her akşam yemekten sonra kadınlar konken, erkekler okey derken, adeta kahvehaneye döner, bir tatil kampında çocuk olmanın ne kadar haylazlığı varsa, hepsini büyük bir coşku ve hazla yapıyor iken, uzaktan anne babalarımızın gürültülü kahkahaları, karşılıklı konuşmaları çınlatırdı gecenin karanlığını.

Tahir Amca ise hiç büyüklerin oyunlarına katılmaz, kendine bir masa bulur, masanın üzerine eşyalarını yayar ve herkes yatana kadar, ölgün ampullerin sarı ışığında uğraşır da uğraşırdı. Eski siyah beyaz fotoğrafları yeniliyor, renklendiriyordu ve bunu sadece zevk için, karşılığında para almadan yapıyordu. Kendince bir takım alet edevatı vardı. Bir sihir gibiydi yaptıkları. Bıyıklı bir adamın bıyıklarını tıraş edebiliyor, yamuk yumuk dişleriyle gülerek poz vermiş bir kadına inci gibi dişler dizebiliyordu.



Galiba en zoru da insan teninin doğadaki hiçbir renge benzemeyen tonunu tutturmaktı. Ton biraz açık olursa fotoğraftakiler iyice cansızlaşıyor, biraz koyultunca da kendilerine hiç benzemiyorlardı. Ama Tahir Amca görünce gözlerimize inanamadığımız işleri büyük bir maharetle ve bir o kadar da emekle yapıyordu. Çok uğraşırdı. Saatlerce, gecelerce… Sonra müthiş bir haz duyardı ortaya çıkan yeni fotoğrafı gösterip övünmekten.

Tahir Amca’nın bu becerisinin yıllar sonra bilgisayar marifetiyle kolayca yapılabileceğini, öyle özel kalemlere, jiletlere, fırçalara ihtiyaç duyulmayacağı gibi, ten rengini tutturmanın da çocuk oyuncağı olacağını kim söylese mümkünü yok inanmazdık o günlerde. Ama oldu. Mutlaka daha ötesi de olacak. Çektiği fotoğrafı kendisi rötuşlayan fotoğraf makineleri çoktan icat edildi bile.


Uzun zamandır, kim bilir belki de ilk icat edildiğinden bu yana fotoğrafın gerçekliği yok. Mahkemeler bile fotoğrafları belli şartlar oluşmadıkça delil kabul etmiyor bu yüzden. Hele ki bahsettiğimiz mecra, gösteri dünyası ise, fotoğrafın gerçekliğini sorgulamak iyice saçmalığa dönüşüyor. Ajda’mızın da ifade ettiği gibi, mühim olan illüzyonu korumak. Eh, mühim olan illüzyonu korumak ise “Photoshop” zaten teferruattır.

NOT: Bu yazıda bahsi geçen “Photoshop”, aslında bir markanın ya da modelin değil, bütün bir dijital fotoğraf rötuşlama kültürünün adı olarak kullanılmıştır. Hani nasıl Selpak, kağıt mendil, Ace çamaşır suyu, Jilet tıraş bıçağı niyetine kullanılıyorsa, aynen öyle. Yoksa, bu yazıda ne gizli, ne de (moda olduğu üzere) yerleştirilmiş reklam kullanılmıştır.     
NİSAN 2011

Yavuz Hakan Tok

1 yorum:

  1. photoshopda olmasaydı bu millet ne yapardı acaba resmen kendilerinden çıkıyorlar ya :D

    YanıtlaSil