AŞK KİTABI
Söz: Ahmet Selçuk İlkan, Müzik: Coşkun Sabah. Coşkun Sabah'ın 1981 yılında yayınlanan aynı adlı albümünün açılışında yer alan bu şarkı, hem daha önce besteci olarak adını duyurmuş olan Coşkun Sabah'ın udi-şarkıcı olarak da popüler olmasına yol açacak, hem de o günlerin en sevilen şarkılarından biri haline gelip, uzun süre dillerden düşmeyecekti.
Coşkun Sabah'ın o albümü, o yıl her yerde çalındı da çalındı. Zaten tavernada piyanist şantörler modası almış başını gidiyordu. "Aşk Kitabı", piyanist şantörlerin repertuvarlarının da banko şarkılarından biri olmuştu.
Coşkun Sabah'ın o albümü, o yıl her yerde çalındı da çalındı. Zaten tavernada piyanist şantörler modası almış başını gidiyordu. "Aşk Kitabı", piyanist şantörlerin repertuvarlarının da banko şarkılarından biri olmuştu.
Şahsen benim de şarkıyı asıl keşfedişim Ümit Besen'in aynı yıl piyasaya çıkan "Islak Mendil" albümü sayesinde olmuştur. O albüm neresinden baksanız olaydı ama Ümit Besen'in "Aşk Kitabı" yorumu da bir başkaydı.
1981 yılında "Aşk Kitabı"nı albümüne alanlardan biri de Gönül Akkor'du. O zamanlar popüler şarkıları farklı farklı seslerden dinlemeye bayılırdı insanlar. Mesela yetmişlerde her popüler olan alaturka şarkıyı, gündemdeki her alaturka şarkıcısı plak yapardı. Aynı şarkının farklı farklı seslerden aynı müzik listesine girmesi şaşırtıcı değildi, hatta sıklıkla rastlanırdı bu duruma.
Seksenlerde aynı şey arabesk şarkılar için geçerli oldu. "Aşk Kitabı"nı bir de kadın sesinden dinlemek isteyenler, Gönül Akkor'un Lider Plak etiketiyle yayınlanan "Allah" 33'lüğünü aldılar.
O yıl şarkıyı seslendiren bir başka kadın şarkıcı ise Bergen'di. Bergen henüz adı hiç duyulmamış bir şarkıcıydı. Bu onun ilk albümüydü. Sevgilisi tarafından suratına kezzap atıldıktan sonra meşhur olacağını ve "Acıların Kadını" olarak tanınacağını henüz kimse bilmiyordu. Bundandır ki "Şikayetim Var" adlı bu kaset, pek de fazla ses getirmemişti.
1982 yılında ise aynı şarkı bu defa Nilüfer'in yeni albümü "Sensiz Olmaz"da çıktı karşımıza. 1979 yılından itibaren plaklarında alaturka ve arabesk şarkılara da yer vermeye başlayan Nilüfer, "Aşk Kitabı"nı hiç poplaştırmadan, handiyse Ümit Besen, Coşkun Sabah çizgisinde bir düzenlemeyle seslendirmişti. Bazı şarkılar, bazı sesleri büyütür; bazı sesler de bazı şarkıları. Bu defa ikincisi olmuştu.
Arada benim kaçırdıklarım da vardır. "Aşk Kitabı" o dönemde kim bilir kaç piyanist şantörün gün aşırı yayınlanan kasetlerinde kaç şekilde karşımıza çıktı, başka kimler söyledi. Ancak şarkının yıllar sonra tekrar karşıma çıkışı 2007'de Semih Koç'un albümüyle oldu.
Henüz "Pop-Star"ların adı bile yokken, bir televizyon yarışması sayesinde meşhur olup albüm yayınlayan Semih Koç'un 2007 yılında piyasaya sürülen üçüncü albümü "Söz Verme"de "Aşk Kitabı"nın yeni bir versiyonu yer alıyordu.
2010 yılındaysa bu defa tamamı "cover" şarkılardan oluşan bir albüm yapan Baha, "Aşk Kitabı"nı kendi tarzıyla yorumlamıştı.
Bugünlerde Nilüfer'in yeni albümü "12 Düet"de, "Aşk Kitabı"nı "rock" versiyonuyla ve Nilüfer - Hayko Cepkin düetiyle dinliyoruz. Albümün piyasaya çıkış üzerinden henüz bir ay bile geçmedi ama şimdiden bu şarkı ön plana çıkmış durumda.
Bu vesileyle haberdar olduğum bütün aşk kitaplarını bir araya getirmek istedim. İnsan hepsini üst üste dinleyince ister istemez "Ne kitapmış yahu!" demeden edemiyor. İster şarkısını dinleyin, ister kitabı okuyun; orası size kalmış!
Zeliha Sunal'ın yıllardır müzik piyasasında ne çok emek verdiği, ter döktüğü herkesçe bilinir. Piyasanın kriterlerine pek uymaz onun tarzı ve tavrı. Evli barklıdır, doğru düzgün bir hayat yaşar, camianın üç günlük ilişkilerinde adı anılmaz, hırsları uğruna insanları basamak olarak kullanlardan değildir ve dahası alavere dalavere bilmez; her yerde, her zaman kendi gibidir.
Seksenli yıllarda İzmir'de başlayan müzik serüveni, Ankara'da devam etmiş Zeliha Sunal'ın. Özellikle Ankara'da bulunduğu dönemde sayısız resmi protokol yemeğinde şarkı söyleyerek epeyce deneyim kazanmış. Kıyısından köşesinden bir dönem bu işlerle uğraşmış biri olarak rahatlıkla şunu diyebilirim ki, bu tip resmi yemekler için seçilen şarkıcılarda aranan en önemli kriter ne söyleyeceğini, ne konuşacağını, nerede nasıl davranacağını iyi bilmeleri olmuştur her zaman. İşin ucunda bilmem hangi ülkenin devlet başkanlarına, üst düzey yöneticilerine mahçup olmak vardır çünkü. İnce eleyip sık dokunur bu yüzden. Zeliha Sunal'ın bu anlamda haklı bir şöhretinin oluşması da boşuna değildi elbette. Bir de üstelik her telden, her dilden şarkı söyleyebiliyordu, kendi orkestrası vardı ve bu tek tabanca haliyle, aranılan bir isim olmayı başarmıştı.
Ankara macerasına 1993 yılında nokta koydu ve müzik piyasasının kalbine, İstanbul'a kelimenin tam anlamıyla göç etti. Neredeyse sıfırdan başladı İstanbul'da. Kendini yeniden kabul ettirmek, hatta ispat etmek zorundaydı; çünkü bu şehirde hiç bir şey alıştığı gibi yürümüyordu.
İlk albümü "Sonbahar Şansonları" 2000 yılında piyasaya sürüldü. Proje bir albümdü, tam olarak onu yansıtmıyordu aslında ama sektörün sahne ayağındaki başarısının, bir albüm sahibi olmasıyla doğrudan ilişkili olduğunun da farkındaydı. Bu yüzden kabul etmişti bu albüm teklifini. Yoksa albümün yansıttığı imajdaki gibi sadece şanson söyleyen buğulu, hüzünlü, bohem bir kadın değildi Zeliha. Tam tersine çok da şen şakrak ve eğlenceli buluyordu sahnede onu izleyenler.
Zaman zaman televizyon programları yapmış, bu da tanınırlığını etkin bir biçimde arttırmıştı gerçi ama onun asıl şöhreti sahne üzerindeydi. Bundandır ki İstanbul' da toparlanıp kendini kabul ettirmesinden sonra, tekrar hızlı bir temponun içine girmişti. Hemen her gece sahnedeydi. Çoğunlukla "extra"lar, dönem dönem de uzun süreli programlarla geçen bu süreçte Zeliha Sunal, kendine her geçen gün daha sağlam bir yer ediniyordu.
Kendisi gibi müzisyen olan eşiyle birlikte hayatlarını geçindirecek kadar para kazanıyorlardı aslında, hiç albüm yapmadan da devam ettirebilirdi kariyerini. Ama onun tek amacı para kazanmak değildi ki hiç bir zaman. Şarkı söylemeyi seviyor, işini aşkla yapıyor ve doğal olarak kendine ait şarkıları da olsun, bilinsin, dinlensin, söylensin istiyordu.
2005 yılında "Erkekleri Tanıyın" ve "Gönlümün Sultanısın" adlı şarkıları yeniden seslendirdiği bir "single" yayınladı.
2006 yılında, içinde çoğunlukla yeni şarkıların bulunduğu "Rafta Kalmasın" albümüyle dinleyici karşısına çıktı. Müzik piyasasının gittikçe kötüye gittiği, satışların neredeyse durma noktasına geldiği ve henüz yasal dijital müziğin yaygınlaşmadığı o günlerde beklediği satışları yakalayamasa da Zeliha Sunal'ın "Müzik piyasasında ben de varım," demesini sağlayacak işlerdi bunlar.
2007 yılında bu defa sahne şovlarında sıklıkla kullandığı eski şarkıları kendince yeniden yorumladığı bir albüm yaptı. Hakan Eren'in proje danışmanlığı yaptığı ve "Antika" adıyla piyasaya sürülen bu albüm, henüz suyu çıkarılmamış nostalji furyasının itici güçlerinden biri olacak ve bir çok şarkıcı ve prodüktöre benzer çalışmalar için ilham verecekti.
Zeliha Sunal'ın zemini çok kaygan müzik piyasasındaki bu çok istikrarlı, doğru, düzgün, yolundan bir an için bile sapmamış duruşu, günün birinde onu Şehrazat'ın kapısına götürecek, seçiciliği ve titizliği dillere destan Şehrazat'ın prodüktörlüğünü üstlendiği Zeliha Sunal albümü "Her Şey Çok Güzel Olacak", 2009 yılında yayınlanacaktı. Şehrazat'ın şahane dokunuşlarıyla bezediği bu albüm, Zeliha Sunal kariyerini bir kaç adım birden ileri götürdü ve beğenilen bir albüm olarak adından söz ettirdi.
Zeliha Sunal'ın son albümü "Aşk Bana Kalır", 2010 yılının Eylül ayında piyasaya sürülmüştü.
Beş şarkılık bir mini-albüm olan "Aşk Bana Kalır" ilk olarak bir Zeki Güner bestesi olan "Kıyamazdın" ile dikkatleri üzerine çekti. Denilebilir ki bugüne dek yayınlanan albümleri içerisinde Zeliha'nın en fazla dile düşen şarkısı "Kıyamazdın" oldu. Son dönemin gözde şarkı yazarı Zeki Güner'in biraz buruk ve hüzünlü ama yine de koyu karanlığa saplanmayan şarkıları Zeliha'nın sesine çok yakışmıştı. Albümü daha ilk dinleyişte doğru tutmuş kimya hissediliyordu.
Albümün ikinci klipi ise geçtiğimiz günlerde televizyonlarda yayınlanmaya başladı. Bir yetmişli yıllar Neşe Karaböcek şarkısı olarak hafızalarda kalmış Rıfat Şallıel bestesi "Sevda Yolu", Zeliha'nın etkileyici yorumuyla, çok da çarpıcı bir kliple dinleyiciye sunuluyor şimdi.
Görünen o ki, çok şahane bir şarkı olmasına rağmen her nasılsa gözden kaçıp bugüne dek kimse tarafından yeniden seslendirilmeyen "Sevda Yolu", Zeliha Sunal'ın "Kıyamazdın"la yakaladığı başarıyı devam ettirecek. 2010'lu yıllar Türk pop müziği adına umut verici gelişmelerle devam ederken, bugüne dek kıymeti yeterince bilinmemiş Zeliha Sunal'ın da nihayet doğru yerde konumlandığı görmek sevindirici. Arkası gelecektir. Buna inanıyorum.
ŞUBAT 2011
ŞUBAT 2011
ÇAKIL TAŞLARINI DENİZE ATAN ADAM
Uzun yıllardır yitirilmiş eski değerlerimiz arasında ilk sıralarda sayılan “mahalle kültürü”, bir süredir geri döndü! Çağın gereğine uygun olarak format değiştirmiş olsa da, iç dinamikleri neredeyse tamamen aynı. Zamana ayak uydurmuş sadece; adı Twitter olmuş!
Bir Bülent Ortaçgil yazısına bu tespitle başlamam ise tamamen kaderin bir oyunu. Ben tam da bu yazının hem öznesi hem de refakatçisi olacak albümü çaldırmaya başlayacaktım ki telefonumda, el alışkanlığıyla Ipod ikonu yerine Twitter ikonuna dokunuverdim ve karanlık ve yağmurlu bir Pazar öğleden sonrasının buram buram can sıkıntısı yüklü “tweet”leri, daha uygulamayı kapatmaya fırsat bulamadan dökülüverdi ekrana.
Son birkaç yılın en medyatik kadın popçusu kendisine saat başı gönderilen sepet sepet çiçeklerin resimlerini koymuş, “Ev çiçek bahçesine döndü, yeter!” “tweet”iyle dost düşman çatlatıyordu. İki “blog” yazarı, muhtemelen iki gün sonra pek samimi olmalarına vesile olacak bir söz dalaşıyla ortalık yerde birbirlerine verip veriştiriyor, birileri televizyonda ne izledi, gördüyse bir “tweet”le duyuruyor, birileri her yediğini, içtiğini, gezdiğini, üstelik resimli olarak takipçileriyle paylaşıyordu. Birileri birilerinin söylediklerini RT (“retweet”) yaparak söyleyenin asla tanımadığı başka birilerine iletiyor, kimi felsefi, kimi muğlak, kimi komik, kimi acılı, kimi saçma, kimi manalı, kopuk kopuk, 140 karakterlik cümlecikler alt alta dökülüyor, dökülüyordu.
Mahallelerde de böyle olmaz mıydı? Evine yeni bir iki eşya, üzerine yeni bir kıyafet alınca gösterenler (“mention”), göstermeyenleri uzaktan uzağa izleyip ne almış, ne giymiş, ne takmış takip edenler (“follower”), kim nereye gitmiş, kim kiminle gitmiş, ne yemiş, ne içmiş ya birinci ağızdan ya da ağızdan ağıza duyuranlar, birinin söylediğini yemeden içmeden bir diğerine aktaranlar (“retweet”), yedikleri içtikleri ayrı gitmezken kim bilir hangi sudan sebeple kavgaya tutuşan, kavgalı ve dahi küsken, ansızın can ciğer kuzu sarması olanlar… Hayatı mahallede yaşayıp, mahalle dışında yaşadıklarını da bir koşu gidip mahalleye anlatma telaşında kalanlar, hayatı mahalle kadar sanan, kendi gerçekliğini mahallenin gerçekliğinde sınayan, mahallede var oldukça hayatta var olduğuna inananlar… Yok muydu?.. Paragrafı başından itibaren “mahalle” kelimesinin yerine “Twitter” koyarak okuyun bakalım, değişen bir şey olacak mı?
Bir dokunuşla kapattığım Twitter, bir dokunuşla açtığım Ipod, dökülen ilk notalar, Ortaçgil’in sesi ve ilk cümleler…“Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına, çakıl taşlarını suya atarım…”
Hadi buyurun, buradan yakın! İlk üç cümle, bütün bir albümü anlattı bile. Deniz kıyısına, kayanın karşısına oturmuş, çakıl taşlarını suya atan adamın şarkılarını dinleyeceğim. “Tut”lardan “çek”lerden, “güvensiz tayfa”lardan, “korktuğu rüzgarlardan” soyunmuş, arınmış, “artık hiç canı yanmayan; çünkü denize açılmayan” kaptanın hikayelerini dinleyeceğim. Bülent Ortaçgil’in “Sen” albümünü dinleyeceğim.
Geçen yazın en güzel gecesini Ortaçgil’in 40’ıncı yıl konserinde yaşamış, bir Açık Hava dolusu şanslıdan biriydim. Sahneden gelip geçen her bir şarkıcı, başka bir Ortaçgil şarkısını dillendirir, seslendirirken, o bir kenarda, kah gitarı, kah sesiyle kendi şarkılarına çocuğunun elini tutan bir baba şefkatiyle eşlik ederken, şarkılar Maçka sırtlarından Boğaz’ın Marmara’ya döküldüğü sulara doğru akar, gökyüzünde yıldızlar yeryüzünü hiç olmadığı kadar aydınlatır ve hatta ısıtırken, hepimiz aynı büyünün tesiri altında, bir ağızdan çalmış, söylemiştik gece boyu. Bir ağızdan söylenmesi onca zor o kadar şarkıyı bu kadar dilimizden, kalbimizden geçirebilen adam, ne olsa büyücü olmalıydı bu çağda, bu zamanda.
O konserde almıştım yeni albüm müjdesini. Bundan bir önceki albümün; “Gece Yalanları”nın müjdesini de bir konserde aldığımı düşünmüş, Ortaçgil’le birlikte yemek yediğimiz, röportaj yaptığımız o şahane ODTÜ gecesini burnumun direği sızlayarak hatırlamıştım. Şimdi 2011 yılı albümü elimdeydi, dinliyordum.
Ortaçgil bu albümde, daha ilk cümlede söylediği gibi, denizin tam kıyısında durmuş. Hemen her şarkının ya içinde ya da içinden deniz geçiyor; olmadı, kokusu duyuluyor. Bunu üstadın Bozburun’a iyiden iyiye yerleşmiş olmasına bağlayanlar varsa da, bana mesele sadece fiziki anlamda denize yakın olmakla açıklanabilirmiş gibi gelmiyor. Kaldı ki başından beri deniz, Ortaçgil şarkılarının temel izleklerinden biridir. Kızını bile “adı denizden gelen kızım” diyerek sevmiş bir adamdır Ortaçgil. Tıpkı bir önceki albümün yalan ekseninde dönen şarkılardan oluşması gibi, bu albümün de bilinçli bir seçimle “Denize Doğru” yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz (en azından kartonetten bile belli öyle olduğu.)
Sokakları (hepsi değilse bile, bir kısmı) denize açılan bir şehirde yaşayan ben ve bencileyin nice Ortaçgil müptelasının denizle ilişkisi renginden, kokusundan, manzarasından, olsun olsun midyesinden, balığından pay almaktan ibaretken, Ortaçgil “Çözdüm her şey çok basit, denize doğru üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya, zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya,” diyerek bakıyor denize. Bizim baka baka en az ikiye böldüğü şehrin kendisi kadar kanıksadığımız deniz, onun için “eskittiği kentin” sokaklarından, “soğuk suratlardan” kaçmak demek. O, kararını çoktan vermiş; biz daha neye karar vermemiz gerektiğinin bile farkında değiliz.
Bir sonraki şarkı ciddi ciddi veriyor aslında ipuçlarını, “İstediğini yap, çok geç olmadan,” diyerek… “Sana bir şey söyleyeyim mi? Doğru yanlış yoktur; başka yönlerden bakan insanlar vardır,” diyerek… Şarkının her cümlesini yazıya dökesim, Twitterlar, sözlükler, Facebooklar, profil durumları filan derken, dört yanımız feylesof cümlelerden geçilmiyorken, sahici bir bilgenin, bir ozanın şarkıladığı şunca hayat bilgisinin cümle cümle altını çizesim var aslına bakarsanız ama maalesef yerim dar. Hemen bir sonraki şarkıya geçiyorum.
Bu albümü bundan önceki Ortaçgil albümlerinden ayıran en büyük fark, albümün tamamına tıpkı bir denizin dalgaları gibi yayılan, gidip gelen, azalan, çoğalan, köpüren kemanlar. Albüm boyunca hemen her şarkının sözleriyle dans ediyor, hatta bazen (“Sen Sorumlusun” da olduğu gibi) bizzat şarkının sözlerine dönüşüveriyor kemanlar. Bu da albümü dinlerken bir denizin kıyısında olduğumuz hissini pekiştiriyor. Nitekim bu şarkıda da Ortaçgil, “ipek yumuşaklığında deniz”e bakarken, “denizde, kıyıda, bütün kumlara” adı yazılmış aşkın izini sürüyor. “Aklın havadaysa ve sen yerdeysen; bir de fark ettiysen, acıtır” diyor sonra tutup. Ortaçgil bu işte; bize bildiğimizi söylüyor ama öyle bir söylüyor ki bildiğimizi bilmediğimize uyanıyoruz. Daha ilk dinleyişimde “Acıtır”a bir cümle de ben eklemek istedim bu yüzden (şarkının melodisiyle lütfen); “Ortaçgil şarkıları sakin sakin, usul usul… Acıtır!”
Sırada “Adalar” var. Şarkının daha girişinde kemanların yürüyüşüyle, kızgın güneşli bir yaz günü, bir teknede, denizi ve poyrazı yara yara ilerlerken tuzlu suyun yüzünüze çarpan serinliğini hissediyor, ufukta görünen adalara bakar buluyorsunuz kendinizi. Sonra Ortaçgil alıyor zaten sözü; “Gittik gittik denize açıldık, rüzgara bindik, taşındık.” Sonra şarkının orta yerinden geçen gitar solunun yarattığı yetmişli yıllar coşkusu, “artık dar gelen odalara” sığamayan ruhun tenakuzlarını dinleyene nota nota hissettiriyor, iyi geliyor.
Albümün yedinci şarkısı “Telefon”, Ortaçgil’in modern zamanların cep telefonu olgusunu ve algısını, didaktik olma pahasına tefe koyduğu bir şarkı. Fikret Kızılok’la ortak işleri dışında genellikle sözünü ince ince söylemeyi seçen Ortaçgil, “İstediğimde bulurum seni, artık özelin yok,” diyerek tavrını baştan koyuyor ve “Bu Şarkılar Adam Olmaz”dan sonraki en doğrudan vuruş yapan şarkısıyla cep telefonlarının hayatlarımıza getirdiği “ulaşılabilirlik” lüksüne/esaretine kafa tutuyor (yine de asla “bu kötüdür” demeden.) Belli ki cep telefonlarından hayli mustarip üstat. Eh, bunu dillendirmek de ancak onda sakil durmuyor madem, albümün deniz kokusu duyulmayan tek şarkısı da kabulümüzdür öyleyse.
“Yaşadık ve öğrendik, her şey başka şekilde, taşırım hala ayrıntıları içimde,” diyen “Ayrıntılar”, ellili yaşlarına ermiş bir adamın kendiyle olduğu kadar dünyayla da ödeşmesinin şarkıya dökülmüş hali. Bir yaşamış ve öğrenmişten daha iyi kim anlatabilir ki yaşanılacağı ve öğrenilmesi gerekeni?..
1974 tarihli ilk albüm “Benimle Oynar mısın?”dan çıkarılmış bir şarkı olan “Niçin”, yıllar sonra ilk kez bu albümde yer alarak bizi hikayenin başına döndürüyor. Dinlediğiniz zaman ve mekan, hal ve şart ne olursa olsun, Ortaçgil şarkılarının içinizde uyandırdığı türlü hissin en baskınını yine Ortaçgil bizden önce, hem de çok çok önce sezip şarkılamış. “Niçin” işte o şarkı. Zira geride bıraktığımız sekiz şarkının uyandırdığı his tam da bu; “Hadi yürüyelim açık havada!” Eğer bu şarkıya kadar hala bunu yapmadıysanız, Ortaçgil’in davetini de kıracak değilsiniz ya!
Ve şahane bir finalle albüm nihayete eriyor. Sadece parmak şıklatmaları eşliğinde “Sen - Ben” diyor Ortaçgil bu defa. Bu kısacık ve tadına doyulmaz şarkının sonunda da, tıpkı sahnede, konserlerinin sonunda yaptığı gibi sadece “Hoşça kalın,” diyor, gevrek gevrek gülüyor ve gitarını da alıp gidiyor. Neyse ki Ipod tekrar “mode”unda. İkinci bir dokunuşa gerek kalmadan başa dönüyor albüm; “Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına, çakıl taşlarını suya atarım…”
Baş kemancısı Türk olan Hollanda menşeli yaylı grubunun, Ortaçgil’in uzun süredir yol arkadaşları olan Baki Duyarlar, Birol ve Gürol Ağırbaş, Cem Aksel ve Birsen Tezer’in, kartonet için olağanüstü deniz resimleri çeken Aykut Uslutekin’in albüme katkıları büyük. Ortaya çıkan şeyse uzun uzun dinlebilecek, kolay kolay elden, dilden, yürekten düşmeyecek şarkılarla dolu bir Ortaçgil klasiği. Şapkamı çıkarıyor, önünde saygıyla eğiliyorum.
OCAK 2011
Haftanın en yeni albümleri Nilüfer ve Funda Arar. Bir kaç güne kadar Yeliz & Soner Arıca "single"ı ve merakla beklenen Deniz Seki albümü de çıkacak raflara. Bugün yasal dijital müzik satışı yapan internet siteleri arasında şöyle bir dolaştım. Bu bahsettiğim albümlerin hiç biri henüz yok.
Nilüfer ve Funda Arar mekanik olarak satışa sunulduğu halde dijital satışı başlamamış.Buna karşın bahis konusu dört albümden üçünü korsan internet sitelerinden kolaylıkla indirmek mümkün. Evet, Nilüfer ve Funda Arar albümlerinin yanı sıra, Yeliz & Soner Arıca "single"ı henüz piyasaya çıkmadığı halde korsan sitelerde çoktan "paylaşıma" sunulmuş bile. Deniz Seki albümünün de satışa sunulmadan korsan sitelere düşmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Müzik firmaları yıllardır korsanla mücadele edemediklerinden yakınıyorlar haklı olarak. Peki şöyle bir örnek vereyim; diyelim ki ben deli bir Funda Arar hayranıyım (olmaz ama oldu diyelim) ve yeni albümünü heyecanla bekliyorum. Çıktığını duydum. CD alan bir müzik dinleyicisi değilim, buna karşın yasal indirme sitelerini kullanıyorum. Ve delice beklediğim albümü indirmek için bilgisayarımın başına oturuyorum. Albüm hiç bir yasal sitede yok. Ben ne yapacağım? Siz olsanız ne yapardınız?
Diyelim ki yine de inat ettim ve yasal dijital kopyanın satışa sunulmasını bekledim. Ama o da ne? İndirdiğim mp3'lerin kalitesi sadece 128 kbps! Evet, şaka değil. Yasal dijital müzik satış sitelerinin standartı bu. Oysa en beğenmediğiniz korsan sitede bile albümlerin 320 kbps kalitede mp3'lerini bulabilmek mümkün. Daha da ileri gidip, albümlerin doğrudan audio CD kalitesinde kopyalarını bile koyan siteler var.
Yasal sitelerde albüm kartonet bilgilerine ulaşma şansınız tamamen sıfır. Olsun olsun kötü kalite bir kapak resmi ya bulur, ya bulamazsınız. Ondan da geçtim, indirdiğiniz mp3'ler asla "tag"lenmemiştir; dolayısıyla mp3 çalarınız şarkıları tanımaz, ayrıca uğraşmanız gerekir. Kaldı ki hala bir çok orijinal CD'yi bilgisayara taktığınızda şarkı "tag"lerini görmek mümkün değil. Oysa korsan sitelerde albüm kartonetlerinin yüksek çözünürlükte taranmış resimlerini bulmak çok mümkün. Şarkılarsa büyük çoğunlukla "tag"lenmiş. Yani emek harcanmış. Bundandır ki korsan sitelerin lisanında popüler teşekkür tabirlerinden biri "emeğine sağlık". Bunu albümü siteye yükleyene söylüyorlar.
Şarkıyı yazan, söyleyen, düzenleyen, albümü basan ve dağıtanlar zaten bu işi baba hayrına yapıyor. Asıl emek, onu siteye yükleyen de!
Sözün özü; eğer müzik tüketicisini korsanın kolaylığı, hızlılığı, konforu ve bedelsizliğine rağmen yasal olana yönlendirmek istiyorsak, galiba sektörün de tüketiciye kolaylık, hızlılık, konfor ve bedelsizlik (değilse bile, ekonomik avantajlılık) sunması gerekiyor. Eminim sektör de bunun farkında ama ben yine de bir kez daha hatırlatayım dedim.
ŞUBAT 2011
ŞUBAT 2011
Beğenirsiniz beğenmezsiniz, seversiniz sevmezsiniz, dinlersiniz dinlemezsiniz... Politik duruşundaki tutarsızlığı müziğine mal edenlerden de olabilirsiniz, bir dönemin hatırına bu dönemini görmezden gelenlerden de...
Ne derseniz deyiniz, bu ülkenin müziğinde bir Zülfü Livaneli gerçeği var. Yıllar boyu kitleleri peşinden sürüklemiş, marş olmuş, simge olmuş, sembol olmuş sayısız Livaneli şarkısı hafızlarımızda hala taze. En azından bu ülkede yaşayan herkesin eşi, dostu, akrabası, ailesinde en az bir Livaneli şarkısıyla sokağa dökülmüş, greve durmuş, meydanlara düşmüş birileri var ve o günler çok eskide kalmadı henüz.
Hala stadyumlar, açık havalar, salonlar dolusu insan bir ağızdan söylüyorsa o şarkıları, bu durum şarkıların kağıt üzerindeki sahibini çoktan aşmış demektir. Livaneli ne zaman ve ne şekilde fikrinden caymış, sözünden dönmüş, "Ben onu demek istememiştim," demiş olursa olsun, bu gerçek değişmez.
Livaneli'nin en başından bu yana plak, kaset, CD olarak yayımlanmış tüm kayıtları, "40'ıncı Sanat Yılı" münasebeti ve "Bütün Eserleri" üst başlığı ile İda Müzik tarafından bir bir piyasaya sürülüyor bu günlerde. Bu külliyat aslında yıllar önce Ada Müzik tarafından basılan "Seçme Eserler" serisinin yenilenmiş hali; ama...
Bugüne dek İlhan İrem, Sezen Aksu, Selda Bağcan, Özdemir Erdoğan, Neşet Ertaş gibi bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda müzisyenin başarabildiği benzer külliyat çalışmaları arasında Zülfü Livaneli'nin bu serisini farklı kılan bir kaç nokta var.
Bir kere bu albümler son derece özenli ve şık kapak tasarımlarıyla dinleyici karşısına çıkarılıyor. Üstelik kayıtlar, tıpkı yurt dışında basılan emsalleri misali "Digitaly Remastered" (yani dijital olarak makyajları tazelenmiş) olarak yayımlanmış ki bu durum ülke sınırları içerisinde pek alışageldiğimiz bir şey değil.
Bir kere bu albümler son derece özenli ve şık kapak tasarımlarıyla dinleyici karşısına çıkarılıyor. Üstelik kayıtlar, tıpkı yurt dışında basılan emsalleri misali "Digitaly Remastered" (yani dijital olarak makyajları tazelenmiş) olarak yayımlanmış ki bu durum ülke sınırları içerisinde pek alışageldiğimiz bir şey değil.
Mesela "Ada"nın yine İda Müzik tarafından 2007 yılında yayımlanmış bir CD baskısı vardı ki, kaydın bir teyp kasetinden yapıldığı daha ilk şarkıda belli oluyordu. Kaldı ki artık bu tip kayıtların çok daha alasını insanlar evlerinde bir kasetçalar ve bir bilgisayar marifetiyle yapabiliyorlar.
Bu anlamda bu serinin, öncelikle bir çok parçası eski baskılarından bile kötü ses kayıtlarıyla basılan Sezen Aksu serisi başta olmak üzere, eskiden yayımlanmış ve/veya bundan sonra yayımlanacak bütün külliyatlara örnek olmasını diliyorum.
Bu arada İda Müzik'in, Zülfü Livaneli'nin eşi Ülker ve kızı Aylin tarafından yürütülen bir aile şirketi olduğunu da hatırlatayım.
İşte "Bütün Eserleri" serisinden Zülfü Livaneli'nin şu ana kadar piyasaya sürülen albümleri:
1. İlk Türküler (Vurulduk Ey Halkım)
2. (Henüz yayımlanmadı, ancak muhtemelen "Maria Faranduri Söylüyor" albümü olacaktır)
3. Merhaba
4. Nazım Türküsü
5. Atlının Türküsü
6. Günlerimiz
7. Ada
8. İstanbul Konseri
9. Güneş Topla Benim İçin
10. Zor Yıllar
11. Gökyüzü Herkesindir
Bundan bir kaç ay önce Hakan Eren, evinde epeyce kalabalık bir davet vermişti. O gece konuklar arasında Soner Arıca ve Yeliz de vardı. Soner Arıca henüz montajı tamamlanmış "Neredeydin" klipini de yanında getirmiş ve herkese izlettirmişti. Yeliz izler izlemez şarkıya hayran oldu. "Bunu ben söylemeliydim," dedi. Hatta gece boyunca da aklına geldikçe kimi kez mırıldanarak, kimi kez büyük bir çoşkuyla söyledi. Bazen Soner de ona eşlik etti.
Bu şarkıyı düet yaparak seslendirme fikri de o gece, orada, tamamen kendiliğinden ortaya çıktı. Orada bulunan herkes bunun çok iyi bir fikir olduğunu söyledi.
Geçtiğimiz günlerde, aynı ekipden bir grupla bu defa bizim evde toplandığımızda Soner'in elinde yine CD vardı. Yeliz'le düet yaptıkları iki şarkının son hallerini stüdyodan kapıp gelmişti ve ilk dinleyenler biz olacak, hatta adı konulmamış ilk şarkının adını da o gece orada bulunanların ortak kararlıyla "Ödül" koyacaktık.
"Ödül" ve "Neredeydin" adlı şarkıların yer aldığı "single" bu hafta piyasaya çıkıyor. Haberiniz olsun!
“Gırgır Sekseniki” adını taşıyan Hurşit Yenigün albümünde Yenigün ve arkadaşları, seksenlerin en apolitik günlerinde oyalandığımız seksi yıldızlar furyasını “ti”ye alıyordu: “Müjde, Nazan, Ahu; Ahu, Müjde Nazan; Nazan, Müjde Ahu; bindokuzyüzseks!”
“HERKES BURADA, ENBE NEREDE?”
Yetmişlerde siyah beyaz televizyonda ender zamanlarda “dış kaynaklı müzik” yayınlanırdı. O ender zamanların yegane starları ya İtalyan şantöz Rafaella Carra ya da Alman James Last Orkestrası olurdu. Bunca gelişkin televizyon sektörüne rağmen memlekette ne kadar denense bir türlü tutturulamayan “Saturday night show”un en ama en alasını Rafaella Carra yapar, James Last Orkestrası ise bütün o vakvak gitarları ve ben diyeyim on, siz deyin yirmi trompetli nefesli ordusuyla devrin en popüler şarkılarını büyük bir coşku ve neşe içinde çalar dururdu. Hayran hayran bakar, yutkunurduk. Bizim de şahane orkestralarımız vardı o dönemlerde ama gönlümüzde James Last’ın yeri ayrıydı.
"BEST OF AŞKIN"
Aşkın Nur Yengi’nin 2007 yılında yayınlanan “Aşk’ın Şarkıları” albümü eskileri temize çekmiş, ama çok da tat vermemişti. Herkes Aşkın’dan yeni bir albüm bekliyordu. Aslında “Aşk’ın Şarkıları” bir ara albüm olarak düşünülmüştü ama o ara gereğinden fazla açılmış, repertuar bir türlü toparlanamamış, köprüyü geçerken aranjör değiştirilmiş; yani yeni bir albüm öncesi yaşanan olağan ve olağan dışı sancıların hepsi katmerli bir biçimde yaşanmıştı. Sonra bir gayret, albüm 2011’in ilk günlerinde dinleyici karşısına çıkarıldı.
Albüm piyasaya çıkmadan hemen önce radyolara ve internete servis edilen şarkı “Öpeyim Geçsin” oldu. Ne var ki beklenmedik bir şekilde, bu şarkı hemen hiç heyecan uyandırmadı. Eski stil bir şarkıydı; daha ziyade doksanlı yıllardaki hareketli şarkıların izini sürer gibiydi. Dinleyene klişelerden klişe beğendiren (ismim aşk oldu, ne çok çektim aşktan meşkten, kaderin cilvesi, sevda yaraları vb.), “aman hadi yeter boş ver gitsin” gibi kalabalık cümlelerle melodiye sarılamayan, zorlanan ve bu nedenle teknik olarak da aksayan şarkı sözleri nedeniyle pop bir şarkı için şahane bir slogan olabilecek “Öpeyim Geçsin” lafı da güme gitmiş gibi duruyordu. Belki de hepsi bahaneydi de, asıl sebep sadece Aşkın’dan yıllar sonra beklenen şarkının bu olmamasıydı.
Şarkı tek başına albüm hakkında bir fikir vermediği ve beklentilerin de uzağına düştüğü için, albümü merakla bekleyenler, sosyal paylaşım sitelerinde verip veriştirmeye çoktan başlamıştı ki, beklenen tarihten birkaç gün önce, “Gözümün Bebeği” adı verilmiş albümün raflara çıktığı haberi duyuldu. Yeni şarkılar yapmasını merakla bekleyip, çıkar çıkmaz bir koşu aldığımız, heyecanla dinleyemeye koyulduğumuz ne kadar az isim kaldığını düşünerek açtım CD ambalajını ve vakit kaybetmeden dinlemeye başladım.
Albüm “Öpeyim Geçsin”le açılıyor. Bu şarkının söz yazarı Günay Çoban için de, bestecisi Serkan İzzet Özdoğan için de gönül rahatlığıyla denilebilir ki, şu ana dek yazdıkları şarkılar içinde neredeyse hiç boş yok. Gerçi Günay Çoban daha kıdemli; doksanlardan beri çok sayıda şarkı sözüne imza attı. Buna karşın ikibinlerde tanış olduğumuz besteci Serkan İzzet Özdoğan da az sayıda ama hep iyi şarkılarla çıktı karşımıza bugüne dek. Gelin görün ki “Öpeyim Geçsin”in albüme hareketli “hit” olsun diye yapıldığı o kadar belli ki, bu ısmarlama iş hem söze hem müziğe, samimiyetsizlik olarak yansımış. Buna karşın yine de kötü bir şarkı değil “Öpeyim Geçsin”. Hatta başka bir şarkıcının albümünde rahatlıkla çıkış şarkısı bile olabilirdi; ama Aşkın’da değil.
Zaman zaman aralarına kara kedi girmiş olsa (ya da öyle olduğu iddia edilmiş olsa) da, Aşkın Nur Yengi’nin Sezen Aksu’nun ilk göz ağrısı olduğu bir gerçek. Nitekim Aşkın hem evlendiğinde, hem de doğum yaptığında Sezen’den hediye olarak birer beste gelmiş. Uzun süredir gün ışığına çıkmayı bekleyen bu iki şarkı da bu albümde yer alıyor.
Şarkılardan birini, albüme adını da veren “Gözümün Bebeği”ni ikinci sırada dinliyoruz. Her kelimesi, her notasıyla Sezen kokan bu şarkı, Aşkın’ın “Sıramı Bekliyorum” albümündeki şarkıların ruh haline ve müzikal tınılarına şöyle bir dokunup, yüzünü bugüne dönüyor. “Gözümün Bebeği” iddialı ve çarpıcı bir şarkı değil belki ama bu sade ve dokunaklı haliyle de Aşkın’a çok yakışmış.
Sırada yetmişlerden bu yana şarkılarıyla Türk popuna epeyce malzeme yaratmış Fransız şarkıcı Enrico Masias’ın bir şarkısının Türkçe versiyonu var. Cezayir asıllı Masias’ın 2006 yılında yayınlanan “La Vie Popularie” adlı albümüne adını veren şarkı, tıpkı yıllar içinde Türkçe’ye kazandırılmış onlarca şarkısı gibi oryantal melodisi ve ritmiyle çok bizden duruyor.
Bu şarkı albüm için seçilen ilk şarkılardan biriydi. Ne var ki Türkçe sözler konusunda epeyce uğraşıldı. Sezen Aksu’dan Zeki Güner’e kadar bir çok kişi Türkçe söz yazdı, ancak hiç biri istenildiği gibi olmadı. Nihayetinde şarkının albüme Günay Çoban sözleriyle girdiğini duyduğumdan beri merakla bekliyordum.
Şarkının melodik yapı ve stil olarak Aşkın’ın ilk albümüne yakın bir yerlerde dolaştığını, bu yüzden de doğru seçilmiş bir şarkı olduğunu düşünmekle beraber, bu sözlere ısındığımı söyleyemem doğrusu. Yine yersiz bir klişe bombardımanı ve şarkıda da denildiği gibi “eski Türk filmlerinde” kalmış çocuksu duyarlılıklarla, neresinden baksanız eski duran, bugüne ait olmayan bir aşk şarkısı olmuş “Hayırlı Olsun”. Eğlenceli olmasına eğlenceli; ama bilmem bu yeter mi?
Dördüncü sırada bir Yunanca şarkının “cover”ı var; “Başka Sözüm Yok”. Yunan popunun sevilen isimlerinden Notis Sfakianakis’in 2007 yılında yayınlanan “Polihroma Ke Edona” adlı albümünde yer alan “To Finale Tis Kardias” adlı şarkı, Türkçeye Günay Çoban’ın yazdığı sözlerle kazandırılmış. Benim albümde en sevdiğim şarkı bu oldu. Gerek Sinan Ceceli imzalı düzenlemesi, gerek şarkının ruhuna çok yakışmış Türkçe sözler, gerekse Aşkın’ın yorumu dört dörtlük. Şarkı bu haliyle orijinal versiyonundan çok daha etkili bir hale gelmiş. Aşkın’dan ilk albümü tadında şarkılar duymak isteyenler, bu şarkıyı muhtemelen çok sevecekler.
Her zaman iyi işlere imza atmış iki ismin, Sude Bilge Demir ve Bülent Özdemir’in ortak çalışması “Tutmadın”, albümün çizgi üstü şarkılarından. Mustafa Ceceli’nin düzenlemesiyle şarkı yer yer Candan Erçetin sularında geziniyor. Erdem Sökmen’in gitarı, Kadir Okyay’ın kemanı ve Cengiz Baltepe’nin akordeonu doyumsuz güzellikte. Keşke davul da akustik olsaymış.
Bu arada hem “Tutmadın”da, hem de albümdeki diğer bir çok şarkıda vokal yapan Mustafa Ceceli ve Betül Demir’i de tebrik etmek gerekiyor. Artık epeyce yol almış profesyonel birer solist oldukları gerçeğini bir kenara bırakıp, bir şarkılık, iki şarkılık bir jest gibi değil de bir vokalist gibi albümün bütününe ses vermeleri alkışı hak ediyor.
Sırada albümdeki ikinci Sezen Aksu şarkısı “Yasak Elmam” var. Yine şiirli şarkı sözleri melodisinin üzerine çıkan feylesof söylemli bir Sezen şarkısı ve Sezen şarkılarında sesi sanki başka türlü tınlayan şahane bir Aşkın dinliyoruz. Şarkının Sezen Aksu tarafından kaydedilmiş “demo” versiyonu bir süredir internette dolaşıyordu zaten. Henüz dinlememiş olanlara onu da dinlemelerini tavsiye ederim.
Söz ve müziği Yusuf Kaya’ya ait “Bekleyenim Var”, albümün bir diğer “cover”ı. 1983 yılında yayınlanan üç albümde birden yer alarak (Yusuf Kaya’nın “Sitemim Var”, Ümit Besen’in “Dostlar Sağ Olsun” ve Kamuran Akkor’un “Sev Yeter” adlı albümleri) o yılın en gözde şarkılarından biri olan “Bekleyenim Var”, 2002 yılında da “seksi şempanze” Yıldız Kaplan’ın ilk albümünde “Arkadaş Kalalım” adıyla “cover” yapılmıştı. Şarkının bu yeni düzenlemesinde nefesli sazlarla gayet eğlenceli bir Balkan havası yaratılmış.
Sekizinci sırada yer alan “Kibrit ve Alev”, daha albüm yayınlanır yayınlanmaz ön plana çıkan şarkılardan biri oldu. Yine bir Günay Çoban-Serkan İzzet Özdoğan çalışması olan bu şarkının öne çıkmasında,Aşkın’a çok yakışan “hüzünlü aşk şarkısı” janrına sonuna kadar sadık kalınmış olmasının payı büyük. Aşkın’ın “Ay İnanmıyorum” ve sonrasında yayınlanmış herhangi bir albümünde benzerlerine çokça rastladığımız türden bir şarkının bugün fazladan kıymetli sayılmasının sebebi hikmetini ise bugünün olmamış, eksik kalmış, duygusu yarım şarkılarında aramak gerekir gibi geliyor.
Sırada yine bir Serkan İzzet Özdoğan bestesi var; ancak bu defa sözleri Hakkı Yalçın kaleme almış. “Kahve Bahane”, adının da çağrıştırdığı üzere alaturka soslu bir şarkı ve gerek sözleri, gerekse melodik yapısıyla Aşkın’ın sesine yakışan ve albüme hareket katan şarkılardan biri olmuş.
Albümün son şarkısı yine bir “cover”. İlk kez 2009 yılında Atakan’ın “Zor Sevda” isimli ilk albümünde yayınlanan “Ayrı Gayrı”, bu defa Aşkın’ın yorumuyla çıkıyor karşımıza. İlk yayınlandığı günlerde de beğenilen şarkı, Aşkın’ın bu yorumuyla da albümün dikkat çeken şarkılarından biri oldu. Şarkının her iki versiyonunu arka arkaya dinleyip, ister istemez kıyaslayınca, Atakan versiyonunu daha etkileyici bulduğumu söyleyebilirim. Buna karşın “Ayrı Gayrı” bence doğru bir seçim olmuş ve sanırım yıllar sonra da bu albümden hatırlanan birkaç şarkıdan biri olacaktır.
Sonuç itibariyle; bu albümü yer yer Aşkın’ın eski albümlerinin tadını verdiği için sevmekle, bugüne ait olmayan eski bir müzikal stile sırtını yaslamış olması nedeniyle sevmemek arasında bir yerlerde kaldım. Aşkın’dan bir Demet Akalın’la, bir Hande Yener’le rekabet etmesini beklemek haksızlık olur. Onun durduğu yer çok başka. Sadece bu bile albümün bugünün popüler müziğinin sularında seyretmemesinin nedenini açıklayabilir ve aslına bakarsanız çok da haklı bir gerekçe olur. Kaldı ki Aşkın’ın kıdeminde bir şarkıcının da istediğini yapma hakkı sonuna kadar vardır.
Albümde en sevmediğim ise kartonet oldu, bunu da söylemeliyim. “Photoshop”un da bir hududu olmalı. Bu dondurulmuş suratlar, bu heykel ifadesizliğinde bakışlar, çizgisiz, çapaksız, pürüzsüz yüzler göze sanıldığı kadar hoş görünmüyor; hatta hiç hoş görünmüyor. Kartonet tasarımı ise neresinden baksanız aceleye getirilmiş gibi duruyor.
Ortalarda olmadığında yokluğu hissedilen bir ses Aşkın Nur Yengi. Bu albüm o yüzden kıymetli. “Gözümün Bebeği”ni üst üste birkaç kez dinlediğinizde, hepsi Aşkın’dan ilk kez duyduğumuz şarkılar olduğu halde, sanki bugüne dek yaptığı bütün albümlerin bir özetini, bir “best of”unu dinler gibi oluyorsunuz. Bu da albümün süpervizörlüğünü üstlenen ve bu konuda artık rüştünü iyiden iyiye ispat eden Hakan Eren’in bir başarısı.
Bu kadar bekledikten sonra daha fazlasını ummuyor muyduk; umuyorduk elbette. Ama elimizde duran da az değil. En azından Aşkın’ın daha iyilerini yapabileceğine umudumuzu yok etmiyor bu albüm. O zamana kadar “Gözümün Bebeği” bizi oyalar mı, oyalar. E hadi, dinleyelim o zaman!
OCAK 2011
Hakkımda
Yavuz Hakan Tok
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.
Bu Hafta Çok Okunanlar
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
(Milliyet Sanat dergisi Şubat 2023 sayısında ve 5 Şubat 2023 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1997 yılında bir vesileyle Pre...
-
Wikipedia’da Dilhan Şeşen’den “Türk şarkıcı ve şarkı yazarı. Burhan Şeşen’in kızı, İlhan Şeşen’in yeğeni.” cümleleriyle bahsedilmiş. Bundan ...
-
"BAZEN SIĞ, BAZEN DİBİ YOK" Hande Yener albümleri/şarkıları hakkında yazmayı seviyorum, o belli. Neredeyse her albümünü yazmışım. ...
-
Deniz Tekin müziği bırakmış. Neden? Açıklaması o kadar muğlak cümlelerle dolu ki şu veya bu sebepten diyebilmek mümkün değil. Kendince açık ...
Arşivden
-
Yabancı Gelin Sonia, Türkiye'de nasıl ünlü bir sinema oyuncusu ve şarkıcı oldu?.. Yetmişlerde ona kim, neden açık çek verdi? Dillere...
-
ENBE ORKESTRASI - "SENDEN KIYMETLİ Mİ?" Bütün tartışmalara, eleştirilere rağmen popüler müzik piyasasında ENBE damgası vurulmuş ...
-
"Hani Peter Pan masalı gibi bir hayal dünyası vardır ya; orada kötülük yoktur, orada ihanet yoktur, orada acı çekilmez. Bizim şarkılar...
-
MABEL MATİZ - "FATİH" “Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?” “Şarkıların hepsi birbirine benz...
-
MUSTAFA BOZKURT – “YOL” Esinlenme, etkilenme, ilham alma, sanatın her dalında bir çıkış noktası olabilir. Önünde bir örneği, daha önce yap...