"Petrol" hezimeti ve peşi sıra gelen Yaşar Plak macerasından sonra Ajda Pekkan 1983 yılında dinleyicilerinin karşısına bir kez daha "Bambaşka Biri" olarak çıkmayı başaracaktır.Aslan başı modeli saçları, aerobik taytları, renragenk, fosforlu tozluklarıyla yine genç, yine dikkat çekici ve yine "trend-setter"dır Ajda. Yeşil Giresunlu prodüktörlüğünde, Fikret Şeneş süpervizörlüğünde ve Garo Mafyan aranjörlüğünde hazırlanan yeni albümü de öyle olmalıdır. Olur da nitekim.
Görüntüler akıyordu. O günlerde çok revaçta olan “simit kafe”lerden birinden, sabah aç gözlülüğüyle çeşit çeşit, şekil şekil, kaşarlı, sucuklu, zeytinli hatta krem çikolatalı simitler almış, bir torba dolusu simit ve fazla demli, fazla acı çayla sürüp gidecek koca bir günü, gün ışığı görmeden geçirmeye hazırlanmıştık. Böyle kim bilir kaç gün geçecekti aktarma stüdyosunda. Kimler gelip kimler geçecekti monitörlerden, neler neler düşecekti aklıma her görüntünün izdüşümünde çok değil, birkaç gün sonra yazılı metinlere dönüşmek üzere.
Yapacağımız seri, aslında tek başına bir televizyon programı değildi. Epeyce sakin, durağan ve iddiasız bir sabah programının içeriğinde bir unsurdu sadece. Epeyce şatafatlı, gürültülü ve iddialı bir unsur, bir köşe. Bundandır ki ekonomik davranmak zorundaydık. Yine de alamıyorduk kendimizi. Onu da kaydedelim, bunu da derken, ihtiyacımız olandan çok daha fazlası birikiyordu dijital bantlarda. Biz kullanmasak da birileri kullanırdı nasılsa. Dijital olmayan bantlar, bugünün teknolojisiyle kullanılamıyor, lazım bile olsa arşivden çıkarıp da aktarmaya kolay kolay kimsenin eli değmiyordu. Simit tadındaydı izlediklerimiz. Simit tadı kadar eskinin sıcaklığını taşıyordu yerin dibindeki aktarma stüdyosunun ruhsuz serinliğine inat.
Gelibolu’daydık. “Deli kadın”larda misafirdik o yılbaşı gecesi. Mavi gözleri, dalgalı ve seyrek sarı saçları, elmacık kemiklerini ve dişlerini ilk bakışta dikkat çekici hale getiren zayıf yüz hatlarıyla bu ufak tefek, ama alımlı kadın, bildiğimiz ev hanımlarına, en azından annemin diğer arkadaşlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Bir kere çok neşeli, çok konuşkan, çok eğlenceliydi. Durup durup taşar, olmadık yer ve zamanda şarkılar söylemeye başlar, kocasıyla rakı kadehini tokuşturur, hatta çakırkeyif olurdu.
Aslında içmediği zamanlarda bile hep çakırkeyifti. Kocası ona “mavişim” diye hitap eder, o da kocasına “hayatım, aşkım, bir tanem” diye seslenmekten çekinmezdi (ki ne ayıptı başkalarının yanında çekinmeden sarf edilen sevgi sözcükleri, ne alışılmadıktı o zamanda ve o zamanın ortalama aile ahlakında). Ondandı adını “deli kadın” takışımız kardeşimle birlikte. “Başkaları ne der”i bu kadar dert etmeyen bir kadın, olsa olsa “deli” olabilirdi. Eski İstanbullu bir aileden geliyordu. Kocasının işi sebebiyle İstanbul’dan uzakta yaşamak zorunda kalmıştı ve bundan nefret ediyordu (her ne kadar o günün ulaşım şartlarında bile İstanbul’a gitmek en fazla dört saat sürse de).
Ne zaman onlarla birlikte aynı arabada İstanbul’a gitmek üzere yola çıksak, yol boyunca aklına estikçe “İstanbul’u Artık Hiç Sevmiyorum” şarkısını “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” diye değiştirerek söylemeye başlardı. O kart sesiyle bağır çağır, detone metone demeden, delice haz alarak söylediği şarkı, ister istemez kazınacaktı hafızalarımıza (öyle ki yıllar sonra plağını aldığım zaman Nesrin Sipahi’nin şarkıyı yanlış söylediğini bile düşünecektim.)
Kadıncağızın yüzüne karşı gerçek ismini kullanırdık elbette ama, yıllar bana onun gerçek ismini unutturmuş bir şekilde, aklımda bir tek cıvıl cıvıl mavi gözler, “İstanbul’u Artık Çok Seviyorum” şarkısı ve “deli kadın” yakıştırması kalmış.
“Deli kadın”ların denize nazır evinde perdeler ardına kadar açıktı. Işıl ışıl, şahane bir Çanakkale Boğazı manzarasından, zehir gibi soğuk bir Aralık gecesinin kömür dumanı tüterken, o zamanın zenginlik göstergesi kaloriferli apartman dairelerinden birinde olmanın insanın iliğini kemiğini ısıtan keyfini yaşıyorduk.
Siyah beyaz televizyon, pencerenin hemen yanında duruyor, formika televizyon sehpasının iki rafından birinde kırmızı ışıklı düğmesiyle regülatör (ani voltaj düşmelerine karşı televizyonu koruyan ve o yıllarda hemen her evin demirbaşları arasında yer alan cihaz), diğerinde ise tam da “deli kadın”ın rüküşlüğüne yaraşır simli mi simli bir örtüyle üzeri örtülmüş radyolu kasetçalar (teyp denirdi o zamanlar) duruyordu. Sofrada nar gibi kızarmış, içi tepeleme fıstıklı, kuş üzümlü pilav dolu, masal gibi bir hindi dolması, yanında zeytinyağlılar, muska börekleri, fındık, fıstık, iri bademler, illa ki çekirdek, beyaz leblebi, kokulu mandalinalar, portakallar, kütür kütür elmalar, sarı ayva, kızıl nar... Gece boyu yenilecek, içilecek.
Babamın ve İbrahim Amcanın (“deli kadın”ın kocası) yılbaşı gecesi şerefine tüttürdükleri puronun vanilyasına, durup durup tokuşturdukları kadehlerin anasonu, tencerede patlatılmış mısırın iştah açan yağlı kokusu karışıyor. Televizyonda günün en sevilen şarkıcıları. Basit ve sade dekor, yılbaşı süsleriyle şenlendirilmiş. Bir köşede geniş bir platform, fonda siyah beyaz ekranda bile ışıldayan 1979 yazısı...
Şarkıcılar stüdyonun bir köşesinde bir arada oturuyor. Sırası gelen platforma çıkıp şarkısını söylerken, diğerleri kah alkışlayarak, kah dans ederek, kah ağız oynatarak eşlik ediyor sahnedekine. Sair zamanlarda hep ayrı ayrı izlemeye alıştıklarımızı böyle sohbet muhabbet görmek içimizdeki samimiyet duygusunu coşturuyor. “Deli kadın”ın dönüp dolaşıp bana ve kardeşime sarılmasına, yanaklarımıza şapır şupur öpücükler kondurmasına bile ses çıkarmıyoruz. Onun bu taşkın sevgi gösterilerine ortak bile olabilirim biraz yüz bulsam annemden. Ama annem her zamanki mesafesini korumayı nasılsa başarıyor, hatta içinden içinden ayıplıyor “deli kadın”ı, bunu bakışlarından anlamakta zorlanmıyorum.
Nükhet Duru, Semiha Yankı, Ayla Dikmen, Seyyal Taner... Kimler yok ki o gece salonumuzda konuk. Mandalina kabuğunun çocukluk kokusu dolanıyor aktarma stüdyosunun sert köşeli duvarlarında. Elhan’ın sesiyle dönüyorum bugüne: “Hakan, Ayla Dikmen’i de alıyorum kayda.” “Al al” diyorum. Yüzümdeki ifadeden seziyor içimden geçenleri.
Mavi gözlü, kart sesli o kadıncağızı yıllar yılı “deli kadın” diye anmamın, hatırlamamın bedelini, fizik olarak hiç benzemese de, çok ama çok benzer bir hal ve tavırdaki Elhan’la (aynı taşkın sevgi hali, aynı şarkılı türkülü, şenlikli, kasıntısız, takıntısız kadın prototipi) evlenerek ödemiş olduğumu düşünüyorum. Yaradan “al sana bir deli kadın da benden” demiş olmalı bana. “İyi ki de demiş” diye geçiriyorum içimden. “Hatırladığımdan daha güzelmiş” diyorum dışımdan. Bu son cümle Elhan’ın önündeki monitörde tek omuz dekolteli kostümüyle “Zehir gibi aşkın var lalalalala...” diyerek dans eden Ayla Dikmen için.
Türkiye’de “rock” müziğin bugün anladığımız tanımı seksenli yıllarla birlikte şekillenmeye başladı. Öncesinde yapılanların “rock’n roll”dan Anadolu-popa uzanan bir çizgide, kimi kez deneysel arayışlar, kimi kez de taklitler ya da öykünmelerden öteye geçebildiğini söyleyebilmek biraz zor.
Yılbaşına kısa bir süre kala geride bıraktığımız yıla dair genellemeler, değerlendirmeler, özet çıkarmalar aldı yürüdü yine. Aralık aylarımız hep böyle geçer. Yazılı ve görsel basın, “yılın en…” listelerinden geçilmez. Nicedir buna sosyal medya da dâhil oldu. Hele ki popüler müzik gibi herkesin üzerinde koşulsuz şartsız fikir sahibi olduğu bir alanda kalem oynatanlardansanız, bu mevsimde genelleme listelerine fikir beyan etmelere de, yayımlanmış listeleri okumalara da doyamazsınız.
Buraya kadarına kimsenin bir itirazı olamaz. Dünyanın her yerinde yapılıyor bu. İnsan kendi içinde bile geride bıraktığı yılın iyisinin kötüsünün muhasebesini yapıyor yıl dönümlerinde, bilumum sektörleri, üretim alanlarını, sanatı, kitabı, sinemayı, müziği muhasebe etmişiz, her kafadan bir ses çıkarmışız çok mu? Kaldı ki fena da olmuyor.
“Şarabi” adlı şarkımın bir satırına düşen “Zamanından eleğinden geçiyor hayat,” cümlesi tam da bunun için yazılmıştı. Tarih her şeyi tek tek yargılıyor ve değerini zamana teslim ediyor. Köprünün altından çok sular aktıktan sonra geride kalanlar, hayat dediğimiz şeyin ta kendisi oluyor. Bu dramatik teşbihi müzik sektörünün üzerine oturtursak şunu söyleyebiliriz bir kalemde; bu yılın müziğine dair tarihe not düşeceklerimiz . aslında yıl içerisinde dinlediklerimiz değil, dinlediklerimizin bütününden bize kalanlar. Bu tip soruşturmalarda tamamen öznel gerekçelere dayanan sıralamaları sağlıksız, hatta hastalıklı buluyorum, onu baştan söyleyeyim. Siz gerçekten bir müzik yazarı iseniz, Kral TV’nin sokakta yürürken mikrofon uzattığı bir yeni yetme gibi davranamazsınız/davranmamalısınız, öyle değil mi?
_En sevdiğiniz şarkıcı?
_Yusuf Güney.
_En sevdiğiniz şarkı?
_Yusuf Güney’in “Yar Yüreğimde Uçuşuyor Yangın Tozları”.(Yazarın Notu: Tabii ki ben uydurdum, böyle bir şarkı yok.)
_En sevdiğiniz klip?
_Yusuf Güney’in güneş gözlüğü takarak üstü açık spor araba kullandığı klip. (Aslında bahsi geçen şahıs bunu bütün kliplerinde yapmaktadır, o ayrı.)
_En son aldığınız albüm? (İnternetten indirdiğiniz anlamında…)
_Yusuf Güney’in son albümü. (“Adı ne” diye sorsan bilmez, o ayrı.)
Şimdi bir de benzeri mantalitede bir müzik yazarının soruşturma cevaplarına bakalım...
_Yılın albümü?
_Aylin Aslım’ın “Gülyabani” adlı albümü. (Yedi sene önce yayımlanmış olsa bile.)
_Yılın şarkıcısı?
_Aylin Aslım (O yıl Hayal Kahvesi’nden başka yerde sahneye çıkmamış, albüm yayımlamamış olsa bile.)
_Yılın şarkısı?
_Aylin Aslım’dan “Güldünya”. (Okuyanlar dünya görüşümü ve politik duruşumu da bilsin yani.)
_Yılın ümit vaat eden şarkıcısı?
_Aylin Aslım (Uymasa bile nasılsa gerekçesi sorulmuyor. Kaldı ki sorulsa da “sadece arkadaşım olduğu, Cihangir White Mill’de çok teşriki mesaimiz bulunduğu için” diye yemin etse başı ağrımaz.)
Hadi biraz kafa yorun ve yukarıdaki iki soruşturma arasındaki on farkı bulun şimdi. Bulursanız bir zahmet bana da haber verin!
Tabii meselenin altını biraz kalınca çizmek, biraz kaba mizah yaparak dikkat çekebilmek adına örneklerde adlarını kullandığım Yusuf Güney ve Aylin Aslım’ı tenzih ederim. Hepsi tamamen benim hayal gücüm…
Size “yılın en sevdiğiniz albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevapla “yılın en iyi albümleri” sorulduğunda vereceğiniz cevap aynı olmamalı. Olursa orada bir duygusal tavır, bir adam kayırma, bir hesap kitap var demektir. En sevdikleriniz arasında gerçekten gece gündüz dinledikleriniz, kalbinize dokunduğunu hissettiğiniz ya da ne bileyim, sırf şarkıları söyleyeni ya da yazanı ahbabınız, tanışınız, eşiniz, dostunuz diye hatır-gönül belasına kayırdıklarınız olabilir. İnsancadır, doğaldır. Ama bir müzik yazarı olarak en iyilerin değerlendirmesini yaparken kriteriniz White Mill’de birlikte içtiğiniz kahvelerin hatırı olamaz. Olursa yanlış olur. Ciddiyetsiz olur.
Tüm bunları düşünmemi sağlayan aslında birkaç hafta önce yayımlanan bir gazete soruşturması oldu. Listenin başlığı “yılın keşfedilecek albümleri” idi. Hoş, değişik, zekice. Peki ya listenin içeriği?.. On albümlük listede iki albümün 2010 yılında yayımlanmış olması?..
Bunu Twitter’da yazdığım zaman karşıt görüş olarak dendi ki, yılın sonunda yayımlanmış albümleri de bir sonraki yıl değerlendirmeye almakta, böylece es geçmemekte fayda var. İlk bakışta gayet mantıklı gözüküyor, değil mi? Peki o halde bu liste yayımlanmadan bir hafta önce piyasaya çıkmış bir albümün bu listede ne işi vardı?.. Hadi gelin şimdi hep birlikte bu listenin samimi ve nesnel olduğuna inanalım.
Yok siz yorulmayın, ben sizin yerinize inanırım. Ya da inanırdım, şayet bazı gerçekleri bilmiyor olsaydım.
Gazete ve dergilerde (ve bir süredir “blog”larda) köşe başlarını tutmuş müzik yazarlarının (Naim Dilmener, Atilla Aydoğdu, Murat Meriç ve belki bir iki isim daha hariç) neredeyse hepsi seksenli ya da doksanlı yıllardan bu yana ağırlıklı olarak “rock” olmak üzere yabancı müzik dinleyerek müzikal bilgi ve birikimini elde etmiş kimselerdir. (Bu eksi mi? Elbette değil. Aksine; doğru kullanıldığında kocaman bir artı.)
Bunlar Türkçe pop müzik dinlemez ve yazmazlar. Yazarlarsa mutlaka içine Türkçe popun ne kötü fena, pis bir şey olduğunu, onların asla dinlemediğini ama meslek gereği yazdıklarını ima eden cümleler serpiştirilmiş “tü kaka”lama yazıları olur bunlar. Arada beğendikleri de olursa bilin ki bir hatır-gönül ya da bir “yukarıdan emir” vardır; aksi mümkün değildir.
Büyük umutlarla, büyük yatırımlarla piyasaya sürülen Rolling Stone, Billboard gibi dünya çapında dergilerin Türkiye edisyonlarının üç beş yıl dayanamadan topu dikmesinde de bu yazarlarımızın ve editörlerimizin payı büyüktür.
Demet Akalın, Hande Yener ve benzerlerinin (yani beğenin ya da beğenmeyin ülkenin önde giden popüler ikonlarının) kapağa çıkamadığı, haber olamadığı, yer bulamadığı bir popüler müzik dergisi yaratmaya, seçkinci bir tavırla, çoğunluğun beğenisini görmezden gelmeye odaklanmış, editörlerinin cemaat zihniyetine hizmet eden bu tip yayınların kapanmasından sonra yaşanan şaşkınlık da ayrıca gülünç gelmiştir bana.
Mesela Roll başka bir dergiydi. Misyonu, yayın politikası ve kuruluş amacı ile zaten alternatif ve bağımsız olmaya soyunmuş bir işti ve kapanması beni de üzdü. Ama aynı şeyi Rolling Stone ve benzerleri için söyleyemeyeceğim.
Popüler olanı dinlemekten, yazmaktan kaçınmak, çevrem ne der, “cool” imajım nasıl sarsılır kaygılarıyla habire kalemiyle alternatifleri işaret edip durmak, o beğenmediğiniz popülerin beğenmediğiniz yerde kalmasından başka bir işe yaramaz. Oysa dinlemelisiniz. Dinlemeli, iyisini, kötüsünü (sadece kötüsünü değil) yazmalısınız ki sözünüze değer verenler kadar sizi hiç okumayanların da dikkatini çekin ve onların yanlış, sizin doğru bildiklerinizi onlara anlatın. “Tü kaka” ederek değil; ciddiye alarak, paha biçerek, eşeleyerek.
Gelelim başka bir gerçeğe…
Bir müzisyenin müzik yazarlığı yapması ne kadar ihtimal dâhilindeyse, bir müzik yazarının da şarkı yazmaya, şarkıcılık yapmaya soyunması o denli mümkündür. Hatta ben bile (yayımlanmış şarkılarım bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da) ucundan kıyısından bu isimler arasında sayılabilirim.
Ancak müzik yazarlığından meslektaş olduğunuz biri müzisyenliğe soyunduğunda onu “en şahane, ne muhteşem, en keşfedilmeyi hak eden” sıfatıyla listelemek ne derece ahlaklıdır, bunu tartışabilirim. Ama bu bizde hep yapılmıştır, halen yapılmaktadır; hem de üzeri örtülü filan da değil, çok açık ve net, aleni bir şekilde. Müsaade ederseniz, isim vermeyeyim ama illa merak ediyorsanız şu meşhur “yılın keşfedilmesi gereken albümleri” listesine bir göz atın derim. (Bahis konusu albümün/albümlerin/müzisyenin/müzisyenlerin iyiliği ya da kötülüğü değil burada konu ettiğim, yanlış olmasın!)
Bir de yakınlıkların, ahbaplıkların, samimiyetlerin getirdiği sınırlamalar, hatta zorunluluklar vardır ki, en zoru da odur. Bunu ben de sıklıkla yaşıyorum. Piyasanın uzağında iken, kimseyi tanımıyor iken kolayca sarf edebileceğim cümleleri, biraz tanış edindikten sonra ne çok içime atmışımdır bir ben bilirim. Bu biraz Türk olmakla ilgili bir şey galiba. Biraz vicdanla, belki biraz da yüzünüzün tutmamasıyla.
Eşiniz dostunuz, Allah’ın günü yüz yüze baktığınız, aynı ortamlarda bulunduğunuz kişiler sizden hakkında hep iyi yazmanızı bekler. Kötü yazarsan alınır, kırılırlar. Hikâyesini bildikleriniz vardır ve siz yazarken kaleminizi ister istemez o hikâyeden soyutlayamazsınız. Bir bakarsınız övgüyü abartmış ya da yergiyi oto-sansüre uğratmışsınız. Aslında bunun en güzel formülü Dilmener ustadan öğrendiğim üzere hiç yazmamaktır ama bazen omuz vermek arka çıkmak boynunuzun borcu olur ve siz bu çok insanca kaygılarla biraz ödün verirsiniz.
Bu kadarını anlar ve makul bulurum. Yapmıyorum dersem de yalan söylemiş olurum. Ama bunu bir tarz, bir biçim, bir üslup haline getirmiş, kariyerini yazdıklarından nemalanarak inşa etmiş yazarları kim ne kadar ciddiye alır ve önemser, iyice bir düşünmek lazım -ki var böyleleri yazık ki.
Nereden nereye geldik. Halbuki ben daha geride kalmak üzere olan yılın özetini çıkaracak, “yılın en iyi ... "leri listesi yapacaktım. Neyse, onu yapan ve daha yapacak olan nicesi var nasılsa. Benim geçen yıla bakışım da, geçen yıla bakanlara bakmaktan ibaret olsun. Yeni yılınız kutlu olsun!
Görüntüler akıyordu. Kiminden yok edilmesi mümkün olmayan derin çizgiler, lekeler oluşmuş, kimi bulanıklaşmış, kimi rengini kaybetmişti. Bazılarının sesi çıkmıyor, bazılarının görüntü ve ses senkronları tutmuyordu. Zamanı hapsetsin diye icat ettiklerimiz bile, zamana yeniliyordu bir süre sonra.Dijital bantlara aktardığımız her görüntüyü sadece bir program için ekrana değil, geleceğe de aktardığımızı düşünüyor (dijitale dönüştürülmüş her şeyin sonsuza dek yok olmayacağını varsayıyorduk en azından şimdilik), gururlanıyorduk kendi kendimize. Elhan, D. ve ben...
Bulduğumuz ve aktardığımız görüntü ne kadar eskiyse, ne kadar yer etmişse anılarımızda bir yerlere ya da biz ne kadar çok özlemişsek o görüntünün bize anımsattıklarını, o kadar büyüktü zaferimiz her defasında. Aktarma stüdyosundakilerin bu abartılı coşkumuza bakışları alaycıydı. Yaptığı işten heyecan duymayanların yüzdesi bildim bileli yüksek olmuştu çevremde; bense “amatör heyecanı” denilen klişeye sapına kadar inanmıştım her elimi attığım işte. Alay konusu olmak pahasına da olsa, memnundum bu halimden.Çok kolay değildi işimiz tabi. İyi kötü bir veri tabanı vardı. Mesela “Ajda Pekkan” diye arama yaptığınız zaman bilgisayar sisteminde, içinde Ajda Pekkan görüntüsü bulunan bütün bantların numaraları dökülüyordu ekrana. Ama ne şarkıların adı, ne de bandın hangi dakikalarında yer aldıklarına dair bir “minutaj” bilgisi vardı. Dolayısıyla her bandı tek tek izlemek gerekiyordu. Bir de yanlış veri girişleri çok fazlaydı. Mesela Ajda Tekkan yazınca da bir o kadar bant numarası bulabiliyordunuz. Muhtemelen veri kaydını tutanların yazım hatalarının sonucuydu bu. Özellikle arayıp da bulamadığımız bazı isimler için bu yüzden çok uğraşmıştık.
Arşivdeki en eski görüntüler 76-77 yıllarına aitti. Ondan öncesi ya hiç yoktu ya da çok ama çok azdı. O dönemde daha ziyade canlı yayın yapıldığı, canlı yayınlar kayıt edilmediği ya da edilse bile o günlerin bant yokluğunda silinip üzerine başka kayıt yapıldığı için, ne yazık ki daha eski görüntülere ulaşmak mümkün değildi. Olana da razıydık ama kırk yıllık bir arşivde sözgelimiHümeyra’nın “Sessiz Gemi”sinin bulunmaması anlaşılır gibi değildi.
Bu durum şarkıcıların müzikal geçmişlerini anlatacağımız bir serinin oluşturulmasında karşımıza çıkan en büyük engel olacaktı sonrasında. Hümeyra’yı anlatırken “Sessiz Gemi”yi anmadan geçemezdik, Güzin ile Baha’yı anlatırken “Gençlik Başımda Duman”ı ve benzerlerini... Ama nedense bazı şarkılar, üstelik de her birini ekranda defalarca izlediğimi hatırlıyor olmama rağmen, nedense arşivden çıkmıyordu. Bu sorunu ilkel bir yöntemle çözmekten başka çaremiz kalmayacaktı ki onu daha sonra anlatacağım.
Konar göçer bir millettik. Arşiv geleneğimiz yoktu. Devrin “vaka-nüvist”lerinin hep yabancı kökenli olması boşuna değildi. Bu durumun ülkenin en büyük yayın kuruluşuna yansıması da değeri sonradan anlaşılmış, hatta belki bugün bile tam anlaşılamamış bir arşive sahip olmasıydı belki de. Ankara Radyosunun tam arkasındaki alanda yer alan bit pazarında TRT tarafından elden çıkarılmış ne çok plak bulmuştum mesela. Üzerlerindeki “yayınlanır” ya da “yayınlanmaz” damgaları ele veriyordu bu plakların TRT arşivinden çıktığını.
Nitekim vakti zamanında bozulduğu için (ya da kimilerine göre arşivde yer açmak için, rivayet muhtelif) Sıhhiye’deki binanın arka bahçesinde yakılan bantların hikayesi bir efsane gibi anlatılıyordu radyonun koridorlarında. Radyo arşivinde hala sağlam kalan hatırı sayılır sayıdaki ses bandının dijital ortama aktarılmasına (ki doğrudan disklere kaydediliyor, dip ses alma, dijital işlemden geçirme filan söz konusu değil) ancak 2003 yılında başlanabildiği de bir sır değil.
Görüntü arşivine dair efsaneler de vardı kulaktan kulağa anlatılan. Bunların en acı olanı, zamanında TRT’ye program yapmış bazı “büyük “ gazetecilerin daha sonra özel kanallara yapacakları belgeselleri ve programları hep TRT arşivinden, en hafif tabiriyle “aşırdıkları” görüntülerle yaptıklarına dair idi. Şimdilerde herhangi bir özel kanal, TRT arşivinden görüntü kullanmak isterse dakika başına epeyce yüklü bir para ödeyerek görüntü satın alabiliyor. Arşivden herhangi bir şeyi kaçamak çıkarmaksa tamamen imkansız görünüyor. Görüntü aktarmak için bile onlarca formaliteyi yerine getirmek zorundasınız. Ancak bu hep böyle değilmiş ne yazık ki.
İlk albümünü, yurt dışında yaşadığı dönemde, 1990 yılında, Şanar Yurdatapan’ın müzik direktörlüğünde kaydeden Hüsnü Arkan, 1993 yılında Ezginin Günlüğü’ne katılmıştı. Hem sesi, hem de yazdığı şarkılarla grubun on bir albümünde imzası bulunan Hüsnü Arkan, 2010 yılında, uzun yıllar sonra ilk kez bir solo albümle dinleyici karşısına çıktı.
Her ne kadar adı “Solo” olsa da, rahatlıkla bir Ezginin Günlüğü albümü gibi de dinlenilebilecek bu albümdü bu. Şahsen benim “playlist”imden o vakit bu vakit düşmüyor (ki nankör Ipod hafızasında zordur bir albümün bu kadar uzun kalabilmesi).
Şarkılarla epey mücadele eden, hatta mücadeleden de ötesi, adeta kavga eden bir şarkı söyleme stili var Hüsnü Arkan’ın. Bunu uzun yıllardır onun karakteristiği olarak benimsemişiz zaten, ne gam. Kaç zamandır biliyoruz ki Hüsnü Arkan imzasının olduğu yerde şiirli şarkı sözleri, şiirlerden bestelenmişler, zamansız, modasız, gelen geçmeyen armonik ve melodik yapılarla kurgulanmış evladiyelik şarkılar var. Nitekim “Solo” tam da böyle bir albümdü. Bundandır ki dinlemelere doyulmuyordu.
Geçtiğimiz ay içerisinde Hüsnü Arkan’ın “Mino’nun Siyah Gülü” adını verdiği yeni kitabı yayımlandı. Kitabı satın alanlar, “5 Mayıs” adlı yeni bir şarkının yer aldığı Hüsnü Arkan “single”ına da sahip oldular.
Albümün en güzel şarkılarından biri olan ve Arkan’ın Birsen Tezer’le düet söylediği “Hoş Geldin” için çekilen klip ise geçtiğimiz hafta servis edildi.
“Solo” albümünden çekilen ikinci klip bu. Şarkının hikâyesinden azade, tematik bir klip. Ülke tarihinin kara deliklerinden biri olan ve ne yazık ki bu çağ ve bu zamanda dahi süregelen, acısı hiç geçmeyen, yarası hiç kapanmayan şu veya bu sebeple “kayıp” olmuş, kaybolmuş, kaybedilmişlerin anısına çekilen klip, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un atölyesinde ve kısmen de Heybeliada’da çekilmiş. Klip boyunca sürekli gördüğümüz heykeller de Aksoy’un “Kayıp Analar” adlı eserleri.
Yanı sıra klipte Derya Alabora ve Yetkin Dikinciler de oyuncu olarak yer alıyorlar. Ve elbette ışıklı, tertemiz ve aydınlık sesiyle su gibi duru Birsen Tezer…
Mehmet Adil Yalçın’ın yönetmenliğini yaptığı klip de, şarkı da genel geçerin hengâmesinde başka bir dünyaya aitmiş gibi duruyor. Belki de sahiden öyle. Başka bir zamanın, başka bir dilin, imlânın, başka zamanların insanlarının el sürdüğü, el verdiği, başka bir dünyanın şarkısı, şiiri, filmi aslında izlediğimiz. İyi ki de öyle. Ferah bir soluk her zaman iyi geliyor. Kulağımız, gözümüz, kalbimiz temizleniyor.
SALİM DÜNDAR & YEŞİM SALKIM - "AMA SEN YOKSUN"
Eskilere, hele ki çocukluğumuza iz sürmüşlere saygımız, sevgimiz sonsuz. Bu uğurda abartmaktan imtina edenlerden değilim. Ne ki ne söylesem abartı kaçmayacakların sayısı da az değil resmi (ya da şahsen, bizzat, öz, kişisel, bana ait, hususi) pop tarihinde/tarihimizde. Salim Dündar bunların en başında sayılacaklardan.
Başta Nükhet Duru ve Seyyal Taner olmak üzere nice “adam gibi” şarkıcının onun tekniği ve sahne duruşundan ne denli etkilenerek yol aldığı hem bilinir, hem söylenir. İspanyolca şarkıları bir İspanyol kadar, hatta daha iyi söylemesi, gündelik hayattaki mülayim görünüşlü adamın şarkı söylerken kendini kaybetmesi, delirmesi ve devleşmesi ise efsane gibi anlatılır.
Az bulunur bir ses, bir şarkıcı, kelimenin tam anlamıyla bir duayendir Salim Dündar. Onu sahnede şarkı söylerken bir kez izlemişseniz, sonrasında ne izleseniz, kimi izleseniz eksik kalır, kalmıştır bilen bilir.
Hal böyleyken ve de Dündar hayli yaş almış; yani bu eşsiz ses ve yorum tam da demini bulmuşken, benim eksik vefalı, ayran gönüllü memleketim insanı handiyse kapıları kapatmıştır nicesi gibi Salim Ağabey’e de yıllar yılı. Reva mıdır? Elbette değildir. Popülerliğin gözünü çıkarmayana ekmek yedirmez, teklif götürmez sektör bir yana, konserine, çalıştığı yere rağbet etmez, albümü çıksa alıp dinlemez, televizyona çıksa reyting bahşetmez halkım da az sabıkalı değildir söz konusu vefaysa şayet.
2010 yılınsa Selahattin Erhan’ın üstün çabalarıyla bir araya getirilen kıdemli ve daha az kıdemli şarkıcıların düetlerinden oluşan “Her Devin Devleri” (kötü bir addı, evet) albümü, olması gerekenden çok daha az ilgi gördü belki ama en azından Salim Dündar’ın yeniden keşfedilmesine neden oldu.
Salim Dündar 2011’in Mart ayında yine Selahattin Erhan imzalı ama bu defa solo bir albümle karşımıza çıktı ve böylece kariyerinin üçüncü albümünü, tam 30 yıl aradan sonra yayımlamış oldu.
Emre Plak etiketiyle ve “Sihirli Değnek” adıyla piyasaya sürülen bu albüm, geçtiğimiz günlerde bu defa DMC etiketiyle ve “Ama Sen Yoksun” adıyla yeniden yayımlandı. İçerikte de birkaç değişiklik var tabi.
Öncelikle yeni baskıya adını veren şarkı… Daha önceki baskıda Dündar’ın solo seslendirdiği bu şarkı bu defa Yeşim Salkım’la düete dönüşmüş. İyi de olmuş. Bu iki ses çok yakışmış birbirine.
Önceki baskıdaki altı şarkıya ilave olarak, bu yeni baskıya yedinci bir şarkı konmuş ki o da Salim Dündar’ın ilk kez 1972 yılında 45’lik plağa okuduğu “Bir Dost Bulamadım” adlı şarkı. Böylece “cover”sız albüm kalmasın mantığı bir kez daha hortlatılmış gerçi ama bahis konusu Salim Dündar olunca ne söylese dinleniyor; gidiyor yani.
Böyle bir adam, bir ses, bir “ekol” kolay kolay yeniden gelmez. Bir kulak kabartın, pişman olmazsınız. İşe bu klipten başlayabilirsiniz mesela.
Eski kokuyordu. Bu bina inşa edileli kaç yıl olmuştu ki ?
“TRT Ankara Televizyonu Kavaklıdere Ankara” adresine mektuplar yazar, ya bir yarışma programına yarışmacı olmak ister, ya da sevdiğimiz bir şarkıcının ekrana gelmesi için istekte bulunurduk. Sonra TRT, televizyonu, idari kadrosu, arşivi ve stüdyolarıyla Oran semtindeki bu dört başı mamur binaya taşınmıştı. Çok da geçmemişti üzerinden. Belli ki binanın eskiliği değildi duyduğum kokunun sebebi. Eski kokuyordu evet. Anılar kokuyordu, çocukluk kokuyordu. Yerin dibindeki arşiv depolarından kucaklayarak getirdiğimiz görüntü bantları, kısaca “aktarma” diye anılan stüdyonun orta yerine yığıldıkça koku artıyor, şimdiki anın gerçekliği geçmişin hayalinde bulanıklaşıyordu. Büyük bir serüvendi bu. Büyük ve heyecan verici bir serüven... Geçmişin peşine düşenlerin başlangıç noktaları hep kendi geçmişleri oluyordu. Sanırım varış noktaları da. Bunu o gün bir kez daha anlayacaktım. Günler boyunca o bantları tek tek tarar, görüntülerinden üzerinden ama hızlı ama yavaş geçerken, gözümün önünden akıp giden film şeridi, kendi geçmişimdi aslında. Her ne kadar içinde ben gözükmesem de...
Stüdyonun kapısı gıcırtıyla açıldı bir kez daha. Bir kucak dolusu bant daha yürüyerek içeri girdi, yığının önüne doğru ilerledi. Bu D. olmalıydı. O kadar ufak tefekti ki onca bandı kucağına nasıl sığdırıp, ta arşivden buraya dek nasıl taşıdığına bir türlü akıl erdiremiyordum. Üstelik bugün bu onun arşiv ve aktarma arasındaki bilmem kaçıncı seferiydi. Bantları, içlerinde bulundukları kalın muhafaza kutularına rağmen, en ufak bir dokunuşta zarar göreceklermişçesine dikkatle,usulca yere bıraktı. İstifi birkaç hareketle düzeltti. Sonra o çok yürekten gülüşüyle bana doğru dönüp “Al bakalım kardeşim, benden bu kadar. Bundan sonra sıra sende,” dedi. Kısacık kesilmiş, yer yer kır düşmüş saçları, alnına ve dudak kıvrımlarına yılların acısı ve tatlısıyla çizilmiş çizgileri saklamaya gerek görmezcesine makyaj değmemiş yüzü ve cin gibi bakan gözleriyle tam bir “çocuk kadın”dı D. Eskiyi sevenler doğuştan kardeşti. D. ve biz de öyle. Henüz tanışalı bir ay bile olmamıştı ama kırk yıllık dost gibiydik.
Elhan eski model makinelere “Ampex” bantları takmayı, sonra o makinede dönen bandı ileri geri sardırarak izlerken, aradığı görüntüyü bulunca, önünde duran dijital bant kayıt cihazını çalıştırıp görüntüyü dijital banda aktarmayı nasıl yapacağını kolayca kavramış, elinin altındaki cihazları yıllardır kullanıyormuş gibi rahat komuta etmeye başlamıştı bile. Arşivden çıkarılmış bantlar birer birer eski makinelere takılıp çıkarıldıkça, önce başa, sonra geriye sarılıp teker teker elden geçirildikçe, doldurduğumuz dijital bantların sayısı artmaya başlayacaktı. Çocukluğum doluyordu bantlara. Başka başka şehirlerde, başka başka evlerde, mevsimler değişir, saatler dönüp dururken, hayat akarken, ben büyürken, evin bir köşesindeki siyah beyaz camda durmaksızın devinen görüntüler şimdi, bugün, aktarma stüdyosunun renkli monitörlerinden şahane bir rüya gibi dökülüyordu.
Yazarken istediği şekli veriyordu hayata insan. Yazma gücünü kendinde bulanların en büyük mükafatı da buydu belki. Anılar da, anılarda kalanlar da sizin hatırladığınız kadar düşerken kaleminize, eksikleri hep aslında o anıları yaşarken değil, sonradan edindiğimiz deneyimler tamamlıyordu. Bu yüzden geçmişe dair anlatılan hiçbir şey aslında sadece geçmişi anlatmıyor, anlatamıyordu. Bilerek ya da bilmeyerek, ben de öyle yapmayacak mıydım zaten ? Kotarmaya çabaladığımız program bilinen en eski ve en demode televizyon tekniklerinden biriyle paketlenip sunulmasın diye, içinde bizden bir iz olsun diye, o iz, izleyen herkese dokunsun diye ölçüp tartarak, eleyip dokuyarak bulduğumuz kurgu ve o kurgunun bir parçası olacak sunuşlarda kullanacağım metin tekniği, ama bilinçli ama değil, tamamen bu temelin üzerine inşa edilecekti. Şarkıcıları anlatan kadın (ki o Elhan olacaktı), hepsine derin bir hayranlık duyuyor, her birini çok seviyor ve onların kariyerlerini kendi hayranlık anıları üzerinden anlatıyordu izleyenlere. Bana çok benzese de, tam olarak ben bile değildim aslında.
Eskileri seven herkesin, bir aşağı bir yukarı aynı kuşaklarda yetişmiş, aynı şarkıları dinlemiş, aynı filmleri izlemiş, aynı çocuk oyunlarını oynamış, sonra azar azar büyürken, yaş alırken hayattan, aynı dünya haline şahit olmuş insanların toplamı olacaktı o kadın. Toplamı ve biraz da abartılı bir tiplemesi. Bütün o şen şakrak halleri, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve doğuştan “prozac” yutmuş haliyle bu tiplemenin çıkış noktası da Elhan’ın bizzat kendisi olacaktı aslında. Peki TRT buna hazır mıydı ? Onu zaman gösterecekti. Yazının ikinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz. (DEVAM EDECEK)
Popüler müzik kategorisinde memleketin gelmiş geçmiş en iyi şarkıcılarından biri Nükhet Duru’dur. Sadece bir şarkıcı değil, bir şarkı anlatıcısı, eşsiz bir yorumcu, göz kamaştırıcı bir sahne yıldızıdır. Ne çare ki sahnede o parmak ısırtan performansını albümlerine yansıtmakta, albümleri için yorumculuğunun hakkını verecek şarkılar arayıp bulmakta hep biraz telaşlı, biraz aceleci davranmış, kimi kez hata yapmıştır.
Yetmişlerden bu yana popüler müzikte adı büyükler arasında sayılır; hiç bir zaman köşesine çekilmemiş, özel hayatını işine tercih etmemiş, zamanın gerisine düşmemiş, sahne enerjisinden, vokal performansından bir nebze kaybetmemiştir evet ama müzikal anlamda çok şey denemesine, her dala konmasına rağmen ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmiştir.
Çünkü Nükhet Duru aynı yoncanın yapraklarından biri olmasına karşın, ne Ajda, ne Sezen ne de Nilüfer’le aynı kefeye konulabilir. O, stili ve müziği modaya, devre, döneme, iklime, coğrafyaya ve bilumum dış etkene göre değişmemesi gereken şarkıcılardandır. Daha kariyerinin en başında söylediği şarkılarla, duruşuyla, görüntüsüyle bir klasik olmuştur.
Devirsiz, dönemsiz, yaşsız, zamansızdır ya hani klasikler… Nükhet Duru öyledir. Hem insan hali, hem şarkıcılığıyla. Dolayısıyla şarkıları da öyle olmalıdır/olmalıydı. Bütün o arayışlar aslında boşunaydı. Nitekim bencileyin kör kütük hayranları, ne saçını kömür karasından başka renge boyatmasını, ne topuzunu açmasını, ne taytlar, tunikler giyip “Aman Tanrım bidi bidi bidi bidi” diye diye doksanlar gençliğine ayak uydurmasını, ne televizyonda rokfor soslu bonfile pişirip üreme sağlığı sohbeti yapmasını sindirebildik içimize. Hepsini yakıştırıyordu Allah için, sorun o değildi. Sorun onun kendini güncel, olağan ve bunların doğal sonucu olarak da sıradan kılma çabasıydı. Yakışmayan buydu.
2011 yılında hem şahane iki şarkının yer aldığı “single”ı, hem Plaza Otel çalışması, hem de artık sadece şarkı söylediği televizyon programı ve elbette saçlarını tekrar siyah yapmasıyla tutkulu hayranlarının yüreğine serin sular serpen Nükhet Duru, yılın sonlarına yaklaştığımız şu günlerde bütün bu iyiye gidişi taçlandıran yeni bir haberle ortaya çıktı.
2012’de yayımlanacak yeni albümü için Selim Atakan’la çalışıyordu. Bir çok şarkı hazırdı bile. Hatta bir tanesini bayram münasebetiyle katıldığı televizyon programında Atakan’ın piyanosu eşliğinde canlı canlı seslendirerek müjdenin “spoiler”ını da vermişti.
Selim Atakan ismini bilenler iyi bilir zaten ama bilmeyenlere şu kadarcık hatırlatma yeter sanırım; Yeni Türkü’nün kurucularından ve uzun yıllar boyunca Yeni Türkü müziğinin iki can damarından biri. Selda Bağcan, Esin Afşar, Alpay gibi çok önemli isimlerle çalışmış, sayısız sinema filmini ve tiyatro oyununu müziklemiş, “Destina”, “Çember”, “Hançer”, “Mamak Türküsü” gibi bir kuşağın hayatında derin izler bırakmış şarkılar bestelemiş, çok kıymetli, çok özel bir müzisyen.
Nükhet Duru, 1989 yılında yayımlanan ve kariyerinin yüz akı albümlerinden biri olan “Benim Yolum”da yine Selim Atakan’la çalışmış ama sadece kaset formatında basılan ve bir geçiş dönemine denk gelen o şahane albüm ne yazık ki kıymeti bilinmeyenlerden olmuştu.
Yine bir Selim Atakan bestesi olan “Dağınık Yatak” ve Yeni Türkü’den sonra bu defa Nükhet Duru’nun sesinde şahlanan “Destina”, o albümün unutulmazlarındandır. Dolayısıyla tecrübe edilmiştir. Nükhet Duru ve Selim Atakan işbirliği ballı kaymak sonuç vermektedir/vermiştir. Bir kez daha vermemesi için hiçbir sebep yoktur.
Nükhet Duru benim için “Hem sever, hem döver,” der. Bunca yıldır müzik yazarım. Kimse için bu kadar uzun uzadıya kalem oynatmışlığım yoktur. Takdir edersiniz ki, kasapla sevdiği etin hikâyesidir aslında vuku bulan.
Bu kez dövdüm mü bilmiyorum ama çok sevdim, orası kesin. Hem dinlediğim şarkıyı, hem de şarkının peşinden sürüklediği yeni projeyi, ortaklığı. Bir de siz dinleyin bakın. Ama dinlerken bugünün lisanına, bugünün melodik ve ritmik algısına, güncelin, modanın kaide ve kurallarına sırtınızı dönün. Kendinizi şiirin ve müziğin zamansızlığına, sınırsızlığına, uçsuz bucaklığına teslim edin. Piyanonun başındaki kadının ağzından çıkan her kelimeyi yaşayan gözlerine, mimiklerine, sesinin titreşimlerine kapılın. Nükhet Duru ancak öyle dinlenir zira.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.